Ali Haydar Haksal’dan Edebiyatın Bugününe Dair
Röportaj: Sena Yığcı
Ali Haydar Haksal, 16 Mayıs 1951, Hasköy / Kiğı / Bingöl’de doğdu. İlkokulu babasının yanında okudu. 1960 yılında babasını kaybetti. Hasköy İlkokulu (Kiğı), beş yıl ara verdikten sonra Elazığ İmam Hatip Okulu (1975) ve Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü (1979) bitirdi. Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi İslâm Düşüncesi Anabilim dalında yüksek lisans yaptı. İlk öyküsü “Tıkırtı” 1973 yılında Millî Gazete’de yer aldı. 1980- 1986 yılları arasında Mavera dergisinde öykü ve diğer yazıları yayımlandı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Yedi İklim dergisinin kurucuları arasında yer aldı. 1987 tarihinden itibaren aylık olarak yayımlanmaya başlayan derginin sahipliğini ve yazı işleri müdürlüğünü üstlendi. Bugün halen yayın hayatına devam eden Yedi İklim dergisi, usta çırak ilişkisini canlı tutarak hem ustaların izleriyle yarına bir yol açıyor hem de taze yeteneklere yer veriyor. Biz de bu röportajımızda, yaşayan ustalarımızdan Ali Haydar Haksal ile edebiyatın bugününü konuştuk.
- Yedi İklim dergisinin varlığını ve sürekliliğini oluşturan temel kaynak nedir? Bu kaynak bugün halen aynı şekilde besleniyor mu?
Yedi İklim dergisinin kaynağı temelde insan, arkadaşlar ve ekip. Biz Mavera dergisinden ayrıldığımızda dört arkadaş beraberdik. Sonra başka arkadaşlar da katıldı geniş bir ekip olduk. Bir derginin en önemli özelliği kolektiflik yani birliktelik. Arkadaş grubunun birlikte olması bir de bu arkadaş grubunun farklı özelliklerinin olması. Bir dergiyi sadece şairler çıkarıyorsa o zaman sadece şiir eksenindedir, öykü yazan biri varsa öykü ekseninde. Fakat Yedi İklim’de öyle olmadı hem şiir hem düşünce hem sanat bütün olarak ele alındı bir de geleneksel olarak bizim öncülerimiz bizlere dergicilik hayatında ağabeylik yaptı, ustalık yaptı. Usta ve çırak ilişkilerinde zaten dergilerin sürekliliği kalıcı oluyor ve devam ediyor. Biz de Yedi İklim dergisini kurduğumuzdan beri, bugün rahatlıkla ifade edebiliyoruz, beş kuşak Yedi İklimde gelmiş geçmiş durumda. Bu beş kuşak ister bizde tutunup kalanlar olsun ister tutunup kalmayanlar olsun ya kitaplar çıkarmışlardır ya dergiler çıkarmışlardır ya da başka dergilerle beraber olmuşlardır. Bundan dolayı Yedi İklim’de tabii ki inişler çıkışlar oldu fakat bu iniş çıkışlar da geçici oldu. Bugün Yedi İklim, ana kadrosunu ana özünü koruyarak yoluna devam ediyor.
- Günümüzde dergicilik ve edebiyat özellikle de dijitalleşmeyle beraber yeni, sağlam bir yöne evrilir mi yoksa bu işin ruhunu muhafaza edebilecek olan yalnız geleneksel yollar mıdır?
Tabii sağlıklı olan geleneksel yolda olan dergiciliktir. Dergi bir nesnedir, bu nesneyi biz elimize aldığımızda onun ağırlığı, içeriği, kokusu olmalıdır. Eskiden matbaadan bir dergi geldiğinde ilk yapılan iş; sayfaları açılır, o koku alınırdı. O kokuyu hissederdik. Şimdi kitap tutkunu olan insanlar bizim şu kütüphaneye girdiklerinde tepkilerinde kitap kokusu ifadesi oluyor. Şimdi dijital dünyada böyle bir olgudan söz etmek mümkün değil. Yani bir kere bir nesneye dokunamıyorsunuz, sayfalarını çeviremiyorsunuz hatta parmağınızın ucunu ıslatıp o sayfayı çevirmek için bile bir çaba içerisine girmiyorsunuz. Geçmiş yıllarda edindiğim kitaplarıma bazen bakıyorum, kırda tarlada çalışırken bir çiçek koparmışım arasına atmışım. Bu çiçek orda duruyor ve benim için hala bir değer ifade ediyor. Yani doğayla hayatla iç içe olan bir anlayış, bir hayat var burada. Şimdi orda toprağın kokusunu, çiçeğin kokusunu, insanın kokusunu her şeyi alabiliyorsunuz. Bu dijital dünya dediğimiz yerde hiçbir zaman böyle bir his böyle bir duygu yaşayamazsınız. Denetimden de uzaktır.
