Bir İktidar Mücadelesi Alegorisi: Sineklerin Tanrısı’nı Değerlendirmek

Yazar: Şüheda Uzuntaş

William Golding, dünyanın tam bir kaos içinde olduğu bir dönemde, 19 Eylül 1911’de İngiltere’de dünyaya gelmiştir. Annesi, Mildred, kadın hakları savunucusu olan bir aktivist, babası ise okul müdürüydü. Erken öğrenimini babasının müdür olduğu okulda tamamlayan William, çocukluğunda haşarı bir çocuk olduğunu hatta insanları incitmekten zevk aldığını söylemiştir. Oxford Üniversitesi’nde eğitim gören William, babasının isteğine zıt bir şekilde fenle uğraşmak yerine İngiliz Edebiyatı okumayı tercih etmiştir.

William Golding

1934 yılında, daha mezun olmadan, ilk kitabı Poems yayımlanmış ancak eser o zamanların edebiyat çevresi tarafından ilgi görmemiştir. Mezun olduktan sonra bir süre tiyatroyla ilgilenmiş, sonrasında ise babasının izinden giderek Bishop Wordsworth’s School’ da öğretmenlik yapmıştır. İkinci Dünya Savaşına deniz eri olarak katılan Golding, savaş deneyiminden sonra insanların neler yapabileceğine tanık olduğunu söylemiş; kendini entelektüel bir çatışmanın içerisinde bularak daha çok yazmaya başlamıştır. Yayımlanan ilk kitabından sonraki yirmi yıllık sessizliğin ardından Sineklerin Tanrısı’nı (The Lord of the Flies) yazmıştır. Uzun süren öğretmenlik ve savaş deneyiminin bu kitap için bir fikir oluşturduğu söylenir. Karamsar havasından ötürü pek çok yayınevinin kitabı yayımlamak istemediği de bir başka söylentidir ancak, 1954’ te yayınlanan eser büyük bir ilgi odağı olarak 35 dile çevrilmiştir. 1983’te İsveç Akademisi “Gerçekle söylenceyi ustaca birleştiren, insanın ruhsal ve fiziksel boyutlarını derinlemesine inceleyen romancı bu yılın ödülüne layık görüldü” diyerek Nobel Edebiyat Ödülünü William Golding’ e vermiştir. Yazarın bir diğer ödülü ise 1980’de Rites of the Passage adlı eseriyle aldığı Man Booker Ödülü’dür. The Inheritors (1955), Pincher Martin (1956), Free Fall (1959), The Spire (1964; Kule), Darkness Visible (1979), A Moving Target (1982) ve The Paper Men (1983) Golding’ in diğer eserleridir ancak bu eserlerin hiçbiri Sineklerin Tanrısı kadar yankı uyandırmamıştır. William Golding 1993’te arkasında yarım kalan bir roman bırakarak kalp yetmezliği yüzünden dünyaya veda etmiştir.

Lord of the Flies

1954’te yayımlanan Sineklerin Tanrısı hem savaşın acımasızlığını tatmış hem de mesleği gereği çocukları daha iyi gözlemlemiş entelektüel bir birikimin ellerinden çıkmıştır. Eser 1963 ve 1990 yılında sinemaya uyarlanmıştır. Yazar, yapıtını alegorik bir biçimde işlemiş ve yer yer karakterlerin kurumlarla ve ideolojilerle yahut iyi-kötü alegorisi üzerinden yorumlanmasına olanak sağlamıştır. Yapıt; sosyolojik, psikolojik, politik yönden yazıldığı dönem üzerinden ele alınacak olursa Batı medeniyetinin durumunu özetleyen tarihi yaklaşımlarla farklı temeller üzerinden incelenebilir. 12 bölümden oluşan eser Thomas Hobbes, Jean Jacque Rousseau ve bazı yönlerden Freud gibi düşünürlerin fikirlerinin bir temsiliyeti üzerinden yorumlanabilir. Yapıt, “Hukukun, normların ve gözetenin olmadığı bir dünya hayal edilebilir mi?” ve “İnsan davranışları doğa ortamında ne tarafından yönetilir?” sorularına yukarıdaki filozofların düşünceleri ışığında cevaplar vererek okuyucuyu ideal toplum ve yönetim konusunda düşünmeye teşvik etmektedir.

