Sıtkı Türkan ile İslamcı Dergiler Üzerine Bir Röportaj
Evinin okuma salonunun bir köşesine “Kitap okumuyorsanız tartışmayalım” levhası iliştiren okuma müptelası bir adam Sıtkı Türkan. Hayatının büyük bir kısmını hem okumaya hem de dergi toplamaya ayırmış müstesna bir şahsiyet. Kendisiyle İslamcı dergilerin geçmişini, geleceğini ve İLEM’in projesini konuştuk…
Öncelikle sizi tanımayan okurlarımız için kısaca kendinizden bahseder misiniz?
İsmim Sıtkı Türkan. 1956 Kemah doğumluyum. 1960’tan beri ailemle beraber İstanbul’da yaşıyorum. Emekliyim, Üsküdar Burhaniye mahallesinde oturuyorum. Dergi ve kitap toplama meraklısıyım. Önceleri okurdum şimdi daha çok topluyorum. En büyük meşgalem bu.
Dergi toplama merakınız ne zaman başladı?
Dergi toplama merakım 1970’li yıllarda başladı. Daha önce de ilgilenirdim ama 1970’li yıllarda İslamcı dergilerin sayısında ciddi bir artış söz konusu oldu. Daha önceleri Büyükdoğu, Serdengeçti, İslam, İslam’ın Nuru, Hareket, Fedai, Diriliş gibi İslamcı dergiler vardı. Sebil çıktı sonra. Bugün gazetesinden önce Mehmet Şevket Eygi’nin Büyük Gazete’si vardı. Bunun gibi dergileri babam alırdı, biz de onun sayesinde okurduk. O zamanlar lokantamız vardı, abimlerle birlikte çalıştığımız. Dergileri başlarda biriktirmeyi akıl edemedim ama daha sonraları kendim dergi almaya başladıkça dergilerin çıktığı idarehanelere yazıhanelere gittikçe bunları biriktirmek aklıma geldi. Biriktirdikçe birbirini tetikledi. Bir eksik sayıyı bulmak için yola çıktım, o eksik sayıyı ararken yeni dergiler tanıdım. Bir dergi kapandı, dergiyi çıkaran ekip çeşitli sebeplerle ikiye bölündü, bu defa her iki taraf birbirinin muhalifi oldu, iki ayrı dergi çıkarmaya başladılar. Ben her ikisini de takip etmeye başladım. Bir dergiden bir yazar ayrıldı başka bir dergi kurdu, onu da takip etmeye başladım. Oradan sol dergilere atladım. Şunu da bunu da alayım derken 150000 dergilik arşivim oluştu. Kemal Kırar adında dil konusunda uzman bir abimiz vardı, o da bana bir lakap takmıştı: “Süreli Sıtkı” diye. O da isim babam oldu. Bütün eşim dostum dergi meraklısı olduğumu bilirdi, bir yerde dergi görürlerse bana hatta eşime mutlaka haber verirlerdi. Ben de eksik sayıları böylece tamamlama fırsatı bulurdum. Kısacası bizim camiada çıkan, süreli olan her şeyi toplamaya başladım. Aslında bütün her şeyi toplamak isterdim ama hem maddi gücüm hem de fiziksel koşullarım uygun olmadığı için bizim camiada çıkan Yeni Devir, Milli Gazete, Akit, Vakit, Anadolu’da Akit, Beklenen Vakit, Bâbıâli’de Sabah, Bugün daha sonra Yeni Şafak, Türkiye Gazetesi, Zaman’ın ilk çıktığı sayıları (Nabi Avcı), Zaman gazetelerini biriktirme hevesine düştüm. İstanbul dışındayken alamadığım sayıları kontörlü telefonla arayarak çocuklara söylerdim onlar temin ederlerdi. Oradan da ulaşamazsam gider matbaalardan yalvar yakar örnek baskılarını alırdım. Bir şekilde eksikleri tamamlamaya çalışırdım. Hiç bulamazsam fotokopi yoluyla çoğaltıp arşivime katardım. Daha sonra aslını bulunca fotokopiyi kenara atardım. Bütün dünyam o dergileri, gazeteleri, eksik kitapları toplamaktı. Bir kitabı okurken bibliyografya kısmından yazarın yararlandığı kitapların listesini çıkarır, o kitapları da temin etmenin peşine düşerdim. Bizim camianın yayınevleri o zaman azdı, şimdiki gibi çok yoktu. Az olduğu için bir yayınevinin bütün kitaplarını toplamak isterdim. Beyazsaray’da 20’den fazla yayınevi vardı. Cağaloğlu, Sultanahmet, Sirkeci çevresinde Fikir, Dergâh, Ötüken, Fikir… yayınları vardı o zamanlar, Abdullah Işık’ın yayınevi vardı, oraya İstanbul içinden ve Anadolu’dan birçok yazar ve siyasetçiler, Çekmegiller, Serdengeçti ve Süleyman Arif Emre gibi büyüklerimiz gelirdi. Ben meraklıydım, onların peşisıra giderdim. Gençliğimden beri dergilerin yayınevleri, yazıhaneleri hep uğrak yerlerim olmuştur. Bilmediklerimi de dergilerin yazışma adreslerinden bulup sorar, giderdim. Onlarla görüşmeyi, konuşmayı severdim. Böyle bir iştiyakım, merakım vardı yazar-çizer taifesine. Mavera, Aylık Dergi, İsmail Nacar’ın Atılım’ı, Ercüment Özkan’ın İktibas’ı gibi dergiler için Ankara’ya çok defa gitmişimdir.