Yedi İklim dergisinde şiirleri yayımlanamayan ya da diyelim başka yerlerde de şiirlerini yayımlayamayanların en kolay başvurdukları yollardan biri e-dergi çıkarmak, e-yayın yapmak. Çünkü kişi orada kendi başına buyruk. Orada denetim diye bir şey yok, eleştiri diye bir şey de yok. Ben zaten o dünyayı bir anlamda ‘gayya kuyusu’ olarak ifade ediyorum, gayya kuyusuna atıyorsunuz boşluğa gidiyor. Şimdi Yedi İklim dergisinin 43-44. Sayıları Sezai Karakoç özel sayılarıdır, arşivlerde duruyor. Siz diyelim ki bu e-dergileri çıkaranların özel sayılarını o anda isteseniz elde edemezsiniz çünkü o gayyada yitip gidiyor. Çok zor yani biri akademik çalışma yapacak ya da başka bir şey yapacak da orada onunla karşılaşabilsin. Ama bir kitap, kütüphanenin rafına sıkışan bir dergi… Birinin eli mutlaka ona ulaşır ve orada ilgili olsun ya da olmasın onu mutlaka inceler, eleştirir okur ya da ondan bir şeyler edinmeye bakar.
- Gençlerin içinde bulundukları edebiyat ortamının düşünce geleneği ve misyonu, onların metinlerinin izleyeceği yolu nasıl etkiler?
Bizim dergicilikte önemsediğimiz en önemli husus bir insanın kendi varlığı ve kişiliği. Sezai Karakoç’un çıkardığı bir dergiyi düşünün. Necip Fazıl’ın çıkardığı bir dergiyi, Cahit Zarifoğlu’nun, Nuri Pakdil’in Rasim Özdenören’in çıkardıkları dergileri düşünün. Şimdi buradan bakıp geleceğe doğru yol aldığımızda günümüz dergiciliğinde gençlerin çıkardığı derginin merkezinde kim var? Hangi yetkinliğe sahip veya seçkin bir şair midir, bir öykü yazarı mıdır, bir düşünür müdür? Soruna buradan bakarız. Genç arkadaşların tabii ki dergileri çıkacak ki onlar da bir oluş dönemindedir. Eğer oluş döneminin kendi arka planında düşünce ve zihin dünyası oluşmamışsa başkasına ne verebilir? Önce kendisine ne verebilir? Yani bizim kendimize veya başkasına verebileceğimiz bir şey var ise o zaman onun bir değeri ve bir karşılığı olur.
Dergi bir nesnedir, bu nesneyi biz elimize aldığımızda onun ağırlığı, içeriği, kokusu olmalıdır. Eskiden matbaadan bir dergi geldiğinde ilk yapılan iş; sayfaları açılır, o koku alınırdı. O kokuyu hissederdik.
Gençlerin heyecanları elbette normaldir, olağandır. İşte ilk aşamalarda fanzinlerde başlanır, okul dergilerinde başlanır. Daha sonra onun bir aşaması daha olur. Ben Mavera dergisine otuz yaşında katıldım, otuz yaşında katılırken de benim ustalarım vardı. Yaşım ileri olmasına rağmen ustalarım vardı ve beni yönlendiriyorlardı. Şiir yazıyordum ve ustalarım şiir yazmamı istemedi. Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören öykü yazmamı istediler, bunda da isabet etmişler. Bana kalsa ben şiir yazmaya devam edecek miydim? Ederdim. Edebilir miydim, sonuç alabilir miydim? Orası soru işareti. Ama tabii biz Mavera’da yazdıktan sonra belli bir yaş olgunluğuna geldikten sonra Yedi İklimle birlikte de olgunlaştık. Böyle bir süreç var. Sezai Karakoç olmasa, onun etrafında yer alan gençler onun yanında yer almasa bugün acaba nerede olurlardı? O dönemde gelen çok şair ve yazar var. İdeolojiler var, kesimler var, taraflar var. Yani o tarafların birisinde gidip farklı bir yerde yer alabilirdi o insanlar ama öyle olmadı. Sezai Karakoç’un etrafında yer alanlar kalıcı oldular, bunu söylemek istiyorum.
- Aynı anda -şiir hikaye gibi- iki edebi türle de ilgilenmek mümkün müdür?