Kitap, içinde İngiliz çocukları bulunan bir uçağın ıssız bir adaya düşmesiyle başlar. Yazarın okuyucuya tanıttığı ilk karakterler Ralph ve Domuzcuk’tur. Rasyonel ve akılcı tutumun temsilcisi olan Domuzcuk uzun ve mantıklı konuşmaları yüzünden daha pragmatik olan Ralph’in pek umurunda olmaz. Ralph ve Domuzcuk’un bulduğu deniz kabuğu bir iktidar aracına dönüşecektir. Topluluğun oluşmasıyla beraber bir iktidarın gerekliliği meydana çıkar ve bu bağlamda yazar, çocukların boyun eğme eğiliminden bahsederek ilerleyen satırlarda “…Bu başlardan mırıltılar, fısıltılar çıkıyordu. Ralph’a bakan, hesaplayıp düşünen gözler vardı bu başlarda. Çocuklar olumlu bir iş yapıldığını biliyordu…” diyerek Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ ne gönderme yapar ve bireylerin bir topluluk oluşturduklarında haklarını üst bir kuruma devretme ihtiyacını açıkça gösterir.

Bu ihtiyaç toplumda düzenin oluşması gerektiği ve insanlar arasında sosyal eşitsizliğin bulunduğu zamanlarda hissedilir. Eserde bu ihtiyacın karşıt iki taraf üzerinden nasıl istismar edildiğini görmekteyiz. Bu noktada Max Weber’ in iktidar tipolojisini karakterler üzerinden gözlemleyebiliriz. Weber’ in iktidar tiplerinde “meşruluk” kavramı geçerliliğini sosyolojik anlamda “otoriteye tabi olanlarca beslenen inanç”tan alır ve Weber’ e göre “geleneksel”, “hukuki” ve “karizmatik” olmak üzere üç otorite tipi vardır. Geleneksel otorite, iktidar gücünü geleneklerden ve bu geleneklere atfedilen kutsallıktan alır. Kitabın ilerleyen bölümlerinde Jack’in kötü kararlarına karşın bir direnişle karşılaşmıyor oluşumuz Jack’in geleneksel bir otorite figürü olmasından kaynaklanıyor olabilir. Kilise tarafından koro şefi olarak seçilen Jack’in diğer üyeler üzerinde geleneksel bir otorite kurmuş olduğu gözlemlenmektedir. Öte yandan şeytan minerasini elinde bulunduran ve onu kullanarak toplumu bir araya getiren Ralph, tam bir karizmatik otorite örneği oluşturmaktadır.

