Hindistan, Bizim İçin Neredeyse İkinci Bir Endülüs

Geçtiğimiz günlerde İLEM ekibi olarak bir konferans maksadıyla Hindistan ziyareti gerçekleştirdik. Bu ziyaret kapsamında Delhi (eski adı Şahcihânâbâd) ve Agra (eski adı Ekberâbâd) şehirlerini gezdik. İtiraf edeyim ki, bir yanda küçük bir azınlığın olağan üstü bir refah içinde, buna karşılık büyük çoğunluğun sefalet içinde bir hayat yaşadığı coğrafyayı gördük. Toplumsal olarak tabakalaşma durumunun diğer ülkelerdeki üst-orta-alt ayrımının aksine burada alt tabakanın daha da ayrışarak alt, altın altı, en alt ve dip gibi bir tablonun olduğunu gözlemlemiş olduk. 1.3 milyar nüfusa sahip olan Hindistan’ın %50’sinden fazlasının bahsettiğimiz hayat şartlarında yaşaması bunun kanıtıdır. Dünyanın “batı” tarafının müreffeh, “doğu” tarafının ise bu şekilde sefil bir hayat içerisinde yaşaması esasen sosyal ve ekonomik adaletsizliğin çok acı göstergelerindendir. Bu durum karşısında özelde İLEM, genelde ülke olarak bizlerin bu gelir adaletsizliğini dünya gündeminde sürekli canlı tutarak, bu adaletsizliği önleyici faaliyetler yapmamız gerektiğine daha bir kanaat getirdik.

Şehir içerisinde gezimizi sürdürürken gözlemlediğimiz kadarıyla Delhi ve Agra’nın %30’luk kesimi günlük 2 doların altında yaşam mücadelesi vermektedir. Bu rakam gerçekte Hindistan’ın ortalamasını yansıtmaktadır. En az o kadar insan da günlük hayatını geçindirecek bir gelir ile hayatını sürdürmektedir. Nitekim kaldırımlarda, banklarda, parklarda yatan veya çadırlarda yaşamını sürdüren ve dilenen insanlar gözümüze sürekli ilişmekte, şehrin sokaklarına ve çarşısına girdiğinizde de fakirlik hemen hissedilmektedir. Hâlbuki XIX. asra kadar İslam şehirlerinin en müreffehlerinden birisi olan Delhi, İngilizlerin Cuma Mescidi Cami ile Red Port diye isimlendirilen Babürlü sarayı arasındaki en az bu iki eser kadar mimari olarak muhteşem ve ticari olarak kavşak noktada olan çarşıyı tamamen yıkmaları ve şehrin diğer yerlerini de tahrip etmeleri neticesinde ihtişamını kaybetmiştir. Netice itibariyle Delhi, Hindistan’ın başkenti olmasına rağmen sokaklarında ve insanlarında mezkûr ihtişamı kaybetmenin acı görüntüsünü her haliyle yansıtmaktadır.

Hindistan, ekonomik işlerinin toplam hasılası itibariyle G-20 ülkeleri arasında yer almasına rağmen bunun nüfus fazlalığının ortaya çıkardığı bir durum olduğunu ifade etmemiz gerekmektedir. Nitekim sanayi, ticaret ve tarım olarak sahip olduğu imkanlar bakımından Türkiye’yi kriter olarak alırsak onun neredeyse yarım asır gerisinde olduğunu belirtebiliriz. Ancak insan gücüne dayalı işlerin yoğunluğu hemen dikkatleri çekmektedir. Taşımacılıkta hala bisiklet kullanımı, hamallık ve çiftçilik meslekleri bunun tipik örnekleri arasındadır.