Mümkündür tabii ama odaklanma sorunu vardır. Ben kendimden örnek verdim, Mavera dergisine 1980 yılında bir dosya öykü bir dosya şiirle gittim. Şiirlerim benim arşivimde hala duruyor, dönüp onlara hiç bakmadım bile. O şiirler nasıldır, ne değildir? Gidip onları açıp bakmadım. Arkadaşlarıma kalsa iyi şiirlerdi fakat rahmetli Zarifoğlu bana bir mektup yazdı; biz Rasim ile senin öykülerine baktık Rasim senin öykülerini çok beğendi. Bunlar Mavera dergisinde sırayla yer alacak, dendi. Ve ben de ona bağlı kaldım. Şiire bundan yaklaşık on üç yıl önce -çok az yazdım arada ama- yeniden başladım, yeniden geldim. Ama bugün yazdığım şiir o dünkü şiir değildir, bugünün şiiridir. Farklı bir şiirdir.
Eğer kişi başarılı olmak istiyorsa kendi yeteneğinin nerede daha iyi olduğunu hesaba katıp orada devam etmesinde yarar görüyorum. Şiir geleneğimiz çok kuvvetlidir. Biz geçmişe dönüp baktığımızda cumhuriyet öncesi dönemde altı bin divan sahibi şair var. Bugün kaç tane şairin adını anabiliriz taş çatlasa zorlasak on beş-yirmiyi geçmez. Oysa o kadar şair gelip geçmiş ve içinde çok iyi şairler de var ama unutmuşlardır. Şiirde yüzyıllar hızla geçiyor. Biz bir yüzyılı devirdik. Şimdi 2023’teyiz iki binli yıllardan önceki döneme baktığımızda binlerce şair var, şimdi sorsak bir on beş-yirmi isim sayabiliriz. Bundan bir süre sonra o on beş-yirmi isim de akla gelmeyebilir. Onun için kişinin kendi yeteneği doğrultusunda hareket etmesi, olgunlaşması, asıl büyük eseri o zaman ortaya koyması gerekir.
- Yedi İklim dergisinde yazıları yayımlanmaya başlayan bir gence verdiğiniz temel tavsiyeler nelerdir?
Biz öncelikle geniş okumalar yapmasını, acele etmemesini, sabırlı davranmasını, metinlerini iyice süzmesini yani kıymasını söyleriz. İnsan kendinden doğan bir şeyi çok kıymetli bulur, o kıymetli bulduğu şeyleri feda etmek istemez, işte diyelim ki süslü bir imge gelir aklına, bir kavram, bir ifade, bir sözcük gelir ona kıymak istemez. Oysa metnin saf ve süzülmüş hali kıymetlidir. Gelecekte utanmayacağı, yüzünün kızarmayacağı metinler ortaya koyması önemlidir. Ben şunu hep ifade ederim, söylerim: büyük şair ve sanatçıların ilk eserleri kendisini belli ediyor. Sezai Karakoç Körfez şiir kitabıyla, Cahit Zarifoğlu İşaret Çocuklarıyla, Rasim Özdenören Hastalar ve Işıklarla, Nuri Pakdil Batı Notlarıyla… Böyle bir çıkış var eğer bu çıkışınız farklıysa ondan sonra onun daha üzerine koyarak gitmekle yükümlüsünüz. Bu da insanı kendi alanında ileriye doğru götürmeyi sağlar, hedefine ulaştırır.
Burada kendimi zaman zaman örnek veririm, benim on yedi yaşında ortaokul bire kaydım yapılmış. Yirmili yaşlardan sonra kitap okumaya başlamışım, yerel gazetelerde yazılar yazmışım, 1973 yılında Milli Gazete’de açılan bir öykü yarışmasında ilk öyküm yayımlanmış ama ulusal düzeyde otuz yaşında Mavera dergisinde öykülerim yayımlanmış. Geç kalmış gibi görünebilirim ama geç kalmamışım. Şimdi dönüp geriye baktığımda 1930, 30’lu yaşlar… Şu anda yetmişli yaşlardayım, yetmiş iki yaşındayım. Yetmiş iki yaşın hemen her bir yılına bir eser sığmış hatta fazlasıyla sığmış durumda. Demek ki çaba gösterirse, emek verirse, okumaları yoğunlaştırırsa o zaman adım adım hedefine doğru gider. Gençlere çok okumalarını; egzersiz yapmalarını, karalamalarda bulunmalarını, gerekirse yırtıp atmalarını, göz ardı etmelerini, yeniden başlamalarını ama umutsuzluğa kapılmamalarını öneririm.