Herhangi bir dergide yazdınız mı?
Öyle bir marifetim yok, ben sadece toplarım ve okurum. Dergilerin tamamını okuyamasam da başlıklarını ve dikkatimi çeken yazıları mutlaka okumaya çalışırdım.
Özellikle takip ettiğiniz yazarlar ya da dergiler var mıydı?
Şimdi isim isim hepsi aklıma gelmiyor ama Necip Fazıl’dan Kadir Mısıroğlu’na, Sadık Albayrak’tan Ertuğrul Düzdağ’a, Cevat Rıfat’tan Serdengeçti’ye kadar birçok yazarı okurdum, özellikle yakın tarih yazılarını kaçırmazdım. Bedenimiz için nasıl her gıdadan ayrı bir tat alıyorsak ruhumuzu besliyen her yazıdan da ayrı bir haz duyuyordum. Genel bir eğilim olarak 70’li 80’li yıllarda radikal olanları takip ederdim. 80 darbesi öncesinde bizim ayranımızı coşturacak, yıkılsın, kırılsın diyen dergileri okurdum. Edebiyat dergilerini ise içinde bulunduğumuz gruplar “böcekçi, çiçekçi” diye küçük görürdü. Genelleme yapmak doğru olmaz ama böyle düşünenler mevcuttu. Hepsi boşmuş tabi.
Nabi Avcı bir röportajında Andırın Postası’nın eki olarak çıkan İkindi Yazıları dergisinden bahsederken, “o sadece bir edebiyat dergisi değil, bizim neslimizin her bir ferdini yetiştiren bir rehber gibidir. İncelense kendi kuşağımıza dair çok şey çıkar” diyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Onların hakkını ödeyemeyiz. Andırın Postası ve beraberindeki İkindi Yazıları’nı takip ederdim. Büyük Postane’deki posta kutuma her sayısını gönderirlerdi. Bu vesileyle Nedim Ali (Mehmet Ali Zengin) ağabeyi rahmet ve minnetle anıyorum. Bu işin uzmanları daha iyi bilir, bizimki hariçten gazel okumak gibi olacak ama Mavera, Aylık Dergi, Edebiyat, İkindi Yazıları gibi edebiyat dergilerine dudak büken, onlara istihza ile yaklaşan gruplar da vardı. Ama onların yolunun daha nezih, daha şık, zarif olduğunu şimdi görüyorum. Gençken insan bunları idrak edemiyor. Aslında şimdi düşünüyorum da sanat, edebiyat, şiir, hikâye dergilerine ihtiyacımız olduğu gibi siyasetten, İslâm coğrafyasında süren cihad ve istiklâl mücadelelerinden, İslâmi Hareketten bahseden dergiler de gerekliymiş. Tabi bunu yaparken kullanılan dil ve sunuş tarzı önemli. Orada biraz problem vardı.
1970’lerin vurdulu kırdılı ortamında edebiyat dergileri sanki hayatın gerçeklerinden değil, hayal aleminden bahsediyormuş gibi algılanıyordu diyebilir miyiz?