Max Weber

Weber, “karizmatik otorite” tipinde iktidarın meşruluğunun, liderin olağanüstü niteliklerinden geldiğini söyler. Ralph’ e oy veren çocukların etkilenme ve onu bir otorite olarak görmesinin sebebi deniz kabuğunu elinde bulunduruşudur ve yazar bunu şöyle dile getirmektedir : “…Ralph iriydi, Ralph güzeldi. Ama farkına varmadıkları halde, onu seçmek istemelerinin gerçek nedeni deniz kabuğuydu… bu güzel şeyi kucağında tutup onları kayalıkta bekleyen çocuğun bir ayrıcalığı vardı…”. Ne var ki aralarında liderlik işini belki de en iyi götürebilecek Domuzcuk, Weber’in üçüncü tipi olan “hukuki otorite”yi temsil edebilecekken çocuklar arasında görüntüsü ve hastalıkları yüzünden otorite olarak bir karşılık görmez. Oy çokluğuyla Ralph’in lider seçilmesi Jack’ i rahatsız eder ve sistemde yer bulabilmek adına korosunun ve kendisinin avcı olabileceklerini söyleyerek diğerlerine nazaran kendisini üst bir rütbeye taşır. Aynı zamanda adada fark edilmek için yakılacak ateşin sorumluluğunu da avcılar üstlenir. Sorumluluklar, egemenlik iddiasını güçlendiren bir el olarak karşımıza çıkacaktır. Avcılık yaparak öldürdüğü her hayvanla daha da acımasızlaşan Jack, faşist kimliğiyle beraber her seferinde akılcı ve aydın Domuzcuk’u susturmaya çalışır. İkiyüzlü politikası nedeniyle meşruluğunu kazanmış Ralph’e ilk başlarda ilişemeyen Jack, akıl hocalığını yapan Domuzcuk’u hedef alır ve önce onu yumruklayacak; sonra gözlüğünün bir camını kırarak bir gözünü kör bırakacak, en son raddede de artık sağduyuyu tamamen öldürecektir.       

1954’te yayımlanan Sineklerin Tanrısı hem savaşın acımasızlığını tatmış hem de mesleği gereği çocukları daha iyi gözlemlemiş entelektüel bir birikimin ellerinden çıkmıştır.

Domuzcuk’ un fikriyle toplantıda alınan karar doğrultusunda barınaklar yapılmaya başlanır ancak çalışanlar yalnızca Ralph ve Simon’ dır. Fikri ortaya atan Domuzcuk, fiziksel olan her işten kaçınır kitap boyunca. Burada Domuzcuk üzerinden yürütülen bir “aydın” eleştirisini okuyabiliriz. Jack ise çocuklara et getirme bahanesiyle yine avdadır ve döndüğünde Ralph’ le ilk burada çatışırlar. Jack içindeki kötülüğe bir meşruiyet kazandırmak için her seferinde topluma hizmet amacıyla ava çıktığını söylese de durum yalnızca kendi güdüleriyle alakalıdır ve bir ölçüde almış olduğu eğitim yüzünden hala avlanamamıştır. Jack bu noktada yüzüne maske yaparak kamufle olabileceğini söylerken bu hem gerçek hem de felsefi bir anlam taşımaktadır. Kamufle olma fikri Jack’ in içinde bulunan korkuyla da alakalıdır. Tıpkı adadaki küçük çocukların “yılan gibi bir şey” den korkması gibi. Her iki taraf da korkularından kaçarak onu somutlaştırmak istemektedir. Bu noktada Jack’ in maske kullanma isteği aslında benliğinden kurtulup ıssız bir ada gibi normlardan, ahlak ve kurallardan bağımsız kalma durumunu yansıtır çünkü onun korkusunun kökleri yapacağı ve yapmak istediği şeylerin kötü şeyler olmasına dayanmaktadır.

Somut bir devletin ve hukuk kurallarının olmadığı ada yaşantısında çocukların iç dünyalarında bazı düzensizlikler baş gösterir. Bu noktada çocukları bazı şeyleri yapmaktan alıkoyan zamanla tamamen bitecek olan medeniyetin kalıntılarıdır. Örneğin; Jack’ in korosunda olan Roger, küçük çocuklara zorbalık etmeye başlar. Hatta yalnız bulduğu çocuklardan birine Hindistan cevizi atma isteği ortaya çıkar ve cevizleri nişan alarak Henry’ nin kendisine olmasa da çevresine atar. Çevresine atmasının sebebi Roger’ ın varlığından haberi olmayan, yıkılıp giden bir uygarlığın, Roger’ ın kolunu hala koşullandırmasıdır. Yazar, burada medeniyetin insan hareketlerini ve düşüncelerini yalnızca sembolik bir şekilde değiştirdiğini, insanların bu kuralları içselleştiremediğini göstermektedir. Bir başka deyişle insan kötü özünü bir yere kadar frenlemektedir.