- Sizlerin yazın ve yayın hayatına başladığınız dönemle kıyasladığımızda mevcut edebiyat ortamı için ne gibi avantaj ve dezavantajlardan söz edebiliriz?
Bizim dönemimizde çok dergi yoktu örneğin. Dijital dünya yoktu, elektrik postayla metinlerimizi gönderme imkanımız da yoktu. Kurşun kalemle, tükenmezle ya da bulabilmişsek bir daktiloyla yazabildiğimiz, kaydedebildiğimiz metinlerimizi dergilere gönderirdik. Üniversite yıllarında ben kredi parasıyla, toplu parayla kendime bir daktilo aldım. Ondan sonra da yazılarımı daktiloda yazmaya başladım. Daktilo bilgisayar gibi değil. Yazıyorsunuz, belli bir yönünü çıkarmak gerekiyor. Ya o kağıdı yırtıp atacaksınız, yeniden başlayacaksınız ya üstünden tekrar geçeceksiniz, onu tekrar daktiloya geçeceksiniz vesaire vesaire… Böyle zor tarafları vardı fakat bu egzersizler bizi bir anlamda da yazı yazmaya zorluyordu. Şimdi bilgisayarlara veya cep telefonlarına bir çırpıda aklınıza gelenleri döküyorsunuz sonra belli bir süzgeçten geçirmeden bir e-dergide, bir fanzinde, şurada ya da burada yayımlıyorsunuz. Bu tabii sağlıklı sonuçlar doğurmuyor.
Büyük şair ve sanatçıların ilk eserleri kendisini belli ediyor. Sezai Karakoç Körfez şiir kitabıyla, Cahit Zarifoğlu İşaret Çocuklarıyla, Rasim Özdenören Hastalar ve Işıklarla, Nuri Pakdil Batı Notlarıyla… Böyle bir çıkış var eğer bu çıkışınız farklıysa ondan sonra onun daha üzerine koyarak gitmekle yükümlüsünüz. Bu da insanı kendi alanında ileriye doğru götürmeyi sağlar, hedefine ulaştırır.
Bizim burada da üzerinde durduğumuz önemli şeylerden biri özellikle genç arkadaşların birbirlerine metinlerini okumaları. Kendilerine sesli okumaları yani yazdığını kulağı duysun. Kulak bazı şeyleri daha rahat fark edebiliyor. Göz kendini görmez diye bir deyim var. İnsan kendi yaptığını görmek istemeyebilir. Ama mutlaka bir başkasına okutmakta da yarar var. Gerekirse bir usta ile ilişki ve bağ kurması… Tabii o dönemin şartlarında ben Mavera ’ya onlarca öykü göndermişimdir belli bir kısmı yayımlanmış, bir kısmı yayımlanmamış. Bu yayımlanmayanlar da benim arşivimde hala duruyor. Gidip onlara bakmadım, bakmıyorum. Çünkü onlar artık orada kalmış. Onun için yapılması gereken şey çok okumak. Bugünün şartlarında yazıları ulaştırmak çok kolay, çok dergi var. Yani birinci sınıf dergilere yönelmek, o dergi eğer yazısını metnini reddediyorsa orada kendini kabul ettirecek bir çabanın içerisine girmek. Yani şunu görüyoruz diyelim bize gelen bir metni biz yayımlamıyoruz. Arkadaşlarımız alıyor, bir başka dergide onu yayımlıyor. Bu onun kendi hayrına olmuyor, onun aleyhine olmuş oluyor. Kitabı çıksa bile ilk kitap için biraz önce örneğini verdiğim duruma kavuşmak gibi bir durum söz konusu oluyor. Yani ilk eser ve ilk çıkış önemli. Kendini ona göre odaklamak daha sağlıklı.
- Bir edebiyatçı, düşünce dünyası ile edebiyat dünyası arasındaki dengeyi nasıl kurmalıdır?