Hindistan’ın kuzeyinde ve Yamuna nehrinin etrafında kurulmuş olan Delhi, yaklaşık 14 milyon nüfusa sahip bir şehirdir. Çok çeşitli kültürlerin, geleneklerin ve dinlerin içinde barındığı renkli ve kozmopolit bir özelliğe sahip olan Delhi, daha önce pek çok dönem Müslüman Hindistan’ın başkenti olmuştur. Ancak İngiliz işgali ile başlayan yeni dönemde şehrin Müslüman sakinleri büyük oranda yeni kurulan Pakistan’a dâhil olmuşlar. Bu durum da şehir nüfusunun dağılımını ciddi etkilemiştir. Şehir sakinlerinin %75’lik çoğunluğu Hinduizm dinine inanmakla birlikte geriye kalan %25’lik kesim sırasıyla İslam, Sihizm, Caynaizm, Hristiyanlık ve Judaizm’e mensuptur. Konuşulan diller Hint dili başta olmak üzere İngilizce, Pencap ve Urdu dilleridir.

Hindistan, Bizim İçin Neredeyse İkinci Bir Endülüs

Delhi ve Agra caddelerinde gezerken Müslümanların meydana getirdikleri medeniyet şaheserleri ile iç içe bir his içerisinde bulunuyorsunuz. Açıkça görünen o ki, Müslüman siyasi otoriteler döneminde yapılan mimari eserler bugün de göz almaya devam etmektedir. Örneğin; Gazneliler, Delhi Sultanlığı ve Babürlüler gibi devletlerin, İmam Rabbani, Şah Veliyyullah Dıhlevi, Muhammed İkbal, Mevdudi, Nedvi gibi önemli şahısların diyarında onları daha yakından hissediyorsunuz. Bu devletler ve isimler üzerinden Müslümanların Hindistan coğrafyasında özellikle 16. asır itibariyle devasa eserler ortaya koyduğunu bizatihi müşahede etmiş olduk. Nitekim Hodgson’un 17. asırda Müslümanların hüküm sürdüğü üç devlet arasında Babürlüleri zikretmesi bunun aşikâr edilmiş halidir. Ancak XX. asrın ortalarında İngilizlerin oluşturduğu kamuoyunun kurbanı olan Pakistan’ın Hindistan’dan, daha sonraki yıllarda Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılması hem Hindistan içinde kalan hem de bağımsızlığını kazanarak ayrılan Müslümanlarının sürekli bir sorunlar yumağı içinde hayatlarını sürdürmesini kaçınılmaz hale getirmiştir. Hala canlı olarak devam eden Keşmir meselesi, Bangladeş’te Cemaat-i İslami’ye yapılan baskılar ve önde gelenlerinin idam edilmesi, bunun tipik örnekleri arasındadır. Halbuki bu ayrışma yaşanmasaydı Mevlana Ebul Kelam Azad ve Nedvilerin ifade ettiği gibi Hindistan’da bugün 800 milyon nüfus olarak Müslümanlar çok etkili bir konumda olacaklardı.

Hindistan’da çok çeşitli inançların ve kültürlerin bir arada yaşadığını daha önce belirtmiştik. Bunlar arasında en dikkat çekici olanları; Hinduların araçlarında ilahlarının resimlerini sürekli taşımaları, heykellerini bir meta gibi satmaları, Sihlerin başlarına sardıkları sarıklarla gezmeleri, ineklerin sokaklarda rahatlıkla dolaşmasıdır. Paganizm/putperestliğin hayatın içinde bu kadar sıradan bir halde olması Kuran kıssalarının kıyamete kadar mesaj verir olduğunu ayne’l-yakin idrak ettirmiş oldu. Malumdur ki, ilahın, yarattığı bütün varlıklarda tezahür etmesi itibariyle doğanın ve doğadaki varlıkların kutsal olması, Brahmanizm’de hâkim bir anlayıştır. İlahın yarattığı ilk varlık olan inek ise esasen bu özelliği ile kutsaldır. Gerçekte Panteist bir anlayışı yansıtan bu inanç, ineğin yanı sıra pek çok varlığa kutsiyet atfetmeyi beraberinde getirmiştir. Görüştüğümüz bir Hindu kadın, sabah ilk ekmeğini ineği için yaptığını belirtmişti.