Düzenin bozulmaya başlamasıyla bir sonraki toplantıda korku üzerine konuşurlarken Jack, kendisi de korkuyor olsa da, “yılan gibi bir şeyi” bu sefer “canavar”a çeviren çocukları işe yaramaz gördüğünü itiraf etmiş ve onların adada gereksiz olduğunu söylemiştir. Halbuki ileride önderliğini edeceği vahşi toplumu onların korkuları sayesinde şekillendirecektir. Bu laflardan sonra  Domuzcuk, insanlardan korkmadıkça bu adada korkacak bir şeyin olmadığını söyleyerek Jack’ in yapacaklarının bilincinde olduğunu belli eder. Simon da Domuzcuk gibi “..Bizden başka canavar yok belki…” diyerek bundan sonraki gidişatın nasıl olacağının sinyallerini verir ve çok geçmeden Ralph ile Jack bir kavgaya tutuşur. Ralph seçilmiş olduğunu vurgulasa da Jack, faşizmin adadaki temsilcisi olarak bu tavrıyla beraber toplumu provoke eder. Düzene karşı ilk başkaldırı böylece gerçekleşmiş olur.

İnsan yüreğinin karanlığını deneyimlemiş birinin ellerinden çıkabilir böyle bir roman ancak…

İkiz çocukların nöbetçi olduğu gecenin birinde dağın yamacına bir paraşütçü düşer ve ölmüş adamın paraşütü rüzgar her estiğinde inip kalkarak canlı bir varlık görünümü kazanır. Bunu gören çocuklar zaten inanmaya hazır oldukları canavar fikrinin artık somut bir hal aldığını görürler. Alandan korkup kaçan ilk kişi olan Ralph, zayıflığı yüzünden Jack’e muhalefet etme imkanı sağlar. Toplantıda bunu kullanan Jack, topluluğu manipüle ederek Ralph’i ve çevresindekileri bıraktığını ve kendi grubuna katılanları besleyeceğini duyurur. Bu arada canavara bir türlü inanamayan ve insan doğasına güvenmeyen Simon, ormanın içinde bu doğanın bir parçası olan canavarla konuştuğunu zannedecek ve insanın özündeki kötülük, bu konuşmayla beraber satırlara dökülecektir.

Canavarı farklı şekillerde sembolleştirebiliriz. Örneğin; çocukların korkuları yüzünden oluşturduğu bir imge ya da iç dünyalarını yansıtan bir metafor. Simon’un konuştuğunu varsaydığı canavar ikinci önerme üzerinden yürütülür ve “Sen biliyordun, değil mi? Sizlerin bir parçası olduğumu biliyordun? Sizlere öyle yakın, öyle yakınım ki! her şeyin bozuk gitmesinin nedeniyim ben. Bunu biliyorsun, değil mi?’ diyerek yazar bir alegori daha oluşturmuş, her insanın içinde bulunan canavara işaret etmiştir. Burada kötülüğün insanın doğasında olduğu anlayışı bir kez daha pekiştirilmiştir. Yazar, bu canavara Sineklerin Tanrısı der ve bu isimlendirmenin kaynağı İngilizlerin şeytanın bir adı olarak kullandığı “beelzebub”dan gelmektedir. Konuşmanın ilerleyen safhalarında daha da ileriye giden canavarın baskıcı tutumu toplum içinde başkaldırmaya yahut gerçeği görmeye, anlamaya yakınlaşmış insanın bir otorite tarafından nasıl baskılandığına bir örnek teşkil etmektedir. Burada psikolojik baskının insan üzerinde nasıl bir hastalık belirtisi olarak baş gösterdiğini de görmüş bulunuyoruz.