Biz bir medeniyet mensubuyuz, Müslümanız. Müslüman olduğumuz için bizim temel ilkelerimiz var. Bu temel ilkeleri, içinde bulunduğunuz medeniyeti iyi kavrayamamışsanız; özünü, ruhunu kavrayamamışsanız o medeniyet adına söz söylemek gibi bir gücünüz de olmaz. Tabii burada; sanatçı ruhuyla, kendi medeniyetinin özünü ve ruhunu verecek bir biçimde, estetiği önemseyerek, dili, üslubu, tarzı iyi gözeterek çok iyi metinler ortaya koymak gerekir. Diyelim ki Ali Haydar Haksal’ın şu kitapları –Ay Işığında Vavın Odası, Kuşkonmazda Konuşan Adam- 1980‘li yıllarda çıkmış. Üzerinden yıllar geçmiş, yıllar geçtikten sonra ben bu esere baktığımda onun bazı aksamaları olabilir. O aksamaları benim her zaman için düzeltme imkânım ve hakkım var. Ben hayattaysam, eserim de var ise eserime müdahale etme hakkım var. Onun içindir ki yapılması gereken şey: düşüncesini sahiplendiğin gibi kendi eserini de sahiplenmek. Biz bir tohum atıyoruz, o tohumun getireceği verimler ne olacak ona dikkat etmemiz gerekiyor. Verdiği verimler hayırlı değilse o zaman hiç olmaması bizim için daha hayırlıdır.
- Gençlik yıllarınızda yazma konusunda yetersiz hissettiğiniz anlarda neler yapardınız?
İnsanın gelgitleri oluyor tabii ki. Tabii çok yazmışım. Benim iki tane öykü defterim kayboldu. Biraz o çevrede masallardan derlediğim masalımsı metinler falan belki onlar kalsaydı folklor kültürü açısından bir değeri olabilirdi. İki de şiir defterim kayboldu. Onlara acımıyorum. Benim Mavera ’ya gönderdiğim yayımlanmayan metinlerim, şiirlerim de olmuştur. Bunlar olmuştur diye ben bunlar için bir pişmanlık duymadım. Duymuyorum da. Benim daha iyisini yapmak için bir çaba göstermem gerekiyordu. Biraz daha azmettim hırs değil bu. Zaman zaman tabii ki acaba yazdıklarım olacak mı, ben olabilecek miyim? diye düşünüyordum. Bazen anlatıyorum 1973 yılında okuduğum bir romana, Jack London’ın Martin Eden romanına, bir not düşmüşüm: Ben yazar olacağım. Şimdi 1973 yılının üzerinden şu kadar zaman geçmiş demek ki o zaman öyle bir heyecanım öyle bir duygum oluşmuş ve o duyguyu bugünlere taşıyabilmişim.
- Günümüz edebiyatının en temel problemi nedir?
Bir disiplinsizlik, yazılan her metnin bir kayda geçip yayımlanmış olması. Rahmetli Zarifoğlu kıvrak zekasıyla Mavera dergisine gelen bütün şiir ve öykülere cevaplar veriyordu, bazen keskin de cevaplar veriyordu. Şimdi onların bir kısmı yazı hayatından koptu. İyi mi oldu kötü mü oldu bilemiyoruz. Mesela bizim dergide öykülerini yayımlamadığımız sonradan başka alanlarda yayımlayıp başarılar elde etmiş arkadaşlar da olmuştur, bizim gözümüzden de kaçmış olabilir. Ya da derginin imkanları sınırlıdır belli bir yere kadar bazı ürünlere yer verirsiniz bazılarına yer veremezsiniz böyle birtakım şeyler de olabilir. Tabii kolay değil, amaç gençlerin de ortaya eser koyması. Ustalar için de şöyle bir problem var yani ustalar kendi tutturdukları ritmin altına doğru gidiyorsa, kendi kendine yeniliyorsa veya bir düşüşteyse, daha güçlü eserlerin yanında çok zayıf eserler ortaya koyuyorsa o zaman kalemini asması lazım.
- Yedi İklim ailesi olarak yayın hayatınız boyunca en unutamadığınız sayı hangisiydi?
Özel sayılarımız bizim için hep değerli olmuştur. Rahmetli üstat Sezai Karakoç için sağlığında yani 1990‘ların ortasında çıkardığımız ilk sayı… Sağlığında üstatla ilgili kimsenin yazmaya cesaret edemediği bir dönemde biz özel sayı yaptık ve bu bizim için bir başlangıç oldu. Mehmet Akif üzerine, Necip Fazıl üzerine, rahmetli Zarifoğlu üzerine özel sayılar da yaptık ama onlar hayatta değil. Daha sonra Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt… Yani böyle sağlığında yaptığımız özel sayılar çok kıymetli olmuştur. Hiç olmazsa kendilerine takdim etmişizdir.
Sena Yığcı, 2003 Rize doğumludur. İstanbul Medeniyet üniversitesinde Psikoloji bölümünde okumaktadır. Fotoğraf çekmeyi ve edebiyatla ilgilenmeyi sever. Şiir ve hikaye türünde metinler üretmektedir. Halihazırda dil ve edebiyat dergisinde hikayeleri yayımlanmaktadır.