Dava – Kafka
Dava, Franz Kafka, çev. Ahmet Cemal, Can Yayınları, İstanbul, 2014, 248 s.
Kafka denince birçoklarının aklına “Dava”, “Dönüşüm” ve “Milena’ya Mektuplar” gelir. Elbette bu pek şaşırtıcı sayılmaz, çünkü Kafka bu kitaplarında, aslında zihnimizdeki Kafka kimliğini en sade biçimiyle gösterir. “Milena’ya Mektuplar”ı hariç tutarsak, diğer iki eser kurmacadır ve aslında bakılırsa herkesin anlayacağı düzeyde bir sadelik içermez; fakat zaten Kafka’ya özgü olan bu sadelik, Kafka’yı önemli bir kimlik yapar dünya edebiyatında. Hikaye yüzeysel olarak şu şekildedir, Josef K bir gün evine gelen sorgu memurları aracılığıyla mahkeme tarafından tutuklandığını öğrenir, tutuklanmasının sebebini bir türlü öğrenemez ve kendini müphem bir davanın içinde bulur. Öykü genel olarak K.’nın çevresindeki insanlara bu davanın çözümüyle ilgili danışmasıyla, fakat danıştığı insanların bu davaya ilgisiz kalmasını anlatır.
Kafka’nın yazınını keskin bir nefese benzetebiliriz. Şöyle ki, eserlerinde kullandığı üslup oldukça sadedir, uzun betimlemelerden ve girift ruh hallerinden izler az bulunur; buna rağmen, dildeki bu sadelik okuyucunun suratını yalayarak geçmez, okuyucunun suratından çarparak geçer. “Dava” bu üslubun en güzel örneklerindendir. Kitabın başkarakteri Joseph K. bir sabah öylece tutuklanıverir ve olaylar bu tutuklamayı peşi sıra takip eder. Yazar adeta bir gözlemci gibi Joseph K.’yı gözlemler ve Joseph K.’nın çaresizliğini süssüz bir şekilde (gazete haberleri gibi) anlatır. Aslında Kafka’nın böyle bir üslup kullanmasının özel sebepleri vardır. O, Joseph K.’nın ve Joseph K.’nın nezdinde kendi silikliğini üslubunda belli eder. Onun meselelerde, bir özneden çok hep bir nesne oluşu kitap boyunca bir gölge gibi anlatıyı takip eder. Kafka’nın çekingen ve flu kişiliği aslında onun yazını için kullandığım “keskin nefes” metaforunun nefes kısmını temsil eder. Nefes almak hayati bir ihtiyaçtır o yüzden bir insanın yaşaması için şarttır ama aynı zamanda insan nefes alırken bunun bilincinde olarak nefes almaz yani o niyet edilmiş bir şey değildir, kısacası hayatidir ama fark edilir değildir. İşte Kafka’nın üslubundaki sadeliğin bir kısmı bu fark edilememezlik ile doğrudan orantılıdır, çünkü Kafka’nın yaşamına baktığımızda, başta ailesi olmak üzere, bulunduğu toplum içinde ne kadar çekinik bir rol aldığını görürüz. O yaşıyordur, vardır bu inkar edilemez ama varlığının etkisi bir nefes kadar belirsizdir. “keskin nefes” metaforundaki “keskin” kısmı ise işte tam bu nefes meselesinin etkisiyle ortaya çıkar. Milan Kundera’nın deyimiyle “Var olmanın dayanılmaz hafifliği” Kafka’nın ve onun eserlerinin benliğinde vücut bulur çünkü bu hafiflik (bu nefes olma hali) gerçekten de dayanılmazdır, oldukça çetin ve sorgulatıcıdır. İşte bütün bu hafifliğe dayanmanın zorluğu Kafka’nın anlatımındaki sadeliği, hafifliği bizim için dayanılmaz derecede keskin yapar ve kitabı bitirdiğimizde, sadece konu açısından değil üslup açısından da muallakta kalırız. Özetle; Kafka’nın üslubuna bakacak olursak, bu üslupta Kafka’nın hayatının özetini ve onun yaşama üslubunu görürüz. Eserlerindeki bu sade ve çarpıcı üslup daha sonra birçok akıma ilham verecektir, bunlardan biri de Marquez’in öncülüğünü yaptığı “büyülü gerçekçilik akımıdır.” Kısacası Kafka’nın özgünlüğünü yansıtan üslubu 20.yüzyıl ve daha sonrası edebiyatına yeni bir (keskin) nefes getirecektir.
