Dile Düşme Korkusu
Yazar: Büşra Yıldırım
Bu yıl Temmuz ayında kaybettiğimiz Adalet Ağaoğlu’nun Everest Yayınları’ndan çıkan Düşme Korkusu adlı öykü kitabının içinde altı öykü bulunmakta. Her bir öykü bir düşüşle ilgili. Yazarın geçirdiği rahatsızlıktan ötürü evden çıkamadığı dönemde bir düşüş yaşıyor. Bu üç kere tekrar edince korku yeşeriyor yüreğinde. Düşme korkusu. Kalemi de boş durmuyor, o da yeşeriyor ve böylece Düşme Korkusu çıkıyor ortaya.
Ben hiç Adalet Ağaoğlu gibi hasta olup yatağa bağlı kalmadım, böyle bir acı yaşamadım ama kelimeler yüzünden acı çektiğim oldu. Şu an televizyonda gösterilen popüler dizilerde sürekli geçmişe dönüşler ve kelimelerin insanların yaşamları üzerinde bıraktığı izler anlatılıyor. Siz buna insanların insanlar üzerinde bıraktığı izler de diyebilirsiniz ancak dil, bu kadar hafife alınacak bir şey değil. Dil; yaralar, yarayı tanımlar, yaraya merhem olur, “Dil kadar kesintisizce yeryüzünü kaplayan bir insan başarısı daha yok. Dilsiz olamıyor insanlar. İnsanın öbür adı ‘konuşan’ olmalı” diyor Nermi Uygur. Kitabının adına da Dilin Gücü diyor. Zira Adalet Ağaoğlu da bu gücün farkında. Düşmenin anlamları var diyor. Biraz sözlük karıştırsanız siz de otuz sekize yakın anlamı ihtiva ettiğini görürsünüz. Deyimler ve atasözleri ile eklenen anlamları katmıyorum bile. Ağaoğlu da yazmış olduğu bu öykülerle “düşmek” kelimesinin maddi anlamlarının yanına manevi anlamlar da ekliyor. Manevi anlamdan kasıt, insanın insana ettiği bir kelam, bir bakış. Yürekte açılan yaralar yahut yeşeren çiçekler.
Peter Handke Kaspar adlı tiyatro oyununda dili olmayan yetişkin birinin dış etkilere maruz kalarak dili öğrenişini anlatıyor. Ortaya öyle bir şey çıkıyor ki herkes bu oyuna “dil işkencesi” demeye başlıyor. Dilin insan üzerindeki etkisini ve düşüşle ilgili bu kısmı okuyalı epey olmasına rağmen Ağaoğlu’nun öyküleri bitince hatırıma hemen şu satırlar düşüyor:
Ama bir diğer ayağıyla ayakkabı bağcığına bastığından dolayı ayağını öne doğru uzatma eyleminde tökezler ve düşmeme girişiminin (bir ara neredeyse bunda başarılı gibi olur) başarısızlığı neticesinde yere düşer. Bunu yaparken üzerinde oturduğu sandalyeyi de devirir. Bir süre sessizlikten sonra
Konuşabildiğimden beri düzenli olarak kalkabiliyorum; ama konuşabildiğimden beri düşmek ilk defa acı veriyor; acı verme üzerine konuşabildiğimi fark ettiğimden beri düşüşteki acı o kadar da önemli değil, ama düşüşüm üzerine (insanların) konuşabileceklerini bildiğimden beri benim için düşme iki kat daha kötüdür; acıyı unutabileceğimi bildiğimden beri düşme hiç ama hiç acı vermiyor; düşmekten utanılabileceğini bildiğimden beri acım hiç dinmiyor.
İnsanların canını düşmenin mi utanmanın mı yaktığının ayrımına varan bir yazar olarak Ağaoğlu, ilk öyküsünde mizah yazarı olan Ragıp Ersal’ı anlatıyor. Yürüyüşleri esnasında aklına gelen yazılarıyla para kazanan güldürü yazarı bir gün çarpılır gibi kaldırımda yüzükoyun yere düşüyor. Bunu nazara yoruyor ve yürüyüşlerine ara veriyor. Zamanla korkusu o denli artıyor ki evde bile adım atmaktan imtina ediyor. Yazı yazamaz hale de gelince eşiyle sıkıntılar yaşıyor, çekilmez biri oluyor. Kaldırımda başlayan düşüşü hayatının her anına sirayet ediyor. Eşinin gözünden düşüyor, yazar olarak koltuğundan düşüyor. En son hizmetçisiyle yaşadığı sansasyonel olaydan sonra da okurunun gözünden düşüyor. Adalet Ağaoğlu da anlatmakla yetinmiyor ve ekliyor: “Gözden düşme korkusu gözden düşürmeye yaramış oluyor demek ki. Kendi düşen ağlamaz.”