Trafik konusunda Kahire, Tahran, Tunus ve tabii ki İstanbul yıpratıcı olsa da Yeni Delhi’nin eline hiçbiri su bile dökemez. Yeni Delhi’de gündüz gece neredeyse günün her saatindeki gözlemlenen kaotik trafik görüntüsü içerisinde Tuk Tuk denilen üç tekerlekli ulaşım araçları adeta ulaşımın can damarı mesabesindedir. Bu araçların küçük ve hareket kabiliyetinin yüksek olması, çok yoğun ve canlı olan trafiğin insanlar için çekilmez olmamasında önemli bir avantaj sağlamaktadır. Bindiğimiz on kadar ayrı tuktukta şoförün önünde inandığı tanrı/ların resimleri hemen göze çarpmaktadır. Birkaç tanesinde Kâbe ve ayet gibi resimler görmemiz bizde şehirde dini ve kültürel etkileşimin çok yoğun yaşandığının izlenimini verdi. Bu etkileşimi özellikle mabetler ve dergâhlarda yakinen hissettik. Örneğin; daha girişte, yani dış kapıda tapınaklara da camilere ve dergâhlara da ayakkabısız girilmesi; tapınaklardaki ilahlara karanfilin, dergâhlarda ise güllerin hediye edilmesi; Sihlerin müzik eşliğinde ayinlerini yaparken dergâhlarda da yine müziklerle ilahiler söylenmesi bu etkileşimin sadece birkaç yansımasıdır.

Muson ikliminin hâkim olduğu bölgede çok nemli bir hava ve yemyeşil bir doğa size gülümsüyor. Bu durum İbn Haldun’un da belirttiği “sıcak bölgelerin insanları rahat bir yapıya, eğlencelere daha düşkün bir karaktere yatkındır” durumunu ortaya çıkarmaktadır. Hintliler sıcak iklimin insanları olarak bu özelliklere sahip bir görüntü arz etmektedir. Özellikle kadınların giysilerinin yerel özelliklerini muhafaza eden capcanlı görünümü mezkûr durumun bir başka yansımasıdır. Diğer taraftan ülkede muson yağmurları sebebiyle suyun bolluğu bölgenin mimarisi ile iç içe geçen bir durum faş etmektedir. Özellikle Taç Mahal, Agra Sarayı ve Red Port’ta dikkatleri çeken bu durum saraya su ile mimarinin birleşimi bir sanat olarak harikulade bir güzellik katmıştır. Suyun sarayın hemen hemen her yerinde havuz veya arklar ile gezdirilmesi muhteşem bir sanat eseri ortaya çıkarmıştır. Halihazırda Taç Mahal dışındaki mekanlarda suyun olmaması muhteşem manzarayı görmemize imkan vermese de onun hayali dahi bizi heyecanlandırmıştır.

Ve son olarak, Hindistan’ın gezme imkânı bulduğumuz Delhi ve Agra şehirlerinde dikkat çeken bazı mekânlar şunlardır. Kanaatimiz, aynı zamanda bu mekânlar, bu şehirlere gidildiğinde muhakkak ziyaret edilmesi gereken yerlerdir.

Babürlü Sarayı (Kal’a Mubarek): La’l Kal’a veya Red Port şeklinde isimlendirilen ancak eksik ve yanlı bir isimlendirme olarak zikredeceğimiz bu ad, oranın sadece bir kale olduğu izlenimi uyandırmaktadır. Halbuki burası kalenin içinde Müslümanların Babürlü döneminde mimari ve sanat olarak ulaştığı zirvenin tipik bir örneğidir. Zira yaklaşık 255 dönümlük devasa bir alanda gayet sistematik bir şekilde Şah Cihan tarafından 1648 senesinde inşa edilen bu saray, muazzam bir mimari, ihtişamlı surlar, estetik yönü hayli güçlü yapılar ile insan üzerinde derin etkiler bırakmaktadır. Bu sarayın biz de bıraktığı ana etki, Delhi’nin önceki asırlarda çok açık Müslüman bir şehir örneği arzettiği ancak günümüzde bu özelliğini kaybetmiş olduğu acı gerçeğidir.
Hümayun Kabri: Delhi’de Babürlülerin Moğol mimarisine göre 1565’te yaptığı ilk eserdir. Hümayun’un ölümünden 9 sene sonra yaptırılmıştır. Özellikle Timurlular ve Safevilerin etkisinin hissedildiği bu kabir, şehre vurulan Babürlü mühürlerinden sadece bir tanesidir.