Kitaptaki karakterlere gelince, bu karakterlerde-başta Joseph K olmak üzere- alışılmadık bir kabullenmişlik görürüz. Kitaptaki çoğu karakter sosyal veya ekonomik açıdan birbirlerinden çok farklı durumlarda olmalarına rağmen, hemen hemen hepsi Joseph K.’ya ve hatta hayata karşı aynı tavır içerisindedir. Hepsi içinde bulundukları düzene ayak uydurmuş ve birbirlerinden farklı olan hayatlarını, birbirleriyle aynı şekilde yönetmektedirler. Karakterlerin bir diğer ortak özelliği ise, hepsinin bir şekilde Joseph K.’ya davanın salahiyeti konusunda bıkmadan nasihatlerde bulunmalarıdır. Başta avukatı olmak üzere herkes davanın bir şekilde bir parçası olmuştur ve kitap boyunca bu böyle devam eder. Derinlemesine baktığımızda görürüz ki, bu karakterlerin hepsi aslında Joseph K. için bir otorite haline gelmiş ve bu yan karakterlerin hepsi sanki baş karakter Joseph K.’dan daha belirleyici olmaya başlamışlar, kısacası Joseph K. bu karakterler arasında zaten az olan öznelliğini kaybetmiş, hiçbir fikrinin bulunmadığı ama artık bütün hayatını kapsayan dava için bu yan karakterlerden medet umar olmuş. Joseph K.’nın davası bütün bu karakterlerin otoritelerini sağlayabilmeleri için bir meşruiyet alanı açmıştır ve aslında belki de normalde Joseph K. gibi silik olan bu karakterler, bu davayla birlikte Joseph K.’nın hayatında çok temel rollere sahip olmuşlardır. Buna verilebilecek en iyi örnek hiç şüphesiz onun avukatıdır. Avukatı Joseph K.’nın kafasını durmadan, K.’nın hiç anlamadığı hukuki terimlerle bulandırır ve davanın sonucuna dair hiçbir zaman kesin bir çözüm öneremez. Bütün karakterlerin en belirgin ortak özelliği ise davanın sebebi üzerinde hiç durmamalarıdır. Onlara göre, bu tip davalar hep olur ve aslında herkes bu davalarla ilgili belli başlı bazı fikirler edinmiştir, bunun ötesinde davanın kaynağını hiç kimse sorgulama gereği duymaz, tuhaf bir şekilde, Joseph K. da bu duruma dahilidir. Durmadan davasını ve bu davanın nasıl sonuçlanacağını düşünmesine rağmen, davanın temel sebebi üzerinde yeterince durmaz.
PEKİ, DAVA NEDİR?
Aslında bu soru kitabın iskeletini oluşturur ve cevaplanması oldukça güçtür. Başta şunu belirtmek gerekir ki, Kafka “Dava” eserinde aslında bir dünya kurmuştur. Hikayesi, üslubu, karakterleri ve yazılış amacıyla bu Kafka’ya ait ama aslında tüm insanlığın – özellikle modern çağ insanlarının- ortak dünyası, ortak davası ve belki de ortak kavgasıdır. Dava, genel anlamda bakarsak aslında hayatı temsil eder. Joseph K. aslında hiçbir ilgisi bulunmayan, kendi niyetiyle seçmediği fakat içine var olduğu bu hayatta (davasında) sürekli çıkış yolları arar ama sonuç olarak fark eder ki bu mümkün değildir, çünkü yaşamı onunla beraber vardır ve ondan kurtulması demek, kendisinden aşkın bir var oluş demektir ki bu hiç kimse için mümkün değildir. Elbette, Kafka’nın tasvir ettiği bu dünyanın spesifik bazı özellikleri de vardır. Her yazar gibi Kafka da, içinde bulunduğu toplumu tasvir etmiştir (pek kendisinden önceki yazarlar gibi olmasa da) ve o toplumun özellikleri kitabına da sirayet etmiştir. Var olmak başlı başına Kafka için bir soru işareti taşırken, içinde bulunduğu bu toplumun onun sorularına kısır cevaplar vermesi- veyahut verememesi- Kafka’nın toplumu da sorgulamasına yol açmıştır. Kitaptaki karakterlere bir daha bakarsak, belki de aklımıza bu yaşayış tarzlarının, günümüzdeki bürokratik sisteme benzer olduğu fark edilebilir. Şöyle ki, hemen hemen bütün karakterler, K.’nın davasını çözebileceklerini veya en azından bazı fikirlere sahip olduklarını iddia etseler dahi aslında tek yaptıkları