Hüsn-i Hat Sanatında ve Türk İslam Edebiyatında Ortak Bir Form; Hilye’nin Ortaya Çıkışı
Kelime olarak “süs, ziynet, kolye”, mecazen “yaratılış ve suret” manalarını taşıyan hilye, terim olarak; Hz. Muhammed’in (s.a.v) hal ve tavırlarını anlatan, dış görünüşünü tasvir eden manzum ve mensur eserlere denmektedir ki hat sanatında tablolaşmış bu eserlere Hilye-i Şerife adı verilmektedir. Hattat Hüsrev Subaşı hilyeleri, “Hz. Peygamber’in fizik ve ruh portresinin yazı ile ifadesi.” şeklinde tanımlamaktadır.
Edebiyatımızda hilye türünün ortaya çıkışı İmam Tirmizi’ye kadar dayanmaktadır. Tirmizi, Hz. Peygamber’in şemaili ile ilgili bilgi veren hadisleri toplayarak “eş-Şemailü’n Nebeviyye ve’l-Hasâilü’l-Mustafaviyye” adlı müstakil bir eser oluşturmuştur. Bu eser, hilye eserlerinin ilk kaynağı kabul edilmektedir. Görüldüğü gibi hadis (şemail) ilminin içinde yer alan hilye zamanla gelişme göstererek müstakil bir hal almıştır. “Ya Ali! Hilyemi yaz çünkü vasıflarımı görmek beni görmek gibidir.” hadisi de bu türe verilen önemi arttırır niteliktedir.
Hilye eserlerinin sebeb-i telif bölümleri incelendiğinde bu türün ortaya çıkış sebepleri anlaşılmaktadır. Bu sebepler;
- Peygamber sevgisi
- Peygamber’in şefaatine nail olma arzusu
- Peygamber’in hilyesi hakkında bilgi sahibi olmak
- İyi bir eser bırakarak hayırla yâd edilme arzusu olarak ifade edilmektedir.
Hilyeler etrafında oluşmuş bir takım halk inançları da mevcuttur. Bu durum, hilyelerin salt seyirlik olmadığını, insanların bulundukları ortamı da İslam’a göre düzenleme arzusu içinde olduğunu göstermektedir. İnançların başında, hilye bulunan eve doğal afet uğramaması, huzur ve bereketin evden eksik olmaması, hırsızlık gibi kötü hadiselerin yaşanmaması gelmektedir. Ayrıca hilyeler küçük formlarda tasarlanarak bereket için cüzdanlarda da taşınmıştır.
Hilye türünün ilk örneklerine Arap edebiyatında rastlanmaktadır. Türk edebiyatında ise hilyeler diğer milletleri geride bırakacak derecede gelişme göstermiş ve rağbet görmüştür. Bu durum, Türklerin İslam ile kurdukları ilişki ile açıklanabilmektedir zira Türkler İslamlaştıktan sonra hemen her alanda dini vazgeçilmez bir unsur olarak görmüşler tüm yaşam alanlarını İslam’a göre düzenlemeye çalışmışlardır. Edebiyat da İslam’a göre şekillenen alanlar içinde önemli bir yere sahiptir. Türk İslam Edebiyatı olarak isimlendirilen bu edebiyatın kaynakları incelendiğinde başlıca kaynakların Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i nebeviyye olduğu görülmektedir. Bu temelle Türk İslam Edebiyatında tevhid, münacat, esma-i hüsna gibi Allah ile ilgili türler; mevlid, miraciye na’t, hadis-i erbain gibi Hz. Peygamber ile ilgili türler ortaya çıkmıştır. Hilye de Türk İslam Edebiyatında Hz. Peygamber ile ilgili türler içinde O’nun (s.a.v) hakkında bilgi vermesi hasebiyle oldukça önemli bir yere sahiptir. Fars edebiyatında ise hilye türü eserler yok denecek kadar azdır.
Edebiyat alanında hilyeler, manzum ve mensur olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Hilyelerin en meşhuru ve ilk manzum hilye kabul edileni Hakâni Mehmet Bey’in kaleme aldığı Hilye-i Saadet adlı eseridir. 1598 yılında tamamlanmıştır. Eserde bir besmele manzumesi, bir tevhit, bir münacât, bir na’tdan sonra eserin konusu hakkında bilgi verilmekte ve Hz. Ali’den rivayet edilen meşhur hadis nakledilerek bu hadisin açıklaması yapılmaktadır. Hilye-i şerif tablolarında bulunan hadis-i şerif de bu hadis-i şeriftir. Hakâni Mehmet Bey bu eseri ile hilye geleneğine öncülük etmiş, kendinden sonra hilye kaleme alanlar O’nun eserinden övgüyle söz etmişlerdir.
İslam’ın resim ve heykel sanatına mesafeli olması sebebiyle sanatkârlar putlaştırılabilecek kimselerin suretini çizmekten, resim ve heykelini yapmaktan kaçınarak hat, minyatür gibi sanat dallarına yönelmişlerdir. Hz. Peygamberin putlaştırılma endişesi ile yapılamayan tasviri ise hüsn-i hat yani hilye tabloları ile can bulmuştur. İlk etapta Hz. Peygamber’in tasvirini yapmak için minyatür sanatı daha uygun görünmekte fakat üç boyutlu olmamasına rağmen surete yer veriyor olması sebebiyle putlaştırma tehlikesi söz konusu olabilmektedir. Hat sanatında ise böyle bir durum söz konusu olmamaktadır. Çünkü tasvir yazı ile yapılmakta ve surete yer verilmemektedir.
