Hindistan Seferinin Düşündürdükleri

‘Gezmek insanın önce nutkunu keser sonra da onu bir hikayeciye çevirir’ der meşhur seyyah İbn-i Batuta. Eylül ayı başında İlmi Etüdler Derneği’nin (İLEM) organizatörlerinden olduğu konferansa katılmak üzere gittiğim Hindistan bende tam da bu etkiyi meydana getirdi ve bir haftalık seyahatten geriye bir hayli gözlem, özlem ve düşünce kaldı… Her ne kadar bunların hepsini kağıda dökmek zorsa da Hindistan’a gitmişken oradan dimağımda kalan hazzı paylaşmamak olmaz.

Hindistan gerek genel anlamda dünyadaki konumu gerekse de Müslümanlar açısından ifade ettiği anlam açısından son derece önemli bir coğrafya ve dünyada kendi adıyla bir medeniyete sahip olan ender ülkelerden de bir tanesi. Tarihin kaydedilen en eski medeniyet izlerinin bulunduğu havzalardan bir tanesi bu Hint alt kıtasında bulunuyor. Hint medeniyeti yemeklere kattığı baharat gibi diğer bütün medeniyetlere de çeşnisini vermiş ve onlardan çok şey almış. Bu coğrafyayı en iyi bilmesi gerekenler Müslümanlar olmasına rağmen İslam bünyesinin bu önemli azası hak ettiği ilgiyi zamanla yitirmiş görünüyor. Hoş biz İslam ümmetinin o kadar yitik değeri var ki insan hangisine tahassür edeceğini şaşırıyor…

Yıllar önce Hindistanlı bir arkadaşımdan bana biraz ülkesinden bahsetmesini rica ettiğimde tebessüm etmiş ve ‘nereden başlasam, bilemedim ki’ diye karşılık vermişti. Hindistan’da o kadar çok millet, o kadar çok dil ve inanış var ki, dışarıdan bakan bizlerin bunu kolayca kavramasının bir yolu yok. 2 Eylül sabahı Yeni Delhi’deki Indira Gandhi havaalanından dışarı adımımı atmamla farklı bir ülkeye geldiğimi hissetmem bir oluyor. Tabi bunda etrafta bol sayıda geleneksel Hint kıyafetli insan görmemin temel neden olduğunu itiraf etmem gerekir. Doğrusu şehrin içlerine doğru ilerledikçe tek tipleşen dünyanın bütün unsurlarını ve çapraşıklıklarını içeren bir şehir olarak çıkıyor karşıma Yeni Delhi. Standart mimari yapılar, kalabalık nüfus, yetersiz altyapı ve yaygın bir yoksulluk bu şehre dair ilk gözüme çarpan hususlar oluyor. Ancak elbette Yeni Delhi bunlardan ibaret olmamalıydı ve daha görecek çok şey olduğuna emindim. Saatler öğle vaktine yaklaşınca Cuma Namazımızı eda etmek üzere şehir merkezinde bulunan Cuma Camii’ne gittiğimizde bu bir buçuk milyara yakın nüfuslu ülkede ne kadar çok Müslüman yaşadığını bizzat müşahede edebiliyorum. Hindistan’da yaklaşık iki yüz milyon Müslüman var ve yakın tarihimizde bile bu Müslüman kardeşlerimizle ülkemiz arasında hep güçlü bağlar olmuş. Tarih boyunca olmuş olmasına ama ‘ya bugün?’ diye düşünüyorum kendi kendime ve heyhat diye içerliyorum, heyhat!..