K.’yı oyalamaktır. Her şey belli bir sistem içerisinde sürer ve herkes sanki kendi üzerine düşeni yaparak, sahneyi bir başkasına verir, tıpkı memurlarda bulunan hiyerarşik görevlendirme gibi buradaki insanlar arasında da değişik bir rol paylaşımı vardır. Kafka’nın betimlediği bu çevre, rasyonalite sebebiyle açığa çıkan ve modern dünyanın yapı taşlarından birini oluşturmuş bürokrasi sistemi, Weber’in ve ardıllarının da açıkladığı üzere ruhsuz, planlı, sistematik ve görev hiyerarşisi dışındaki farklılıkları önemsemeyen, adeta tek tipleşmiş bir makinedir. Kafka burada, aslında sıradan veya toplumun farklı tabakalarına ait insanların ne kadar ortak bir düzen içerisinde, bir makine sistemiyle yaşadıklarını gösterir. Bürokrasiye gönderme olarak çizilmiş olan bu karakterler aslında bir modernizm eleştirisi sunar; çünkü bürokrasi kavramı tamamen modern dünyanın getirmiş olduğu paradigmalara uygun bir sistemdir ve Kafka’nın yaşamış olduğu 20.yy’da devlet kadrolarını aşarak toplum işleyişine ciddi manada nüfuz etmiştir. Kafka da kurulmuş olan bu sisteme hayret eder ve belki de bu hayretinin en güzel biçimi olarak edebiyata başvurur. Hayreti yerini şüpheye bırakmaz veya bırakamaz, çünkü eğer şüpheye bıraksaydı belki edebiyatla değil, felsefe ile uğraşırdı. Kafka’nın ontolojik sorgulamaları, aslında hep insanlar sebebiyle hiçbir zaman cevap bulamaz; çünkü Kafka onlarla uğraşmaktan, sorularına cevap bulacak gücü kendinde bulamaz, belki de bu yüzden hayatının sonuna kadar bir sigorta şirketinde memur olarak çalışır ve bu bürokratik sistemin mantıkçı yaklaşımına ayak uydurmak için direnir.
Kitabın iskeletini oluşturan Kafka’nın dava adını verdiği soruysa eğer, kitabın özü de Kafka’nın yanından hiç ayırmadığı korkusudur, şüphesiz. Albert Camus’nün “17.yüzyıl matematiğin çağıydı, 18.yüzyıl doğa bilimlerinin, 19.yüzyıl ise biyolojinin çağıydı. Bizimkisi, yani 20.yüzyıl ise korkunun çağıdır.” sözü, Kafka ile ilgili hemen hemen bütün meselelerde kullanılan bir aforizmadır; bunun sebebi belki de Kafka’nın 20.yüzyılın korku ortamını sonuna kadar yaşamış olmasından gelir. Kafka’nın sadece “Dava” kitabında değil fakat diğer eserlerinde de özü oluşturan kavram korku kavramıdır. “Dava” kitabında K. hep bilinemeyenden, öngörülemeyenden dolayı korku halindedir ve bunu aşmasının yolu neredeyse olanaksızdır. Kafka kendi yaşamında da bu korkusunu hiç saklamaz, yazdığı mektuplarda, hep yeri doldurulamaz bir korku vardır. Bir mektubunda, “Beni engelleyenin olgular olduğu pek söylenemez, bir korku, aşılabilmesi olanaksız bir korku var; mutlu olmaktan korkmak, daha yüce bir amaç için kendime acı verme tutkusu ve buyruğu” (Felice’ye yazdığı 8 Temmuz 1913 tarihli mektup). Başka bir mektubunda Milena’ya, “… ve ayrıca benim özüm, korkudan başka bir şey değil” diye yazar. Notlarında da bu konuyu es geçmez “O, bu yaşamın mutluluklarını değil, daha yüce bir yaşama yükselme karşısında duyduğumuz korkuyu paylaşıyor; bu yaşamın acılarını değil, fakat o korku yüzünden kendimize verdiğimiz acıyı çekiyor.” (Kafka’nın notlarından). Kafka’nın korkusu onu ele geçirmiştir ve Kafka’nın bundan kaçışı yoktur. Yaşamayı, var olmayı sorgulamak istemesi, korkusu yüzünden hep kesintiye uğrar. Kafka ilerlemek ister “yüce bir amaç”tan bahseder hatta bu amaca giden yoldaki acılar onu düşündürmez fakat yine korkusu meydana çıkar ve Kafka’yı “yüce bir amaç”a giden yoldan çıkarır. Her ne kadar bahsettiği “yüce bir amaç” olgusu pasif ve belirsiz olsa da, korkusu taştan bir kapı kadar sert ve gerçektir ve bu korku ona var olmadaki amacını