Coğrafî Keşifler Tarihi

Coğrafi Keşifler Tarihi, David Arnold, Osman Bahadır (çev.), Yöneliş Yay. 78 s.

David Arnold’un İngilizce olarak kaleme aldığı, Osman Bahadır’ın Türkçeye tercüme ettiği Coğrafi Keşifler Tarihi kitabı, cismi olarak küçük, anlam olarak 1400-1600 yılları ile keşfedilen yenidünyayı içine alan, geniş anlamlı bir anlatıma sahiptir. Deniz aşırı bir kıtanın keşfi ile XV. yüzyılda başlayan tarihi bir anlatımın içinde; ticari, ekonomik, kültürel ve coğrafi alanlarda örnekler verilmektedir. XV. yüzyıla kadar oluşan imparatorluklar arası ticari iletişim şeklinden, coğrafi keşifler ile milyonlarca insanın kıtalar arası yer değiştirmesine, keşiflerden sonra Avrupa’da oluşmaya başlayan kapitalizm ile yüzlerce bölgenin sömürge toprağı olarak kullanılmasından, bu topraklardaki yerli halkın köle olarak yaşantısına kadar pek çok meseleye yer verilmiştir. Okuyucuya deniz aşırı bir dünya temeli atmanın çok da kolay olmadığını hatırlatmaktadır. Yerleşime geçilen bu yeni bölgenin sahip olduğu yer altı miraslarının keşfedilmesinin yanı sıra, bölgeye ekonomik, ticari, bilim, sanat, kültür vb. kaynakların aktarımının nasıl gerçekleştiğini düşündürecek örnekler verilmiştir. Okuyucuya da “bu aktarımlar yalnızca Avrupa’dan mı aktarılıyordu? Eğer böyle ise Avrupa kendine aktarımı nereden yapıyordu?” sorularını sordurmaktadır. Yazar, tarihsel açıdan keşiflerin uzun sürede gerçekleşmiş olduğunun gözükmesinin yanı sıra, kısa zaman içinde toplumlarda etkisini göstermesini neden, nasıl, ne amaçla olmuştu sorularıyla cevaplamaya çalışmaktadır.

