A’mâk-ı Hayâl
“Derman arardım derdime
Derdim bana derman imiş
Burhân sorardım aslıma
Aslım bana burhân imiş”
Niyazi Mısri
Şehbenderzade Filibeli Ahmed, A’mâk-ı Hayâl(Hayalin Derinlikleri), Çev. Abdurrahman Badeci, İstanbul, İnsan Kitap Yayıncılık, 2016,285 s.
Şehbenderzade Filibeli Ahmed tarafından 20.yüzyılın başlarında kaleme alınan A’mak-ı Hayal’in başkahramanı Râci’nin hikâyesi kendisinin de söylediği gibi hepimizin bildiği, tanıdığı bir hikâye. Filibeli Ahmed anlam dünyasında sağlam kazıklarla oturttuğu hakikatleri sorguladığı zaman çöktüğünü farkeder ve Râci’nin yolculuğu bu çöküntü ile başlamış olur. İşte Filibeli Ahmed’in bir hakikat arayışını anlattığı bu eserde olaylar alegorik bir şekilde Râci’nin başından geçer. Burada hatırlanmalıdır ki Filibeli Ahmed’in Râci’yi benzer yollardan geçirmesi kendisinin de bu arayış içerisinde olduğunu gösterir.
Râci, dinine bağlı ve çok titiz bir annenin çocuğu olduğu için kendi deyimiyle sarsılmaz bir din duygusu ve yıkılmaz bir ahlak anlayışıyla yetişir. Sonrasında da iyi bir eğitim görür ve vaktinin çoğunu okumakla geçirir. Akranları gibi dini ilimlere yüz çevirmez, zahirî ve batınî konularda da kendini yetiştirmeye gayret eder. Bu bilgi yığını arasında bir gün vicdanıyla baş başa kaldığında hayretle garip bir karmaşıklığa sürüklendiğini fark eder. Reyb (şüphe) bütün vücudunu sarar. Bu halden kurtulmak için türlü cemiyetlere, tarikatlara mensup olur. Fakat aradığını bir türlü bulamaz. Bunlardan bir şey elde edememenin yanı sıra şüphesi daha da büyür. Teselliyi zil zurna sarhoş olup, arkadaşlarıyla alem yapmakta bulur. Çünkü sadece sarhoş olunca şüphelerini unutur ve mutlu olur.
Bir gün yine alem yapmaya gittikleri yerde pejmürde kıyafetleriyle meczup gözüyle baktıkları iki kişinin varlık ve yokluk hakkındaki konuşmalarına şahit olurlar. Râci, uzun zamandır unuttuğu şüphelerini tekrar hatırlar. Oradan ayrıldıktan sonra değişmeye karar veren Râci, her gün önünden geçtiği fakat umursamadığı mezarlıktan istifade etmek maksadıyla ziyaret eder ve Aynalı Baba ile tanışır.
A’mâk-ı Hayâl, Râci’nin ‘’nokta olduğunu’’ fark edip, noktadan merkeze giden bir yolun arayışına girmesini anlatır. Bu yolculuğunda kendisine Aynalı Baba adında garip görünümlü, başındaki takkeye aynalar takmış, dünya nimetlerinden yüz çevirmiş, kendisi de hakikat arayışında olan bu zât mürşitlik edecektir. Aynalı Baba bazen nefes okuyarak bazen ney çalarak Râci’yi hayal alemlerine daldırıp hakikati aramasında kendisine rehberlik yapacaktır.
Râci’nin ilk hayal âlemleri yolculuğunda hedefi ‘’Hiçlik Tepesi’dir’’. Bu yolculukta kendisine Buda yoldaşlık eder. Buda Râci’ye sunulan nimetlere karşı uyarıda bulunur fakat Râci şehvetine yenik düşer ve Buda’nın imtihanını geçemez. Râci bu nimetlerin göründüğü gibi olmadığını sadece uzaktan süslü ve güzel göründüğünü farkeder. Râci’nin ‘’Hiçlik Zirvesi’ne’’ ulaşmayı amaç edinirkenki arayışının nihayetsiz olması, her seferinde başka bir soruy/nla karşılaşması varlığın içinde hiçlik, hiçliğin içinde varlığı bulması Râci’yi büyük bir hayal kırıklığına uğratır. Yani her şeyde O’nu bulup, fakat O’nu hiçbir şeye benzetememenin sancısını çeker. Teselliyi Aynalı Baba’nın nefesinde bulur.
