Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek

Marshall G. S. Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, Çev. Ahmet Kanlıdere, Ahmet Aydoğan, Yöneliş Yayınevi, s.479

‘‘Hodgson belki de hiçbirimizin aklına gelmeyecek bir soru olarak Hindistan, Avrupa’dan daha büyükken dünyaya sunulan coğrafi haritalarda neden bir kıta değil sorusunu, üzerine basa basa yinelemiştir.

Kafamıza çakılmış bir çivi misali olan algılarımızı tek tek söken Hodgson kitabında batının dönüşümü, modernizm,  medeniyetlerin menşei gibi konuların üzerine sıklıkla gitmiş ve onları kuşkucu bir şekilde irdelemiştir.’’

‘‘Haçlı seferlerinin en büyük zaferi tarih kitaplarımız’’ der Cemil Meriç. Aslında bu dediği ile tarih olgusu altında zihinlerimize hükmeden batı tasavvurunu kasteder. Zihinlerimize diyorum çünkü bu fikriyat sosyal hayattan öz benliğimize kadar bizi fark ettirmeden kendi zihinlerimiz ile yönetiyor. Peki, nedir bu tarih kitaplarında anlatılan? Garp kendini ifade edebilmek adına Doğu’ya nasıl bir misyon yüklüyor? Ve burada değerlendireceğimiz kitabın yazarı olan Hodgson için bunlar neyi ifade ediyordu? Hodgson kitabında günümüze bir mercek olan tarihe diğer yoldaşlarından (müsteşrikler-tarihçiler vb.) ayrı bir ışık tutmuş, onlardan ayrı bir perspektifle dünya tarihini ele almıştır. Hatta bazı yerlerde şarkiyatçıları eleştirmiş, klasik şarkiyatçılar gibi dünya tarihine bakmayı tercih etmemiştir. Tarihi karşılaştırarak, yekdiğeri ile harmanlayarak ve durağan ekseninden çıkararak bize farklı bir kapı aralayan Hodgson kitabında bu uygulamaları aktif bir şekilde kullanmıştır.

Hodgson kitabında ilk olarak Batı Avrupa’nın yerini sorgulayarak işe başlamıştır. Ona göre dünya tarihi batı özelinde mutlak veya biricik bir olgu olmamalı, yazarın kendi ifadesiyle ‘‘Avrupalılar dünyada yalnız olmadıklarının farkına varmalıydılar.’’ Bir Asyalının veya Afrikalının hayatı Avrupalı biri kadar değerli olmalıydı. Hodgson bu çerçevede ‘‘Küresel Bağlamda Avrupa’’ başlığı altında Avrupa’nın ırk merkezli tarih argümanlarını ele almıştır. Belki de hiçbirimizin aklına gelmeyecek bir soru olarak Hindistan, Avrupa’dan daha büyükken dünyaya sunulan coğrafi haritalarda neden bir kıta değil sorusunu, üzerine basa basa yinelemiştir. Hindistan ile İtalya’yı karşılaştırmış, konum ve büyüklük olarak Hindistan’ı ‘‘gizemli ve devasa’’ olarak tanımlamıştır. Bunun üzerine Garp her alanda ben’lik üzerine kurulu mefkûresini devam ettirmiş bunu toplum üzerine empoze etmeyi kısmen de olsa başarabilmiştir.

Bu bölümdeki bir diğer tezi mercator projeksiyonu üzerine yoğunlaşmıştır. Hodgson bu haritada Afrika’nın şeklinin bozulması veya Grönland’ın bu denli büyük gösterilmesi gibi alanlar ve hacimler üzerindeki saptırmaları fark etmiştir. Bu gibi coğrafi haritalar bizim için önemsiz görünse de batının benlik cazibesinin ne boyutta olduğunun bir belgesi niteliğini taşımaktadır. Hodgson aslında haritalardan başlanıp dünya tarihinde hiçbir şeye ayrıcalık atfedilmemesini istemiştir. Fakat anlatılanların hiçbiri bu yönde olmamıştır. Batı merkezci bir tarihe göre garp çağın en medenisi olmaya hak kazanmıştır ve İslam onun eksenine eklemlenmiştir. Diğer bir ifade ile onun istikametinden geçmek zorunda kalmıştır. Fakat Hodgson için bu böyle olmayacaktır. Bunların devamı olan düşüncelerinden biri, Batının dünyayı kıtalara bölüp başka bir deyişle herhangi bir öteki oluşturmuş olmasıdır. Diğer kıtaları veya bölgeleri keşfeden Garp elbette bunları tanıtma hakkını da kendinde bulmuştur. Kendi içinde müstakil bir dünya tasavvuruna dayanan bu tanıtım Avrupa’nın merkez olma iştiyakına kısmen de olsa bir cevap teşkil etmiştir.