Aynen, ben bu dergileri de biriktirdiğim ve okuduğum için gerçeğin öyle olmadığını görebiliyordum. Bazı arkadaşlarımız böyle dergileri elimizde görünce, hemen bir kenara atardı. Onlar için kapağında silahlı mücahitlerin fotoğrafı olan ya da dünyanın belli yerlerinde bağımsızlık mücadelesi veren İslami cemaatlerden bahseden dergiler önemliydi. Bunların da gerekli olduğunu düşünüyorum ama bunları iki zıt kutup gibi görmemek gerekir. Benim gibi bir çok insan Eritre’yi, Patani’yi, Moro’yu, Zengibar’ı Keşmir’i… Bu dergilerden, özellikle S. Mirzabeyoğlu’nun çıkardığı Gölge, Akıncı Güç ve Mehmet Güney’in çıkardığı Akıncılar’dan takip ederdik. Allah için başka dergiler de vardı haksızlık yapmayalım ama hepsinin ismini saysak söz uzar. Edebiyat dergilerine bu anlamda alaycı bakmamak gerekiyor.
1980 darbesi sizce İslam dergileri nasıl etkiledi? Darbe sonrasında ne değişti?
Darbeden önce daha keskin uçlu dergiler vardı: Şura, Tevhid, İslamî Hareket, Hicret. Dergi isimlendirmesinde de İslamî kavramlar kullanılırdı. Darbeden sonra bunların bir kısmı sıkıyönetim kanunlarına aykırı bulunduğundan dolayı yayınlanma imkânı bulamadı, çoğu kapatıldı, yazarların bazıları kaçtı, bazıları uçak kaçırma girişiminde bulundu hapishanelere girdi, bazıları çeşitli yollardan başka ülkelere gitti. Kimisi 163 ve benzeri maddelerden hüküm giydi, hiçbir şey olmasa da dergiler kapatıldı. Daha sonra daha aklı selim dergiler çıkmaya başladı. 1980 sonrası mecburiyetten de olsa biraz daha ayakları yere basan bir yayıncılık anlayışı gelişmeye başladı. Bu yönüyle daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Lafı söylemeden önce, bir iki kere düşünme, sonra yazıya geçirme ihtiyacı ve mecburiyeti hâsıl oldu. Bu durum insanları daha geniş düşünmeye itti. İmza, Girişim, Nehir, Kadın ve Aile, Mektup, İlim ve Sanat, Bilgi ve Hikmet gibi birçok güzel dergi bu zamanda yayın hayatına atıldı. Haftalık, on beş günlük, aylık, üç aylık, dergiler çıkmaya başladı. Nabi Avcı ve arkadaşlarının metinlerini, yazılarını düşündüğümüzde entelektüel birikimi ağır basan yayınların öne çıktığını söyleyebilirim. 80’lerin sonlarına doğru Özal’dan sonra bir rahatlama ve askeri anlamda bir boşluk olunca dergilerin sayısında yeniden bir artış oldu. Yönelişler, Kayıtlar, Yedi İklim, Vahdet benzeri onlarca dergi çıktı. Nisbî serbestlik ortamı, Afganistan İşgali ve İran Devrimi’nin etkisiyle de İstiklâl, Şehadet, Davet, Akıncı Güç, Ak Zuhur gibi dili daha sert dergiler yayınlanmaya başladı. Bu dönemde yasal yollarla ya da edebiyat vasıtasıyla İslami yayın yapmak isteyenlerle, rejime tağut, müşrik, burası daru’l harp, daru’l-İslam değil diyenler arasında bir çekişme yaşanmıştır hatta birbirlerine karşı ağır ifadelerle dolu metinler yayınladıkları görülmüştür. Zaten birbirini ajan, polisin adamı, MİT’in adamı, Vehhabi, reformcu, sapık mezhepli gibi vasıflarla suçlamak sadece İslâmcıların değil solcu, sosyalist gruplarında kadim meselesiydi. Haklılık payı olanlar olsa da bazan ölçü kaçırılıyor, “kurunun yanında yaşta yanıyor”du. Biraz daha geniş düşünebilse bunlara gerek olmadığı görülebilirdi. Enerjilerini boş yere birbirleriyle kavga ederek harcadılar. O dönemde şöyle bir tevatür dolaşırdı: Emperyalistler Müslümanları parçalamak istedikleri zaman onların arasına dergi çıkartacak adam sokarlarmış. Dergi çıkarttı ya, tamam ondan daha hayır gelmez denirdi. Dergi çıkarttın mı onlar da biliyor ki mutlaka bunun bir muhalifi olacak. Kimileri tarafından dergicilik bir şekilde fitnecilik olarak görülüyordu. Tabi bunu bütün dergilere genellemek akla ziyan. Ne olursa olsun kültür dünyamız açısından çok bereketli olduğunu söyleyebilirim.