Bu izlenimlerle, Yeni Delhi’de fazla vakit geçirmeden programımızın parçası olarak Agra kentine hareket ediyoruz. Agra yani Babürlerin azametli payitahtı,  Şah-ı Cihan’ın, karısı Mümtaz Mahal’in ve tabi Taç Mahal’in ev sahibi olan kent… Rehberimiz Şah-ı Cihan’ın karısına olan aşk ve vefasının nişanesi olarak inşa ettirdiği bu şaheserden bahsediyor, ben eseri temaşa edip etrafı seyrederken. Taç Mahal’in ardından diğer bir Babür eseri olan ihtişamlı Agra Kalesini geziyoruz ve Yeni Delhi’ye dönmek üzere hareket ediyoruz.

Başkente geri dönerken şehrin dış bölgelerin oluşmakta olan gösterişli yapılar ve izole yaşam alanları düşündürüyor beni. Şehrin hemen her yerinde karşıma çıkan fakirlik ve yoğun dilenci sayısını gördüğümde ise düşüncelerim her defasında katmerleniyor. 5 Eylül sabahı konferansımız başlıyor ve iki gün boyunca İslam dünyasının değişen siyasi zeminini konuşuyoruz Hindistanlı meslektaşlarımızla. Biz Hindistan’a ulaşmadan kısa süre önce Keşmir’de meydana olaylar ve Hint hükümetinin verdiği sert tepki program boyunca hepimizin hâletiruhiyesini etkiliyor. Bir anlamda on yıllardır Müslümanların kanayan yaralarından bir tanesi olan Keşmir sorunu, kanıyla canıyla çıkıyor karşıma… Akşam Keşmirli oda arkadaşım Ghazi, yaşananları ayrıntılı anlattıkça büyük şar Muhammed İkbal’in dizesini anımsıyorum gayriihtiyari “bu toprakta her zerre mustarip bir nazardır…” Konferansta Çin’den, Orta Asya’ya, Hindistan’dan Ortadoğu’ya kadar çeşitli örnekler üzerinden İslam dünyasının meseleleri üzerine tebliğler sunuyor ve dinliyoruz. Programa Milli İslam Üniversitesinden ve diğer üniversitelerden öğrencilerinin gösterdiği ilgiyi ise her türlü takdire şayan buluyorum.

Seyahatimizin son günü olan 7 Eylül Çarşamba gününün Yeni Delhi’ye dair bambaşka izlenimler edinmeme gebe olduğunu sabah uyandığımdan kestirmeme imkan yoktu. Özellikle Cuma Camii’nin yakınındaki Kızıl Kale’yi gezerken ben ve yol arkadaşlarım türlü sorulara gark oluyoruz. Büyük bir alan üzerine kurulu muazzam bir saray kala şeklindeki bu yapı Babür ihtişamının önemli nişanelerinden bir tanesi olarak tüm haşmetiyle günümüze kalan eserlerden bir tanesi. Ne var ki, mevcut halini temaşa ederken bu esere çok da iyi bakılmadığını tespit ediyoruz ve üzülüyoruz. Bir yandan Cuma Camii ve civarını diğer yanda bu muhteşem yapıyı düşünüyorum mevcut kaotik görüntünün dışına çıkmaya çalışarak…   Her ne kadar Hint alt kıtası yirminci yüzyıl boyunca son derece vahim iç çatışmalara ve parçalanma süreçlerine şahitlik etmişse ve bu coğrafyada Pakistan ve Bangladeş adıyla iki İslam devleti ortaya çıkmışsa da Hindistan hala bu bölgede İslam tarihinin izlerinin en bariz haliyle gözlemlenebileceği yer konumunu koruyor. Abdullah b. Muhammed Baki-billah, İmam Rabbani, Ahmed Diyobendi, Şah Veliyullah, Senaullah Harabati ve daha niceleri metfun bu topraklarda… 8 Eylül günü sabaha karşı bu ülkeden bu düşüncelerle ayrılıyorum, İkbal’in Endülüs’ü anlattığı şu dizelerin Hindistan içi de pekala geçerli olduğunu düşünerek:

Endülüs’ün havasında hâlâ Yemen’in kokusu var,
Onun şarkılarında hâlâ Hicaz ahengi var!

Leave a Comment