Kitapta tartışılan diğer hususlardan biri de evrensel dinlerin ortaya çıkmasıdır. Kitapta Mihver Çağ olarak adlandırılan dönem ayrı bir şekilde ele alınmıştır. Dinlerin ortaya çıkması ile durağan bir tarih algısı yok olmuştur. Hodgson bu düşünce ile tek tip tarihçilik anlayışını rafa kaldırmıştır. Yani medeniyetler veya kültürler birbirleriyle sürekli bir etkileşim içerisindedir, demiştir. Ne Avrupa’yı salt bir Avrupa tarihi ile ne de İslam’ı salt bir İslam tarihi ile öğrenmek ve anlamak mümkündür. Her şey bir zincir misali birbirine bağlı kalmıştır. Bir dönem Afro-Avrasya tarihine baktığımızda bu dinlerin biri ya da diğeri siyasi iktidarı ve ticaret yollarını ellerine almayı başarmışlardır. Aralarında kültürel veya ticari bir alışveriş olmuştur. Evrensel dinlerin gelişmesiyle mesafe kavramı da ortadan kalkmıştır. Yani bu dinler sayesinde insanlar dünyanın diğer ucundaki herhangi biriyle manevi bir bağ kurup din kardeşi olabilmişlerdir. İslam ise bunlar içerisinde hızlı ve etkin bir şekilde sosyal, siyasi, iktisadi hayatta yayılma gösterince adeta bir şok etkisi yaratmıştır. Yeni bir nizam sistemi oluşturmuş ve insanlara da bunu özümsetmiştir. İşte bu yüzden Hodgson, İslam’ı dünya tarihi bağlamında ele almıştır. Şüphesiz ki dünyanın başlangıcından günümüze süregelen her olay kendi içinde önemlidir. Fakat bu olaylar içerisinde en önemlisi, İslam’ın doğuşu ile birlikte hızlı bir şekilde Arap yarımadasından Avrupa’ya kadar yayılan köklü bir medeniyetin sahipleri olan Müslümanlardır. İslam tarihi yalnızca kendi içerisinde dar kalıplarla değil dünya tarihi bağlamında değerlendirilmelidir. Hodgson bir İslam araştırmacısı olarak buna özellikle değinmiştir. Kitaptaki önemli yerlerden biri de İslam’ın yalnızca Ortadoğu ile sınırlandırılmayıp onun dünyayı kuşatan manevi ve sosyal bir güç olarak ele alınmış olmasıdır. Hodgson Batının İslam’a Orta Çağ’ın bir izdüşümü gibi bakan anlayışından sıyrılıp tersine, medeniyetlerin menşeinin Asya olduğunu ileri sürmüştür. Kendi ifadeleriyle ‘‘Göklere çıkarılan Roma bile sadece buğday için değil hocaları ve modelleri itibarı ile Mısır ve Doğu Akdeniz’e bağlıydı.’’ demektedir. (syf.88) Hodgson dünyayı ikiye ve daha fazla bölgeye ayırmanın, ırk merkezli bir istikamette yol almanın delilik olduğunu, hatta Avrupa’nın bir kıta olamayacağını ısrarla dile getirmiştir. Bu düşüncelerini Hindistan’ın ve Güneydoğu Asya’nın kıta olarak görülmemesinin üzerine temellendirmiştir. Kafamıza çakılmış bir çivi misali olan algılarımızı tek tek söken Hodgson kitabında batının dönüşümü, modernizm,  medeniyetlerin menşei gibi konuların üzerine sıklıkla gitmiş ve onları kuşkucu bir şekilde irdelemiştir.

Bunların yanında Hodgson ‘‘neden Doğu değil de Garp bu algıları oluşturma konusunda başarılı oldu’’ sorusunu yöneltmiştir. Bunun bir maddesini Batı’da takriben ikinci bin yılın ortasında gerçekleşen ticari ağlar meydana getirmiştir. Özellikle Portekiz ve İspanyol gemileri sayesinde Amerika’daki altın ve gümüşlerin buraya akması etkili olmuştur. Afro-Avrasya dediğimiz bölge içinde hızla artan Pazar yerleri ve rekabet sayesinde ekonomi hızlı bir ivme kat etmiştir. Gelişen teknolojinin beraberinde getirdiği icatların kaynağı doğuda olsa bile Avrupa’da geliştirilmesi durumu hızlandırmıştır. Ve Avrupa ne kendisi ile yarışılabilecek bir rakip ne de ulaşılacak bir nokta haline gelmiştir. Kendisini yegâne olarak gösteren Garp paradigması hayatlarımıza dolup taşmıştır. Garp da hızla gelişen teknoloji (tekniksellik) ve 1789’un akranları ile kitleler kısmen daha özgür bir yaşama sahip olmuştur. Mümkün olduğunca çok işgücü ile dönen teknoloji çarkları sayesinde köylüler dahi geçmişteki soylu sınıflarla aynı statüye çıkmaya başlamıştır. Bunun sonucunun Batı’ya kazandırdığı şey, bu kitlelerin eğitiminin zorunlu hale getirilmesi olmuştur. Olaylar çerçevesinde Garp’ta devlet diye bir mekanizma kurulmuş ve artık evlere kadar müdahil olmaya başlamıştır. Ve bu sistem insanları kitleler halinde nazikleştirme çabasına girişmiştir. Hodgson’a göre Batılılar ahlaki ve siyasi çıkmazlarını bu yöntemle yola koymuşlardır.

Hodgson’ı Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek kitabında farklı kılan en önemli husus dünya tarihine farklı bir perspektif ile yaklaşmasıdır. Hodgson bizim bile algılarımıza yerleşmiş olan hasta adam düşüncesine bir pencere açmıştır. Hiçbir şeyi kesin olarak ele almamış bir dedektif titizliği ile hadiseleri incelemeyi tercih etmiştir. Garbın kendisini sağlam zemine oturtmak adına Doğu’ya biçtiği kaderi görmezden gelmiş, İslam özelinde Doğu’yu ve Batı’yı dünya tarihi ile harmanlamıştır.

Leave a Comment