Yani bir dergi çıkarmak bir fikri iletmek ve tartışmak anlamına geliyordu diyebilir miyiz?
Günümüzde çıkan dergilerin çoğunun okunmadan kenara koyulduğunu görüyorum. O dönemin dergilerinde ise bir kimlik vardı. Hatta her dergi bir mektep gibi kabul edilirdi. Benim dergi yazıhanesine gitme merakım da buradan geliyordu. Derginin çıktığı mekânda devamlı tartışmalar oluyordu, yazarları-çizerler de orada bulunuyordu. Şimdi hangi derginin yazıhanesine gitseniz (istisnalar olabilir) kimseyi bulamazsınız. Yazanlar yazılarını internet yoluyla gönderiyorlar, binada da sekreterden ve birkaç kişiden başka kimseyi bulamazsınız. Eskiden dergi yazıhanelerinde derginin yazarları bulunur, Anadolu’dan gelenler olurdu ve önceki sayılarda çıkan yazılarla ilgili ateşli tartışmalar yaşanırdı, biz de okur olarak o tartışmaları izler ve hatta onlara katılırdık. Böylece bir sonraki sayının çıkartılmasında bizim de okur olarak payımız olurdu. Sebil’in, Şûra’nın, Tevhid’in, Vesika’nın, Tohum’un… idarehaneleri birer fikir meydanı gibiydi. O ne heyecandı… İmkânlarımız belki azdı, ama dergi yayıncıları, yazarları, okurları olarak bizler arasında kıymetli bir paylaşım vardı. Dergiler, sadece elimize değil yüreğimize de ulaşırdı.
Bugünün dergileriyle okurları arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlarsınız? Örneğin dergilerin daha çok okura ulaştığını söyleyebilir miyiz?
Bu soruyu yürekten, evet dergiler daha çok okura ulaşıyor, diye cevaplayamam. Eskiden zor şartlar altında dergilere ulaşma imkânı bulurduk ancak bir dergiyi aldığımızda adeta yalar yutardık. Derginin çıkış tarihini dört gözle ve büyük bir heyecanla beklerdik. Ben dergi meraklısı olduğum için gittiğim her yerde gözlemliyorum, bugün insanlar dergileri poşetini yırtmadan bir yerde istifliyorlar. Olumsuz bir şey söylemek istemiyorum ama şimdi her tasavvuf grubunun ayrı bir dergisi var. Bunlar belli argümanlar, belli bir dil, belli bir çevre kullanarak abone sayısını arttırıyor. Yollarda giderken fark ediyorum bazen bir çöp yığınının kenarında poşetleri yırtılmamış tasavvuf dergileri görüyorum. Tasavvuf dergilerinin içeriğini kötülemiyorum ama bir çok abone içini açıp okumuyor. Çocukken sohbetlere giderdik babamla, hocalarmız bazı dergilere abone olmamızı isterlerdi zaten dergilerin başında da “Alın, okuyun, okutun, abone olun abone bulun” şeklinde sloganlar olurdu. Yahudilerin kendi cemaatlerinin gazetelerini de bu şekilde aldıklarından bahsederdi hocalar. Tanıdığı bir Yahudi ona bir gün şöyle demiş: Ben bunları sadece davama hizmet etmek için alıyorum, okumam şart değil”. Hoca da bize bunları örnek gösterirdi.
Konudan bağımsız olacak ama bir de şunu söylemek istiyorum. Bugün tasavvuf dergisi adıyla çıkan çoğu dergi, belli bir cemaatin öğretilerini, o cemaate bağlı olan kişilere ileten bir yayın organı, kapalı devre bir bülten gibi çalışıyor. Halbuki benim tasavvuf dergisi başlığından anladığım ve beklediğim şey, tasavvufun kendisinden bahsedilmesi. Bu minvalde yayın yapan Sufi Gelenek diye bir dergi vardı sadece tasavvuftan bahsederdi. Daha sonra Tasavvuf adında akademik bir dergi çıktı. Yani ben bu durumu şuna benzetiyorum. Mesela ilaç adında bir dergi çıkacak ve adam ilaçtan bahsetmek yerine kendi ilaç fabrikasından bahsedecek. Bunları yok saymıyorum ancak dergicilik bu olmamalı diye düşünüyorum. Bir de dergileri bir silah olarak, baskı aracı olarak kullanma eğilimi var şimdilerde. Halbuki dergi çıkarma işi bir nasiptir ve bunun sadece belli çıkarlar ya da çekişmeler için kullanılmasını uygun görmüyorum.