Gustave Le Bon

Adada gerçek bir canavar olmadığını fark eden Simon ve akabinde Domuzcuk, Gustave Le Bon’un Kitleler Psikolojisinde işaret ettiği gibi, Jack ve müridlerinin oluşturduğu embesil toplumun duygularının uçlara ulaşmasıyla öldürülür. Bu noktada Le Bon’ un kitabında bahsettiği birkaç hususu değerlendirmek olayların bu noktaya nasıl ulaştığını anlamakta faydalı olacaktır. Öncelikle bireylerin birleşerek oluşturduğu kitle zamanla kendine has bir karakter kazanır ve bu karakter, kitlenin başındaki liderin oluşturacağı imgelem üzerinden şekil alır. Dolayısıyla da kitle yönlendirilmeye açık hale gelir. Le Bon’un imgelem teorisinde bahsettiği üzere Jack, olayları sunuş şekliyle topluma yeni bir bilinç aşılar ve bu bilincin kötücül emeller üzerine kurulması nedeniyle Jack ve kitlesinde aşırılaşma eğilimi ortaya çıkar. Le Bon’a göre bu eğilim, ilkel insandan ata mirasıdır ve kitlelerin aşırı uçlara dönüşmesine sebebiyet verir. Nitekim Jack’ in toplumunda bu aşırılık gün geçtikçe ilerleyecek ve bir kurtarıcının geleceği güne kadar medeniyetin tek bir parçası kalmayarak doğa toplumuna tam bir dönüş sağlanacaktır.

Eser, her ne kadar karamsar bir havaya sahip olsa da umutsuzluğu da umudu da içerisinde barındırır.

Finalde ise, bulunmak için yaktıkları ateşten vazgeçen Jack, Ralph’i bulmak pahasına bütün bir adayı ateşe vererek farkında olmadan bir gemi tarafından bulunmalarını sağlayacaktır. Kovalamacanın sonunda yere yıkılan Ralph, kalktığında sonunun geldiğini düşünse de karşısında duranlar Jack ve kabilesinden biri değil; bir gemi donanmasıdır. Ralph’le konuşan subay büyük hayal kırıklığı yaşar ve bir grup Britanyalı çocuğun kendilerini daha iyi idare edebilmelerini ümit ettiğini söyleyerek çocukların üzerinde duygusal bir etkiye sebep olur. Koskoca bir medeniyeti yıkan çocuklar, yaşadıklarının ağırlıklarını üzerlerinde hisseder ve insanın neleri yapabileceğinin bilincinde olarak kendi kurdukları dünyadan çıkıp gerçek dünyayla yüzleşirler. “…Ve çocukların arasında Ralph, kirli bedeni, karmakarışık saçları, silinmemiş burnuyla, çocukluk döneminin bitmesine, insan yüreğinin karanlığına ve Domuzcuk denilen o gerçek, o akıllı arkadaşın havalarda uçup ölmesine ağladı…”

İnsan yüreğinin karanlığını deneyimlemiş birinin ellerinden çıkabilir böyle bir roman ancak… Yazarın bunu deneyimlemiş olması yer yer okuyucuya zor anlar yaşatsa da kitabın ortalarından itibaren merak oluşturması nedeniyle bir bitirme telaşı alıyor insanı. Eser gerek karakterler üzerinden yürütülen çatışmalarda gerek olaylar üzerinden yapılan tartışmalarda çok yönlü tahliller sunması nedeniyle entelektüel bir birikimin ürünüdür. Yazarın aynı zamanda edebiyat ve felsefe öğretmenliği deneyiminin bulunması, eserin bir kaynağını oluşturur.