Dünyanın deniz aşırı bir yol ile yeni bir kıtayı keşfetmesi, insanın dünya üzerindeki tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur. Bu gelişme ile dünya haritaları çizimi yeniden değerlendirilmiştir. 1400’ler Avrupası da (Avustralya, Yeni Zelanda, Kuzey Pasifik eksik olarak) eksik haritalarını kendi nazarında tamamlamıştır. Dünya Okyanusları tek bir denizcilik sistemi ile bağlanarak, başta Avrupa olmak üzere kıtalar arası bir geçişe zemin oluşturmuştur. Bu geçişe katkı sağlayan Portekiz, İspanya, İtalya ve Avrupa’nın rolünden bahsetmekle beraber Baharat Altın ve Teknolojik gelişmelerin önemiyle doğrudan ilgisi olan Afrika ve Asya kıtalarını da ele almaktadır. XV. yüzyıla kadar dünyanın şekli ve merkezi bölgelerinin coğrafi konumları ile ilgili pek çok düşünür çeşitli eserler ortaya koymuştur. Bu eserlerin bazılarında mitolojik ve efsanevi ifadeler de kullanılmıştır. İnsanüstü bir güç, aşılması imkânsız bir yer nazarıyla bakılan okyanuslar insanların dünyanın sonu burasıdır algısı ile eşleşmektedir. Sınırları belirli olan haritalar üzerindeki güç ise, Kudüs’ü merkez olarak tanımlamaktır. Böyle bir harita seyyahlar, tüccarlar ve gemiciler için kullanım değeri taşımamaktadır. Zannediyorum ki okyanus aşıldığında karşılaşılan kıta ve konumu insanlar için büyüleyici olmuştur. Belki de böyle düşünmekte haksız sayılmazlardı, yine de 1400-1600 yılları arasında ki keşifler ile yeni ticaret yollarının açılması ekonominin kuvvetlenmesi denizi aşan bölgede yeni bir imparatorluk oluşturularak kapitalizm ve sanayi devrimi temellerinin atılmış olması keşif ve keşif ile gelen yeni dünya perspektifini de yanında getirmektedir. Yerli halk ile ticaret yapmak yerine kara imparatorluğu tercih eden Avrupa sadece Hıristiyan olanların yasal haklara sahip olduğu inancını benimsemiş ve benimsetmiştir. Avrupa ile doğrudan bağı olan kıtaları (Portekiz-İtalya-İspanya) kendi içsel durumlarını anlatarak açıklamaktadır. Portekiz, seyyahları ile bilgi aktarımını sağlayan bir ülkedir. Ticaret için iyi bir konumdadır. Bulunduğu noktayı kendisi için ticarete dönüştürerek kendi ihtiyaçlarını da karşılamaktadır. Okyanus ötesinde olan bir kıtayı keşfetme düşüncesine sahip olmayı düşünmemesi ve komşusu olan Avrupa ile zıt düşmek istemeyerek arka plan da yer almayı tercih etmektedir. İspanya ise kendi kabuğu içinde kalan, ticari ekonomik ve politik yapısının içine bir de dini sorunlara sahip bir ülkedir. Endülüs’e sahip olan İspanya kendi içinde karma din ve kültür barındırmaktadır. 200 yıllık bir zaman kavramında incelenen dönemin içinde gerçekleşen savaşlarla özgürlüğüne yeni kavuşan toplumlar Hristiyan dinine sahip İspanya’ya sığınmaktadır. Bu gelgitler ile keşif düşüncesinden uzak duran İspanya, kendisinde yükselen Hıristiyan toplumunda koloniler oluşturarak kölecilik ve sömürgecilik anlayışına zemin hazırlamıştır. Keşfedilen Amerika kıtasına aktarılan bu anlayış dönem içerisindeki etkili olan el ticaretinin küçük görünmesi ile kapitalizm anlayışını temellendirmiştir. İtalya ise keşifin kâşifi Christopher Columbus’a ev sahipliği yapmaktadır. Gemilerle doğrudan Çin’e gitme projesini saraya sunan Columbus reddedilse de o bundan vazgeçmemiş, sefere çıkmıştır. Doğu Hint adalarına doğru sefere çıktığını düşünürken zıt istikamete giderek ‘yeni dünya’ olarak adlandırılacak kıtaya ulaşmıştır. Kendisi de Avrupa için yeni bir dünyayı değil de Asya anakarası açıklarında ada keşfettiğini zannetmektedir. İtalya denizcilik ve gemicilikte öne çıkmaktan ziyade Rönesans ile Aydınlanma Çağına geçiş yaparak kendi döneminde zirveye ulaşmıştır. Saraylarda zenginlik gösterisi olan sanatsal çizimler ve sanatın ta kendisi keşifleri arka planda bırakmaktadır. Dikkatini keşiflere vermeyen İtalya, Avrupa nazarında Portekiz ve İspanya’ya kıyasla denizcilik ve haritacılığın gelişmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Avrupa’ya keşiflerde birikmiş tarihi donanımı ile dolaylı yollardan yardımcı olan Osmanlı İmparatorluğu geniş toprakları ile XV. ve XVI. yüzyılda kendi zirvesine ulaşma yolunda kararlı bir şekilde ilerlemektedir. İstanbul fetih edilmiş (1453) ‘’benim nazarımda’’ Osmanlı İmparatorluğu tohumun en güzelini dünya üzerine atmıştır. Bu fetih ile Akdeniz ve Karadeniz’in hâkimiyetini elinde sımsıkı tutmayı başarmıştır. Bu güç ile diğer bölgeleri kendi sınırları içinde sınırlamaktadır. Osmanlı Devleti ile yayılan etkili bir durum da İslamiyet’tir. İstanbul’un fethinden dokuz yüz yıl önce ortaya çıkan bu din yayılma hızını daha da kuvvetlendirmiştir. Kendi tarihini oluşturmuş ve oluşturduğu bu tarih ile dünya tarihi içindeki yunan bilim ve felsefe düşüncelerini de korumuştur. Kıtalar arası etkileşimde de her zaman önemli bir yere sahip olmuştur. Köklü bir tarih geçmişine sahip olan Çin Medeniyeti kendi içinde denizciliği XV. yüzyıl başlarında iyice ilerleterek bunu bir ticaret aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Ticaret yapmak içinde tüccar gerekmektedir. Tüccarlar ise ticaretle kıtalar arası alışverişi sağlayan bilim sanat felsefe kültür yaşam tarzı anlayışları arasında aktarım yapan seyyahlardır. XV. yüzyıla kadar etkileşimler tüccarlar ile temellendirilmektedir. Tabi böyle bir etkileşim kendi içinde birçok gelişmeye de kapı açmaktadır. Baharat Yolu, baharat ve altın keşiflerden önce ve keşiflerden belli bir süre sonraya kadar insanlık için önemli kavramlar olmaktadır. Baharat ticaret demektir, seyyah demektir. Baharat kışlık yiyecek hazırlığın da hayvanların telef olmamasında birebirdir. Altın ise işlendikçe değer kazanmış belli bir süreden sonra alışveriş yapabilmenin en temel unsuru olmuştur. Bununla beraber altın yanında zanaatı da getirmiştir. İşlenip mücevherat haline gelmiş hatta halkı sınıflandırmıştır. İşlenip göz alıcı hale gelen altın ile yemeklere tutamlık lezzet katan baharat Avrupa düğünlerinin vazgeçilmezleri olmuştur.