İslamcı dergiler ve yayın dünyası söz konusu olunca yaşayan bir tarih gibisiniz hocam. Bundan dolayı dışarıdan bakanların vâkıf olamayacağı birçok bilgiye de sahipsiniz. Bizlerle bir tanesini paylaşır mısınız?
Meraklı bir okur ve takipçi olarak yıllar içinde edinmiş olduğum bazı tecrübelerim mevcut. Mesela dergilerdeki yazarların bazısı devlet memuru olduklarından ya da başka sebeplerden dolayı genellikle müstear isim kullanırlardı. Bazen müstear isimle bir kitap yayınlayıp, sonra gelip dergide kendi kitabını eleştirenler, kitabına tanıtım yazısı yazanlar olurdu. Biz müstear isim kullananları bildiğimizden gülümserdik. Benim de böyle dergi “dedikodu”larını toplamak çok hoşuma giderdi. Kimisine bizzat şahit olduğum, kimisini olayın şahitlerinden dinlediğim çok hatıramız var ama aktarmasam iyi olur. Misal olsun diye birisini aktarayım. Y. Yalçıner Ağabey Abdullah Birisi müstearıyla yazardı, yazdıklarından çoğu hakkında mahkemelerde dava açılırdı. Kesinleşmiş bir mahkumiyetten dolayı polis derginin Aksaray İnkılap Cad. No: 41’deki yazıhanesine gelip Abdullah Birisi’ni gözaltına almak istiyor. Şahsı tanımadıkları için de Abdullah Birisi’ni Yılmaz Yalçıner’e soruyorlar, Yılmaz Yalçıner polislere şöyle cevap veriyor: “tüh be! beş dakka önce burdaydı, sizden biraz önce çıktı, koşarsanız sokağın köşesinde kavuşursunuz.” Polisler koşar adım uzaklaşırken Yılmaz ağabey dergiyi terk ediyor. Bunu bana olayın şahidi M. Ali Tekin ağabey anlatmıştı.
İLEM’in “İslamcı Dergiler Projesi” hakkında ne düşünüyorsunuz?
Büyük bir hayranlıkla ve takdir duygularıyla karşıladım bu hizmeti. Bu, benim gençliğimden beri hayalini kurduğum bir çalışmaydı. Yıllar önce TÜSTAV’ın Taksim’deki yerine gitmiştim. Türkiye’de o güne kadar çıkmış bütün sol dergilerin kataloglama çalışmasını yapmışlardı. Ben de oradan ilham alarak keşke İslamcı dergileri de bu şekilde yapsak diye içimden geçirmiştim. Ancak bunu yapacak ne bir yerim, ne bir ekibim ne de maddi bir gücüm vardı. Bir gün zengin olursam bütün İslamcı dergilerin tıpkıbasımlarını yayınlama hayalini kurardım. İlem’in bu çalışması ise onların yaptığının kat kat fazlası. Projeyi başından beri takip ediyorum ve bazı dergilerin eksik sayılarının olduğunu duyunca çok sevindim. Sonunda elimdeki arşivle katkıda bulunabileceğim bir çalışmaya denk gelmiştim. Kendileriyle iletişime geçince Lütfi Bey, sağolsun, ziyaretime geldi. “Ben dergilerimden ayrılamam, bana bir mukavele imzalamanız gerekir” dedim. Onlar da beni ikna ettiler (Gülüyor). Pınar, Tohum, Hareket, Sebil gibi dergileri verdim ve katkıda bulunmaya da devam edeceğim. Bu projeyi yapacak bir babayiğit kolay kolay çıkmazdı, çünkü bu iş, bir aşk işidir. Bundan dolayı bu işe emeği geçen herkesten Allah razı olsun. Ellerinize sağlık.