Yazılan ilk hilye tablosunun Ahmet Karahisari’ye ait olduğu iddiaları mevcutsa da Hilye-i Şerife tablolarının ilki Hafız Osman tarafından 1679-1680 yıllarında tertip edilen tablo olarak kabul edilmektedir. Hakâni Mehmet Bey’in ve Hafız Osman’ın eserlerinin ortaya çıkış tarihlerine bakıldığında bu geleneğin 16. asır sonu 17. asır başını kapsadığı görülmektedir.
Klasik formda yazılan hilyede; başmakam, göbek, hilal, hülefa-yı raşidin, ayet, etek, koltuk, iç pervaz, dış pervaz bölümleri mevcuttur. Bu klasik tertib Hafız Osman tertibi olmakla birlikte hilye tablolarında zaman zaman modern denemelerin yapıldığı da görülmektedir.
Hilye tablolarının metin bölümünde Hz. Ali’den rivayet edilmiş olan meşhur hilye hadisi bulunmaktadır. Bu hadiste Hz. Peygamberin boyu, saçı, gözleri, omuzları, elleri, teni, yüzü gibi fiziksel özelliklerinin yanı sıra mizacı ile ilgili de bilgiler yer almaktadır.
Sanat eserleri uzun yıllar boyunca belirli amaçlara hizmet etmiş ve bu eserlerde salt sanat etkisi göz ardı edilmiştir. Bu amaçların başında din ve süs gelmektedir. Her iki amaç doğrultusunda ortaya konan eserler incelendiğinde eserin amacı ile uyumunu gösteren hayli örnek mevcuttur fakat zamanla sanat bütün amaçlardan sıyrılarak ve salt kendisi olarak belirli amaçlara hizmet eden sanatın karşısında bağımsızlığını ilan etmiştir. Böylece sanat belli amaçlar için değil salt kendisi olarak aranır olmuştur. Buna mukabil hala belli bir amaç doğrultusunda ortaya konan sanat eserleri mevcuttur ki hilye bu tür eserler içinde zikredilebilir. 18. asırda estetiğin ortaya çıkışı ile yeni bir hüviyete bürünen sanat üzerinden hilyenin ne olduğunun anlaşılamayacak olması bu eserler üzerinden yapılan estetik çözümlemelerin anlamlı bir zemine oturmamasına sebep olmaktadır.
Hilyeler ilk olarak sanatkârın ve sanatseverin zihninde oluşan ifade olarak iki cepheli değerlendirilebilir. Sanatkârın zihninde oluşan ifade, kaynağı hadis olan metinlerin esere dönüştürülmesi için gereken zihinsel faaliyetin gerçekleştirilmesidir. Sanatseverin zihninde oluşan ifade ise hilyede anlatılan vasıfların zihinde canlandırılarak portreleştirilmesidir. Ayrıca hilyelerin Hz. Peygamberin karakter özelliklerini de bildirmesi hilye ile meşgul olanların bu özellikleri kendi ruhi durumlarına göre anlamlandırmasını sağlamaktadır.
Yaratma ve yansıtma kuramı açısından bakılacak olursa her hilye biriciktir. Çünkü ne sanatkâr ne de sanatsever hilye ile meşgul iken hissettiği duyguları bir daha hissedebilecek ne de o zaman ve şartlara aynı şekilde sahip olacaktır. Yani yazı formu, üslup gibi unsurları fazlaca benzerlik gösterse de her hilye biriciktir. Görüldüğü gibi hilyeleri oluşturmak ve alımlamak bir hal durumudur. Bu sebepten hilye, estetiğin alanına gir(e)memektedir.
Hilyelerin estetik olandan ayrıştığı bir diğer nokta ise bu türün toplumsal bir değer taşıyor olması ile alakalıdır. Yani hilye toplum için yapılan bir sanattır. Yazılış sebeplerine bakıldığında, amacın Hz. Peygamber ile ilgili bilgi vermek olduğu görülmektedir. Hilye ile meşgul olan bir sanatsever her seferinde seyrederken yaşadığı güzel duyguların yanında peygamberi ile ilgili bilgiler de elde edecek ve o eserden aldığı lezzet iki katına çıkacaktır.
Tüm bu yaklaşımların yanında unutulmaması gereken asıl mesele hilyelerin salt estetik için kurgulanma imkânının olmamasıdır. Çünkü estetik olarak kurgulanan bir sanat eseri, salt kendisi olarak mevcudiyet göstermekte, hiçbir amacı bünyesinde barındırmamakta böylece eserin sanatsallığından alınan sadece estetik haz olmaktadır. Fakat hilyeler incelendiğinde temel amacın peygamber hakkında bilgi vermek ve onun sevgisini diri tutmak olduğu yani dini amacın eserin sanatsallığından bir adım önce olduğu görülmektedir. Hz. Peygamber’e verilen değer doğrultusunda O’nu anlatan eserlerin güzel olmasına özen gösterilmesi, “Allah Cemil’dir cemali sever.” düsturunca değerlendirilebilir ki bu durum sanatkârın peygamberine en güzel şekilde hizmette bulunma arzusu olarak da düşünülebilmektedir.