Ticaret yolu ile birbirine bağlanan kıtaların yeni keşfedilen dünya karşısında izlediği tutumu anlatan bu kitap, yeni keşfedilen dünyanın içinde yaşayan halka dair tam bir bilgi vermemektedir. Böyle bir bilgiye sahip olan kaç kitap vardır? Yerlileri sömüren ve köle olarak kullanan siyasi güçlerin, bu soruyu sorup sormadığı tartışılır olsa da kitap bu soruyu cevapsız bırakmaktadır. Yeryüzün de yaşayan ilk insanın Hz Âdem olduğuna dair bilgimiz Amerika kıtasında yaşayan ilk insanın kim olduğuna cevap verememektedir. Böyle bir cevap olsa bile arkasında binlerce soruyu da beraberinde getirmektedir. Düşünülüp söylenecek sözün çok olduğu bu konuda, yaşananların anlatıldığı gibi sistemli bir şekilde ilerlemediği idrakine vardırır düşüneni, diye düşünüyorum.

Cevaplanamayan sorularıma fillerin tepindiği çimlerin ezildiği bir dünyada yaşıyor olmamızdadır diyor düşünenlere yol açan ‘denizin dibindeki filin hikâyesi’ örneği ile sorularıma ara veriyorum…

Vaktin birinde rüya gören padişah denizin dibinde gezinmekte idi. Birden karşısında bir cisim oluştu. Tam ona yaklaşacaktı ki rüyasından uyandı. Yaklaş ve beni gör diye seslenen cismin ne olduğuna dair bir fikri de yoktu. Yakın ve uzak diyarlardaki dalgıçları çağırıp denizin dibindeki cismin ne olduğunu öğrenmelerini emretti. Bir de ödül koydu. Sayısız dalgıç denizin dibindeki cisim için; hortumdur, sütundur, kamçıdır, yayvan bir et parçasıdır, yan yana iki hançerdir… dediler. Her dalgıç da kendi gördüğünün doğru olduğundan emindi. Padişah ise bir türlü tatmin olmuyordu. İnsanlardan biri, bütün bu parçaları birleştirerek hortumu gövdesi başı kuyruğu ayakları olan bir fil olduğunu akıl etmişti. Padişah ise bu cevapla tatmin olmuştu.

Kimse yanlış bir cevap vermemişti ama hepsi eksik söylemişti…

Leave a Comment