da, var olmanın sebebini sorgulamayı da unutturur; korku onun varlığının bir parçası olur ve Kafka yok olmadıkça o da yok olamaz. Kafka’nın bu korkusunun temelleri insanlarda-özellikle 20.yüzyıl- insanlarında gizlidir. K.’yı ele alırsak, K. durmadan davasının çözümü için insanların kapılarını aşındırır, herkesten fikir alır fakat bundan ileriye hiç gitmez, gidemez çünkü korkusu buna engeldir. Davanın çözümü ve kurtuluş fikri K. için gittikçe çözümsüz bir hale gelir; çünkü çevresindeki insanlar onu davanın işleyişiyle ilgili bilgi yağmuruna tutar ve K. kendi davasını -var oluşunu- çözmek yerine, bu laf kalabalığından kendine en uygun olanı seçmeye çalışır sadece. Aslında K.’nın duyduğu his korku ile beraber gelen yorgunluk ve hatta tükenmişliktir, “yüce bir amaç” için var olan insan, diğer insanlar sebebiyle korkunun ve yeisin kurbanı haline gelmiştir. Kafka’da ve eserlerinde gördüğümüz resim aslında 20.yüzyıl panoramasıdır; çünkü Kafka sadece kendi korkusunu değil, çevresindeki veya yaşadığı yüzyıldaki insanların korkularını da sahiplenmiştir ve bütün bunlar “yüce bir amaç”a yükselmek için oldukça ağır yüklerdir.
Kitaptaki ilgi çekici noktalardan biri ise şüphesiz kitabın sonundaki katedral bölümüdür. Bu bölüm aslında dava (hayat) ile ilgili çok önemli ipuçlarını bulundurur. Bölümün sonunda rahip K.’ya “ senden neden bir şey isteyeyim. Mahkeme senden hiçbir şey istemez. Geldiğin takdirde seni kabul eder ve gittiğin zaman da bırakır.”(Can yay. syf.224) der ve bu cümlesi insan var oluşuna dair çok doğru bir tespittir. Var olmak için girişilmesi gereken bir çaba yoktur ya da böyle bir çabaya girmek manasızdır çünkü var olmak zaten varlığın karar verdiği bir mesele değildir. Bir dava hep vardır ve hep var olacaktır, yasa bunu gerektirir ve bunun için K.’nın veya bir başkasının elinden bir şey gelmez. İşte Kafka’nın bu dava içinde bir özne olmak istemesi, var oluşunun amacını tayin etmeye çalışması, bu gerçekle beraber gücünü kaybeder; çünkü tam bu noktada korku Kafka’yı kanatlarının altına alır ve bu labirentte ona eşlik eder. K. davasının başındaki umudunu, karşılaştığı insanlar sebebiyle yeise bırakır ve davanın çözümsüz olduğunu kabul eder. Kim bilir, belki insanlar olmasaydı K. için davanın çözümüne gitmek çok daha kolay olurdu, çünkü K.’nın da Kafka’nın da benliklerinin özünü oluşturan korku insan ve toplum temellidir. Yine rahip ile K.nın bir diyaloğunda, rahip: “her şeyi doğru saymak diye bir zorunluluk yok, sadece her şeyi gerekli sayma zorunluluğu var.” der ve K.: “Böylece yalan, dünyanın düzenine dönüştürülüyor.” (Can yay. syf.223) diye cevap verir. İşte bu gerekler ve doğrular Kafka’nın kafasında soru işaretleridir; çünkü gerekler denen o uzun liste, diğer insanlarla ortaya çıkan bir olgudur ve Kafka (veya K.) yine insanlar sebebiyle doğrular yerine gereklerin kurbanı olur. Bu bölümle ilgili bir diğer önemli nokta ise Kafka’nın dine olan bakış açısıyla ilgili bazı ipuçları taşımasıdır. Zira rahip de mahkemeden görevli bir kişidir ve mahkemeden bağımsız değildir, bu durum dinin Kafka için nerede durduğunu gösterir. Ona göre din de toplumun dinamiklerindendir ve ondan bağımsız olamaz, er ya da geç dava yargıçlarının (toplumu olumlayan zümre) tahakkümü altına girer ve bireye yeni bir şey söyleyemez. Örneğin, Kafka kitapta kiliseyi büyük, kasvetli, karanlık ve basık köşelerden oluşan bir mekan olarak betimler ve sadece bu betimleme bile Kafka’nın dini yapıyı herhangi bir devlet dairesinden ayırmadığını gösterir, orası da aynı memurların yaşam alanı gibi soğuk ve yabancı bir yerdir.