Cuma Mescidi: 1644’te inşaatı başlayan ve 25.000 kişinin namaz kılabildiği bu cami Babürlülerin Hindistan’daki en büyük camisidir. 3 kapısı, 4 kulesi ve 2.40 m yüksekliğinde minareleri bulunan cami kırmızı taş ve beyaz mermerden yapılmıştır. Cuma Cami mimarisiyle hayli etkileyici ama kulleteyn abdest havuzu bizim temizlik kültürümüze uymayan bir şadırvan örneğidir.

Hz. Nizamuddin Kabri ve Dergâhı: Tarihi Nizamuddin köyünde bulunan kabir, 1325’te vefat eden Şeyh Nizamuddin Ali Çişti’ye aittir. Bugün aynı zamanda ziyaret edilen bir dergah olan kabir, Hindistan’daki tasavvufi akımların öncülüğünü yapması itibariyle önemlidir.

Kutup Minar: Tam adıyla Kuvvetü’l-islâm kompleksinde 72 m yüksekliğinde olan minare 1193’te Kutbeddin Aybak’in son Hindu Delhi veya Gurlu Krallığı’nı ortadan kaldırmasının ve Delhi Sultanlığı hükümranlığının tescili olarak yaptırdığı bir eserdir. Her biri sağlam balkonlarla sarmalanmış 5 katlı bir sütunun en altı 15 m, en üstü ise 2.5 metre olan bu eser, müthiş bir zerafet ve ihtişam örneğidir. Minarenin bulunduğu alan esasen saray olarak kurgulanmıştır. Bu alan içerisinde 24.5 m uzunluğunda tamamlanmamış bir minare daha, yıkıntı halinde olan surlar, medreseler ve bir kabir bulunmaktadır.

Hindistan Kapısı: Delhi’nin merkezinde yer alan kapı 42 metre yüksekliğindedir. I. Dünya savaşında İngiliz ordusu içerisinde savaşan Hintlilerden 70.000 hayatını kaybeden askerin adına dikilmiş bir anıttır. Dahası anıtta ismi yer alan 13.516 asker ise 1919’da Afganlılar ile yapılan savaşta ölmüştür. Bizim Çanakkale Şehitleri Abidesi benzeri bir maksatla yapılmıştır. Ancak bu kapı, Hintlilerin İngilizlerin kışkırtması ile Müslümanlarla savaşmalarının bir yansıması olunca Müslümanlar için sahiplenilmeyen bir mekân olarak durmaktadır.

Tac Mahal: Babürlü sultanlarından Şah Cihan’ın yaptırdığı bu eser Hint-Türk mimari üslübundan gelmektedir. Bu üslübun doruk noktasını teşkil eden Taç Mahal hem sanat hem de estetik bakımdan büyüleyici bir güzelliğe sahiptir. Dünyanın en güzel binalarından ve belki de en güzeli olan Taç Mahal’in romantik hikayesi bir yana herhalde saatlerce sıkılmadan izleyebileceğiniz bir ihtişamı, ahengi ve sanat güzelliği bulunmaktadır. Su ile yeşilin bir araya getirildiği geniş bir bahçe içerisinde bulunan Şah Cihan’ın ve eşinin kabrinin bulunduğu Taç Mahal’in iki tarafında ihtişamlı iki kale daha bulunmaktadır.

Agra Kalesi ve Sarayı: Muhteşem bir binaya sahip ve Taç Mahal ile yarışır nitelikte ihtişamlı olan Agra Kalesi’nin %40’ı turistlere açık, geri kalanı ise asker kontrolündedir. Hemen yanı başında minarelerini gördüğümüz ama ibadete açık olmayan cami, Şah Cihan’ın Taç Mahal’in inşasında çalışan Müslüman zanaatkârlara teşekkürü olarak yapılmış harika bir eserdir.

Leave a Comment