İkinci öyküde Mimar Solmaz Hanım’ı anlatıyor. Onun hikâyesine geçmeden babasının gençken annesinin peşine düşüşü ve en sonunda onunla evlendiğinden bahsediliyor. Eşinin peşine düşse de en çok parayı seviyor. Para yüzünden eşiyle arası bozuldukça aklına hiç düşmeyen fikirlere kapılıyor ve bunlar da boşanmalarına sebep oluyor. Eskiden mimarlığıyla anılan babamız cimriliğiyle dillere düşüyor. Dönelim Solmaz’a. O da babası gibi büyük bir aşka düşüyor. Aşık olduğu adam da onun parasının derdine düşüyor. Adam paraya düşkün çünkü babası ona bir öğüt vermiş: “Oğlum vezir ol, rezil olma”. Bu laftan etkilenen Solmaz da en çok rezil olmaktan korkuyor. Bir bağış toplantısında kürsüye çıkarken halıya takılıp düşeceğini bilemiyor tabi. Rezil oluyor. Aşık olduğu artist bozuntusu kendini alkole veriyor ve oturduğu evin kirasını ödemeyecek kadar aşağı bir konuma düşüyor. O da rezil oluyor. Adalet Ağaoğlu da anlatmakla yetinmiyor ve ekliyor, “Ama sahiden neden hep düşene gülünür ki?.. bunun sebebi pek bilinmiyor, ama şunlar çok iyi biliniyor. Bu laflar ağızlardadır hep: ‘Düşenin dostu olmaz!’ ‘Düşme de ağlama da’ ve yine ‘Düşmez kalkmaz bir Allah!’”
Üçüncü öyküde Mustafa Bey yürek burkuyor. Halimizin izahı oluyor. Harf inkılabı ile okur-yazar aydın olma durumundan okuma yazma bilmeyen bir konuma düşüyor. Bu düşüşte oğlu da onu eski kalmakla suçluyor. Mustafa Bey ismini Mustaf olarak yazmaya devam ettikçe gözden de düşüyor. Adalet Ağaoğlu da anlatmakla yetinmiyor ve ekliyor, “Bir dram: konak yıkılmış, yerine dört beş katlı bir apartman yapılıyor. Üzüntüyle sevinç, gülmeyle ağlama yan yana, iç içe. Hepsi de sokağa düşme korkusundan…”
Dördüncü öyküde Kemal Terzi, babadan oğula geçen ve “blucin” modasına karşı ayakta dimdik durmaya çalışan bir terzi dükkânı işletiyor. Sorun şu ki onun erkek evlatları bu mirası devralmak istemiyor ve markası düşüşe geçiyor. Bu durumu kurtarmak isterken milletvekilleriyle yakınlaşıyor ve adı “Partici Terzi” diye çıkıyor. Yetmezmiş gibi oğlu bir kıskançlık uğruna babasının bir müşterisini kazıkladığını ima ediyor ve Kemal Terzi’nin saygıdeğer adı zor duruma düşüyor. Kumaş topu almak için çıktığı tabureden düştükten sonra doktorlar ameliyat gerekli diyor. Adalet Ağaoğlu da anlatmakla yetinmiyor ve ekliyor; “Tabureden düşmek hiçbir şey değilmiş, asıl elinden gelen işe ihtiyaç görülmemesiymiş düşmek”
Beşinci öyküde Ahmet ile Güler çifti, birbirini genç yaşta tanıyıp seviyor. Ahmet babasından gelen kodlarla memur olmak için çabalıyor. Memur olunca ayıplanacak bir şey yapma, gözden düşme, ömür boyu çalış dur, daha ne olsun diyor. Güler’in annesi kızı düşe düşe orta sınıf bir memura düştü diye çok üzülüyor. Zamanla geçimsizlikleri başlıyor. Kavgalarından birinde Güler bir laf ediyor ve Ahmet bu lafı duyunca eşinin namusundan şüpheye düşüyor. Adalet Ağaoğlu da anlatmakla yetinmiyor ve ekliyor; “Allah kimseyi bu hallere düşürmesin! Şu kadına bakın, ne hallere düşmüş. Kocasını mı aldatmış? Ne yapmış? Kadın memur maaşıyla kendisine elbise alacakmış da buna yetmemiş mi neyse işte, kocası da fazla dövüyor ama, kurtarsak şu kadını. Yok ama yok. Kendi düşen ağlamazmış.”
Altıncı öyküde Bülent giriyor sahneye. Bülent tiyatro bölümünden mezun olmuş, askere gidiyor. Otobüs garında babasıyla çatışıyor. Şehit düşen dedesi gibi babası da oğlundan asalet bekliyor ancak Bülent’in hayalleri çok başka. Babamız “oğlu vurulur da denize düşerse, yüzmeyi bilmiyor” diye endişeleniyor. Oğluna kalmadan kendisi kalabalığın itiş kakışından yere düşüyor ve onu yerden kaldırmak için oğlu imdadına yetişiyor. Adalet Ağaoğlu da burada anlatmakla yetiniyor ve başka bir şey eklemiyor.
Ağaoğlu, tüm bu öyküleriyle yataktan düşmesini ya da deyimi yerindeyse “yataklara düşmesini” anlatmıyor. Düşmek kelimesini etimolojik olarak da incelemiyor. Yabancısı olduğu bir duyguyu, aşina olduğu bir kelimeyle tanımlarken buluyor kendini. İnsan bu ya, bir iplik çeksen kırk yama düşüyor içinden böyle. Neden düştüğümüzde biri bizi gördü mü diye telaşa düşeriz? Düşüşlerimizdeki acı neyle ilintili? Ağaoğlu kendi cevaplarını gizlese de öyküleriyle bize ipuçları veriyor. Herkesin bu sorulara vereceği cevaplar da kelimelere yüklediği anlamlar sandığında gizli. Nihayetinde ise halimizi en güzel Cemil Meriç izah ediyor:
“Kamus, bir umman. Amakında inciler gülümser. Kimi bir sevgili göğsünde parlayacak, kimi bir tâcidar alnında, kimi sedef mahfazasında unutulacak. Kamus bir umman, dualar uğuldar derinliklerinde, destanlar coşar.”