Levi-Strauss’ta Mit ve Anlam
İnsanın bilimi olan antropoloji, “ilkel” topluluklara yönelik araştırmasıyla, insanın nasıl davrandığını açıklamaya yönelmiştir. Antropologlar insanın dünyadaki tavır alışının kökenlerinin neler olduğunu ve bu tavır alışlardaki otantikliği keşfetmek amacıyla çalışmalarında “ilkel”lere yönelerek, ilk tavır alışların nasıl vuku bulduğunu açıklamaya çalışmışlardır.
Levi-Strauss, yapısal antropolojinin kurucusu olarak alan içinde ve daha genel olarak sosyalbilimlerde önemli bir yer teşkil etmektedir. Strauss’un Mit ve Anlam kitabı, tüm düşüncesindeki müşterekliği sarih bir şekilde gösterdiği için önem taşımaktadır. Kitaba geçmeden önce konuyu daha da açıklayacağı için “yapısalcılık”ın ne olduğu üzerine kısaca durmak gerekmektedir.
Roland Barthes yapısalcılığı şöyle açıklar: “yapısalcılık, bir nesneyi, onun işleyişini, onun hangi kurallara göre işlediğini ortaya çıkaracak bir şekilde yeniden inşa etmektir. Bu faaliyetteki yapı terimi nesnenin bir temsilidir. Ancak bu temsil amaca matuftur.” Barthes’in ifadesinde dikkat çekici olan yapının belli bir amaca göre inşa edilmesidir. Yani yapısalcılık, nesnelerin fonksiyonlarını belirlediği amaca göre yeniden inşa etme işlemidir. Böylece insanlar nesnenin ne olduğuna ulaşmayı ona yükledikleri anlamı yeniden ortaya çıkartmak olarak varsayarlar. Yapısal düşünce, kurgulanmış olanı, verilmiş olanı alır, parçalar ve tekrar birleştirir. Toparlayacak olursak yapısalcılığa göre, insanlar kendi yükledikleri anlam dünyası içerisine yaşar ve anlamın insanın yüklemesinden ibaret olduğunu kabul eder.
Saussure’nin dilbilim alanında yaptığı yapısalcı çalışmalarından esinlenerek yapısal antopolojiyi kuran Levi-Strauss, irrasyonel olanın düzensizliğinin ortaya çıkarttığı kaosun sonucunda evrenin bir kaos bütünü olarak algılanmasının yanlışlığından hareketle, bizim kaos olarak gördüğümüz şeyin arkasında rasyonel bir temelin olmakla düzenin olduğunu düşünmektedir. Yani çok kompleks olarak karşımıza çıkan kodlarda ortak, müşterek bir yanın olduğunu ve çalışmaların amacının bu olduğunu söylemektedir. Strauss, herşeyin temelinde düzen aramasının sebebi olarak, düzenin olmadığı yerde anlamında olmayacağını düşünmesinden dolayıdır. Bu noktada Strauss’in insanın varoluşunun belirli ilkeler kapsamıda açıklanması gerektiğinden yapısal bir metodu benimsediğini söyleyebiliriz.
O halde anlamı ortaya çıkartmak için bir şeyi başka birşeyle ilişkilendirmek kaydıyla ortaya çıkarttığımız yapının kendisi anlamın bütününü oluşturmaz mı? Ya da anlam belirli bağıntılar bütünü sonucunda kurulan yapının bir ürünü olduğuna göre, yapının gerçekle olan ilişkisi nedir? Ya da Saussure’nin belirttiği gibi kelimenin tek başına anlamının olmayıp belli bir yapıda, gramatik uygunluk içerisindeki bir cümlede anlamını kazanıyorsa anlamın kendisi tamamen yapının bir ürünü olup, zihinsel bağıntılar olarak gerçek ile olan irtibatı nedir?
Soruları daha da çoğaltabiliriz ancak buradan kendisini gösteren ancak konu dışı kaldığı için sadece işaret etmekle yetinilecek bir başka şey vardır, bütünün anlamlı olduğu. Bu açıdan Strauss, tümdengelimci bir metot benimsemektedir. Peki soruların cevabı nedir? Ya da soruları bir başka soruyla sistemleştirip, açıklaştırılacak olursa, inşa edilen bu yapılarla birlikte insanın tavır alışının bilimi olarak ortaya çıkan antropoloji varoluşu nasıl anlayabilmektedir?