Râci ikinci gündeki hayal alemleri yolculuğunda Zerdüşt’ün diyarına çıkacaktır. Temâşa Bayramı vardır ve bu bayramda iyilik ile kötülük, karanlık ile aydınlık yani Hürmüz ile Ehrimen’in askerleri savaşacaktır. Fakat savaş kıyasıya sürmesine rağmen eşitlik bir türlü bozulmayacaktır. Günler sonra meydana Aşk çıkacaktır ve taraflara üstün geldiği gibi aradaki dengeyi de sağlayacaktır. Yazarın bu bölümde ‘’Allah’ın rahmeti gazabına üstün gelmiştir’’ hadisine atıfta bulunduğu anlaşılır.
Üçüncü gün ‘’Daimi Dönüşüm’’ hayaline yolculuğa çıkar. Bu defa da Brahman bir ailenin çocuğudur. Bu bölümde hiçlikle varlığın bağı üzerine kurgulanmış bir hikâye okuruz. Ey varlığın vücutsuz sırrı! Bilinensin, ama bilinmezsin. Görünensin ama görünmezsin. Filibeli Ahmed bu bölümde devr-i daimden bahseder. İnsanın yaratılması ona göre devr-i daimle olur. İlk yaratılan ile son yaratılanın hakikati aynıdır.
İbn Arabi’nin hümanist görüşlerini benimseyen yazar, Müslüman olmasına rağmen kimi zaman Buda ile yolculuğa çıkar kimi zamanda Çinli bir hakikat arayıcısı oluverir. Farklı dinlerin liderleri ve peygamberlerinin görüş ve felsefelerine atıflarda bulunur. İbn Arabi’nin yaratılmış her varlığa gösterdiği saygıyı yazarın da benimsediğini görürüz. Hakikatin tek olduğunu, hakikate götürecek yollara saygı duyulması gerektiği metni okurken fark edilir.
Râci bir sonraki hayal yolculuğunda insanın duyu yetilerinin hakikatin karşısında aciz olduğunu fark eder. Azamet sahasında Anka kuşu ile yaptığı yolculukta insanın ilminin Allah’ın ilmi karşısında ne kadar küçük ve önemsiz olduğunu keşfeder.
İnsan, çağımızda Râci’nin hayal âlemlerinde ayne’l yakin olarak tecrübe ettiği şeyi, yani hakikat bilgisi ve varlığın azameti yanındaki hiçliği unutması ile var olabilir ancak. Kendi hakikatini unuttukça varlığın hakikati ile olan bağı kopar. Felsefe, ilahiyat, fizik, kimya gibi ilimler bu kibrin üzerine oturdukça, o ilimlerin nasıl bir hikmet deryası içinde var olabildiğini ve asıl anlamını da unuturuz.
Râci’nin arayışının çıkış noktası, bilimlere olan hâkimiyetinin ona bir fayda sağlamamasıydı. Onu hakikat arayışında hakikate bu kadar yaklaştıran da aslında bu tutumuydu. Yazar, 19. Yüzyılda materyalizm ve katı pozitivizmin sert rüzgârlarını estirdiği bir dönemde vahdet-i vücud düşüncesinin bu görüş karşısında durabileceğini düşünmüş olmalıdır ki eserini bu görüş üstüne bina etmiştir. Filibeli Ahmed’in vahdet-i vücud hakkındaki özlü düşüncelerini topladığı bu eserde birbirinden bağımsız olan bu alegorik hikâyeleri iyi bir roman tekniği ile bir araya getirmiştir. Yazarın muhayyilesinin zenginliği hikâyelerin heyecanla okunmasını sağlarken bir yandan da yazarın felsefi ve tasavvufi vukufiyetini ortaya koyar.
A’mâk-ı Hayâl, içinde eleştirilebilecek sorunlu bölümlerin olduğu bir eser. Fakat alegorik bir eser olduğu için bu hayali varlıklar insan veya varlıklar için ya da Allah’ın isim ve sıfatlarını hayal âleminde tecessüm ettirmek için kullanılmıştır. Dolayısıyla eser düz okuma ile yazarın asıl vermek istediği mesajın önüne geçer. Son olarak diyebiliriz ki bu eser tasavvuf alanında yazılmış güzel bir eser olarak görülmelidir. Üslubundaki samimiyet ve dilin akıcılığı eserin başından sonuna kadar devam etmiştir. Doğru okunduğunda okuyucunun kendisinden bir parça bulabileceği, istifade edebileceği kıymetli bir eserdir.