Son olarak kitaptaki sanat fikrine değinmek yerinde olacaktır. Başta da belirttiğim gibi, karakterler toplumun değişik tabakalarından seçilmiştir fakat hepsinin ortak özelliği bir şekilde K.’nın davasıyla ilintili olmalarıdır. Ressam da bunlardan birisidir ve bulunduğu durum ilgi çekicidir. Sanat, 18.yüzyıldan itibaren, insanlığın gözünde, düzeni eleştiren ve ona karşı gelebilecek bir güç olarak düşünülmüş ve düzene ayak uydurmuş bir sanatçı toplum tarafından birçok kez sorgulanmıştır. Kitapta gördüğümüz sanatçı da işte bu sorgulanması gereken sanatçı prototipidir; çünkü bu acımasız düzene hiçbir şekilde karşı gelmez ve hatta bu düzenin içinde oldukça somut görevleri de vardır. Yaptığı tek şey K.’ya -diğer bütün karakterler gibi- davanın gidişatı konusunda öneriler sunmaktır işte tam bu noktada Kafka aslında bize kafamızdaki bu sanat ve sanatçı algısının yanlışlığını gösterir. Sanat da bir şekilde- din gibi- toplumun bir dinamiğidir ve her ne kadar onun yol gösteren, aydınlanmacı bir yönü olduğu düşünülse de, bir şekilde o yine öncüsü olduğu veya savunduğu düzenin içerisinde bir obje olacak ve daha ileriye gidemeyecektir. Burada aslında, özellikle aydınlanma döneminden sonra ortaya çıkmış bir algı olan, hep zıt kutuplarda konumlandığını düşündüğümüz din ve sanat fikrinin ne kadar da ortak yönleri olduğunu görürüz. Kafka için bir şekilde ikisi de aynı düzenin aktörleridir. Kafka’nın “Açlık Sanatçısı” adlı hikayesine baktığımızda, sanatının toplum tarafından hiç anlaşılmadığını düşünen hikayedeki sanatçı ile, burada düzene ayak uydurmuş ve toplum beğenisi kaygısını gütmeyen sanatçı arasında ciddi zıtlıklar vardır. Ama zaten Kafka’nın dava kitabındaki sanatçısı bir sanatçı bile değil sadece bir mahkeme ressamıdır yani belki de Kafka ona bu unvanı vermek istemez; çünkü gerçek sanat Kafka için, toplumun algısından çok daha farklı ve özel bir yere sahiptir.
Kafka’nın “Dava” adlı eserine baktığımızda bu cisimleşmiş korkuya duyduğumuz aidiyet olmasa belki bu kitap hala bu kadar değerli olmaz. Kafka’nın; babasının oğlu olması (otoriter bir baba), Yahudi olması (bu sebeple arkadaş çevresinde dışlanmalar yaşamıştır), erkek olması ve belki de sadece insan olması onun korkusunu temellendirmesi için yeterlidir. Bu saydıklarımızın hepsinin ardında kayda değer sosyolojik ve psikolojik zorunluluklar var ve üstte de bahsettiğimiz gibi bu gerekler karşısında Kafka neyin doğru olduğuna karar veremez; fakat içinde bir yer hep sorgulamaya devam etmek ister bu gereklere rağmen, ama o zaman da korku ortaya çıkar ve Kafka’yı ölü bir yazar yapar. Özenle, insanlar ve onların kurduğu gerekler dünyasının inşa ettiği korku binasında, Kafka yaşamını sürdürür. Albert Camus’un dediği gibi, yüzyıllardır biriken korku Kafka’da ve onun eserlerinde vücut bulur. O diğer hikayecilerin aksine, bir meseleden kaynaklanan bir acıyı değil, fakat bir histen (korkudan) kaynaklanan acıyı konu alır ve bu onu ölümsüz bir yazar yapar. Kafka’nın Milena’ya yazdığı bir mektuptan alıntı insanlarla olan bu kırılgan ilişkisini özetler “Benim mutsuzluğum, bütün insanları- tabi öncelikle bana göre en kusursuz olanları- iyi saymamdan, aklımla, kalbimle iyi saymamdan kaynaklanıyor… yalnız onların gerektiğinde gerçekten iyi olabileceklerine bir şekilde bedenim inanmıyor, inanmaktan korkuyor ve bu anlamda gerçekten dünyayı kurtaracak tecrübeyi beklemek yerine yavaş yavaş, sürünerek duvarı tırmanmayı tercih ediyor.”