Benim şu ana kadar yapılan çalışmalara eklemek istediğim iki nokta var. Dergilerin digital ortama aktarılması sonrasında tashih meselesinin de titizlikle yapılması gerekiyor. Bunun çalışmanın hacmi ve süresi göz önüne alındığında “devede kulak” kaldığının farkındayım ancak dergi söz konusu olunca her şey en güzel şekilde olsun istiyorum. Ayrıca dergilerin içindekiler kısımlarının da dikkatli bir şekilde, hiçbir yazıyı ya da yazarı atlamadan, kaydedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Böylece bir araştırmacı, dergilerin içeriğinde arama yaparken daha çok sonuca ulaşabilir. Kısacası proje çok güzel, fikir çok güzel, sunum da eksiksiz olursa dört başı mamur bir çalışma olarak hayata geçirilmiş olur.
Araştırma yapacak olanlara da birkaç tavsiyem var. Böylesi bir hizmetin bir sonraki adımı nitelikli akademik çalışmalarla bu süreci devam ettirmek olmalıdır. Bu dergiler İslamcılık meselesine kafa yoran herkesin mutlaka uğraması gereken duraklar. Aklıma birkaç konu geldi: Mesela 1980 öncesi İslamcı dergilerde alınan reklamlarla ilgili bir araştırma yapabilir. Ya da okuyucularla dergi idaresi arasındaki mektuplar incelenerek dönemin okur profiline ve fikri alt yapısına ulaşılabilir. İslamcı dergilerdeki müstear isimlerle yazanlarla ilgili bir araştırma yapılarak kültür dünyamıza yeni katkılarda bulunulabilir. Dergilerde çıkan yazıların toplanmasıyla meydana gelmiş, yayınlanmış kitaplar ayrı bir tez konusu olabilir.
Hocam sizin bu anlattıklarınızdan anladığım kadarıyla özellikle 1980 sonrası dönemde İslamcı dergiler yazıhaneleriyle, o ortamdaki sohbetlerle, okur-yazar ilişkileriyle yaşayan ve herkesin sahiplendiği birer bilgi ve ilim yuvası olmuşlar. Aynı zamanda kendini yetiştirmek isteyen gençlere de bereketli birer fikir mecrası olmuşlar.
Eskiden dergileri çıkaranlar birer “üstat”tı, vizyon ve fikir sahibi insanlardı. Mesela Kadir Mısıroğlu bir dergi çıkarttığı zaman o derginin yazıhanesi, tarihçilerin, yurtdışından gelen misafirlerin, Osmanlı hanedanından gelen kişilerin, öğrencilerin, akademisyenlerin toplanma yeri olurdu. Biz de oturur oradaki hararetli tartışmaları dinler ve oldukça istifade ederdik. Oradan çıkardık başka grupların dergilerinin olduğu yerlere giderdik. Mesela Ali Bulaç’ın, Ali Kemal Temizer’in olduğu Düşünce yayınlarında bazen peynir ekmek domates, bazan iki kişi bir tasta çorba içerdik. Dergi yetkilileri gelen misafirlere adeta aile efradı gibi davranırdı. Başka ülkelere, İran’a, Afrika’ya, Afganistan’a gidip gelen yazarları/âlimleri/kanaat önderlerini takip ederdik, dönüşlerinde toplanıp hikâyelerini dinlerdik. Dergilerde yazılmayan birçok tartışmaya böyle ortamlarda şahit olmuşuzdur. Bugün dergilerin çıkarıldığı yerlere gittiğimde, hâlâ eski alışkanlıklarımdan vazgeçemedim, kimseyi bulamıyorum, bir sekreterin ve belki bir iki çalışanın olduğu ofis tarzında mekânlarla karşılaşıyorum. Herhangi bir fikir paylaşımına, entelektüel tartışma ortamlarına hatta hayata rastlamak pek mümkün değil. Yazarlar yazılarını bilgisayardan gönderiyor, derginin yayınlanma zamanı öncesinde birkaç gece hararetli bir çalışma oluyor ve dergiler basılıyor. Dolayısıyla dergilerin “hür fikrin kaleleri” olma vasfından çoktan uzaklaştığını hissediyorum. Bazı dergiler de “bir fikrin kaleleri” olmuş durumdalar. Ancak umudumu da hiç kaybetmedim. İLEM’in İslamcı Dergiler Projesi’nin ve Asım Gültekin’in çabalarıyla Sirkeci Garı’nda düzenlenen Dergi Fuarı gibi faaliyetlerin geçmişteki bu birikimi bugünlere taşıyabilecek nitelikte çalışmalar olduğunu düşünüyorum.
Bizlere vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.