Yapılar yalnıca uygun kuramsal kurgular değillerdir, antopologlardan bağımsız bir şekilde var olan gerçeklikler olarak antropologların gözlemlediği tüm ilişkilerin kaynaklarıdır. Bu anlamıyla yapının kendisi insanın düşüncesinen ya da zihninden doğması bakımından sadece kurgusal değildiler –konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi Jean Piaget’in Yapısalcılık metninde mevuttur.
Yapılan açıklamalarla Levi-Strauss’un yapısalcı olmasının sebebi açıklanmıştır. Strauss, bir sistemin öğeleri kendine ait anlamından çok, öğelerin bir araya gelme biçimleri üzerine odaklanmaktadır. Burada “farklılık ve ilişki” temel kavramlardır. Yapısal antropolojinin önemli bir özelliği olan toplumsal ve kültürel yaşamın, işlevselcilik üzerinden yapılan çalışmalarla açıklanamayacağıdır. Bu anlamıyla Strauss, deneyselcilikten uzaklaşmaktadır. Yapısal antropolojinin diğer önemli yanı ise “kapsam”dır. Yani Strauss daha tümelci bir yaklaşımı benimser. Kitabın “Tavşan Dudakları ve İkizler: Bir Mitin Yarılması” bölümünde farklı mekansallıkta ve zamansallıktaki mitlerin ortak bir anlam dünyasına sahip olması bakımından, bu mitlerin ortaklığının ya da yapılarının çözümlenmesiyle toplumların davranışlarının açıklanacağını göstermeye çalışmaktadır. Başka bir örnek ise Strauss’un ensest ilişkilere yönelik yaptığı açıklamaları gösterilebilir.
Yapısal bir antropolojiyi benimseme sebebi olarak Levi-Strauss, insanın tüm veçheleriyle açıklama imkanı dolayısıyladır. Bu anlamıyla kitabın “Mit ve Bilimin Buluşması” bölümünde Strauss, bilim ile mitin birbirinden uzaklaşmasının ortadan kalkmasıyla birlikte daha geniş bir düşünsel perspektif imkanının açıkdığını düşünmektedir. Kendi ifadesiyle “somutun mantığı” olarak adlandırdığı şey, yani imaj, sembol ve benzerlerine zıt olarak duyu verilerini dikkate almak ve kullanmak ile bilimsel düşünce arasındaki ayrımın, çağdaş bilimde ortadan kalkarak iç içe geçtiği, bilimin duyuları, mitleri gündemine alarak problerinin çözümünü böyle geniş bir perspektifle çözmeye çalıştığını düşünmektedir. Bu noktada Strauss, bilimin bütün problemlere çözüm bulabileceği düşüncesinde değil, bu genişlemeyle yeni problemerin çözümünü mümkün kılmaktır. Anlaşıldığı gibi Strauss, mitin bilime eklenmesi ve sorunlara yönelik çözümlerin bilimsel metodolojinin olması gerektiğini düşünmektedir. “Yapabileceğimiz en iyi şey, verebileceğimiz cevapların sayısını ve niteliğini yavaş yavaş artırmak olacaktır; ve sanırım bunu da sadece bilim vasıtasıyla yapabiliriz.”
Strauss, bilime ilişkin dönemsel bir değerledirme yaparak, bilimle birlikte bazı şeyleri kaybettiğimizi ve kaybedilen şeylerin yeniden elde etmeye çalışılmasının, onların önemi ve varlığından haberdar olma gayreti olarak görüyor. Kaybolan şeylerin hiç kaybetmemiş gibi, olduğu gibi bulabileceğimiz konusu belirsiz olsa da bilimin ilk dönemlerinde kendisinden dışladığı miti tekrar “düşünselliğine” dahil etmesiyle anlamı yakalayabileceğimizi varsaymaktadır.
Strauss’a göre bilim ile mitik düşünce arasındaki uçurum 17 ve 18. yüzyıllarda ortaya çıktı. O dönemlerde bilimin yalnızca duyular dünyasına sırt çevirerek var olabileceğini düşünüyorlardı. Çünkü duyular uzun bir zamandır da algılandığı gibi yanıltıcıdır ve bilimin var olabilmesi için reel dünyanın zihinle kavranabileceğinidir. Strauss bu yorumuyla felsefe tarihi içerisinde varolan bir tartışmayı direk olarak bilime aktarmıştır. Esasında bilim, reel olanın dolaysız zihinsel kavranışı şeklinde veri elde etmekten çok, reel olanın duyusal olarak kavranıp elde edilen verilerin bilimsel metoda tabi kılınması şeklinde ifade edilebilir. Yoksa bilim duyuları dışarda bırakmış olsaydı reel olandan bahsetme imkanımız olmayacak ve dolayısıyla bilim de yapılamayacaktır. Strauss herhalde kendi kuramını tutarlı bir şekilde oluşturabilmek adına böyle bir yanlışı göremedi.