Kısaca, eser okuyucuyu insan doğası üzerine bir gezintiye çıkarır ve bunu yaparken okuyucuyu politik, psikolojik, sosyolojik hatta hukuki pek çok açıdan düşünmeye sevk eder. Yazar, yaşanan her bir olayda okuyucunun karakterlerle özdeşleşmesini sağlayarak insana bir iç hesaplaşma da sunar. Bu anlamda eser, ilk okumada mahiyeti anlaşılmayacak pek çok simge barındırır ve paralel bazı kitaplarla beraber okunduğunda sayısız tahlil yapma olanağı sağlayan bir yapıttır. Eser, Golding’in hayatından pek çok kesit içermekle beraber yazarın da bir iç döküşü niteliğinde bana göre. Dikkat çeken bir diğer husus ise çocukların arasında hiç kız bulunmayışıdır. Yazar bununla bir mesaj vermek niyetinde midir, bilinmez. Ancak ben bunu kitabın iktidar mücadelesi üzerinden ilerlemesi hasebiyle bir iktidar oluşturulurken burada erkek hegemonyasının olması gerçeğinin tasvir edilmesi olarak yorumladım. Dikkat çeken başka bir nokta ise, yazarın bir kilise korosu olduğunu söylemesine rağmen kiliseyle ya da dinle alakalı herhangi bir açıklamanın kitap üzerinde açıkça ele alınmayışıdır.

Kitabın vurguladığı bir diğer nokta ise kurulacak bir düzende iktidarın emretme yetkisini elinde bulundururken aynı zamanda ölçülü bir şekilde yaptırım gücü uygulayabilmesinin toplum üzerindeki etkisidir. Çünkü kitapta görüldüğü üzere yaptırım gücünün olmadığı yerde insanlar bir noktaya kadar kendilerini frenler; bir de buna ahlaki normların olmaması eklendiğinde Freud’ un işaret ettiği bir nokta olarak insan, arzularının ve içindeki agresifliğin kölesi olur. Bu noktada çocuklara verilen eğitimden de bahsetmek gerekir. Kitapta gördüğümüz gibi medeniyet, çocuğun taş atacak kolunu koşullandırsa da gözetmenin olmadığı yerde bu koşullandırma unutulur. Bu noktada insanlara verilecek ahlak eğitimin yalnızca sembolik kalmaması, aynı zamanda belli normlar oluşturarak bunların nasıl içselleştirilmesi gerektiği sorusunu sormalıyız. Zira ahlakı olmayan medeniyetler, görüldüğü gibi, bir noktada yıkılmaya mecbur kalır. Son olarak, herkes tarafından her zaman okunacak bir eser ortaya koymuştur Golding.

Koskoca bir medeniyeti yıkan çocuklar, yaşadıklarının ağırlıklarını üzerlerinde hisseder ve insanın neleri yapabileceğinin bilincinde olarak kendi kurdukları dünyadan çıkıp gerçek dünyayla yüzleşirler.

Herkesin okuması gereken bu eser, okurken kendimizi de sorgulayarak içinde bulunduğumuz sistem hatta sistemler üzerine bir sorgulama ve değerlendirme sürecine imkan tanımaktadır. Eser, her ne kadar karamsar bir havaya sahip olsa da umutsuzluğu da umudu da içerisinde barındırır. Evet, nereye gidersek gidelim Sineklerin Tanrısı‘yla karşılaşacağız; hatta bazen onun esiri bile olacağız. Ancak son raddede bir cesaret kıvılcımına sahip olunabileceğini fark etmek bile kötülüğü yenmeyi denemek için insana umut verir ki yazarın son tahlilde yaptığı da bu olmuştur.

Kaynakça

Golding, W. (2006). Sineklerin tanrısı. Çev. M. Urgan. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.

Kapani, M. (2018). Politika bilimine giriş. Ankara: BB101 Yayıncılık.

Le Bon, G. (2018). Kitleler psikolojisi. Çev. E. Kanur. İstanbul: Say Yayınları.

Şüheda Uzuntaş
2021 yılında İLEM Eğitim Programı’ndan mezun olmuştur. Marmara Üniversitesi Sosyoloji bölümünde lisans son sınıf öğrencisi olmakla birlikte halen İlmi Etüdler Derneği’nde komisyon çalışmalarına devam etmektedir. 
Leave a Comment