İşte bu uçurum çağdaş bilimin kendi alanını genişletmesiyle birlikte ortadan kalktığını düşünmektedir Strauss. Felsefenin başlangıcından 19. Yüzyıla kadar olan empirizm ve idealizm arasındaki çatışma, bilginin tecrübi ya da özsel olduğu şeklinde karşıtlıktan öteye gidemeyen tartışmalara boğulmuştur. Strauss’a göre çağdaş bilim tecrübe/zihin karşıtlığı probleminin çözümünü sinir sisteminin yapısında yattığını düşünür ve çözümün sinir sistemimizin oluşum biçimi ve zihin ile tecrübe arasına arabulucuk ettiği şekliyle, zihin ile tecrübe arasında bir yerde olduğudur. Yukarıda yaptığımız itiraz açık bir şekilde bu paragrafta görülmektedir.
“İlkel Düşünce ve Uygar Zihin” bölümünde Strauss “ilkel” toplumlar ile bilimsel toplumlar arasındaki farkları açıklayarak, bilim ile mitin buluşmasıyla insanlığın kaybettiği şeyleri kazanma umudunu taşımaktadır.
Strauss “ilkel” olarak ifade edilen toplumları yazısız toplumlar olarak adlandırmanın daha iyi olacağını söyler.
İlkel olarak adladırılan toplumlara bu ismi vermek yerine yazısız olarak adlandırmanın daha iyi olacağını söyler. Yazıya sahip olmamanın kendisinin ilerlemenin belirli bir aşamasında kalındığını çağrıştırması bakımından Strauss’un naif ve bazen açık bazen gizli bir şekilde “ilkel” olanın çağrışımına geri dönmektedir. Tam da bu noktada Malinowski’nin düşüncesinde göre bu toplumlar tümüyle hayatın temel ihtiyaçlarınca belirlendiği veya belirleniyor olduğuydu görüşünün, gelişmemişlik olarak değerledirilmesine itiraz etmektedir. Aynı sebeple bir başka itirazı da Levy-Bruhl’dir. O da, ilkel ile uygar toplum arasındaki farkı, ilkel toplumların duygu ve mistik temsillerle yaşadıkları şeklinde kodlamaktadır.
Strauss’un düşüncesiyle, yazısız toplumların çıkar gütmeksizin ve zihinsel olduğudur. “Çıkar gütmeyen bir düşünme şekline tamamıyla muktedir olduklarıdır; yani, kendilerini çevreleyen dünyayı, doğayı ve toplumlarını anlamaya yönelik bir arzu ve ihtiyaçla hareket ederler. Diğer taraftan bu amaca ulaşmak için de aynı bir filozofun, hatta bir ölçüde bir bilim adamının kullanbildiği ve kullanabileceği entelektüel araçlarla işe koyulurlar.”
Strauss’a göre yazısız toplumların amacı “bütüncül” bir evrendir. Yani her şeyi anlayamazsan hiçbir şeyi açıklayamasın. “Bu, çok sınırlı fenomenler hakkında açıklamalar sunmaya çalışan, ardından başka türden fenomenlerle devam eden ve böyle adım adım ilerleyen bilimsel düşünmeyle tamamen çelişir. Bilimsel düşünme vasıtasıyla evren üzerinde bir tahakkümde bulunabildik. Ancak mitsel düşünce insana evreni anlayabileceği ve evreni anladığı illüzyonu verdi. Bu elbette sadece bir illüzyondur.” Strauss’a yönelik az önceki itirazımız kendisini daha da açık bir şekilde göstermiştir. “Mit, Tarih Haline Geldi” bölümünde Strauss, antropolojinin temel sorunlarını sıralayarak kendisinin tespit ettiği sorunları bir yansıması olduğunu kitabında görebilmekteyiz. Strauss’un naif bir şekilde “ilkel” olarak gördüğü Batı dışı toplumlar değerlendirmesi elbette bir sorundur. Ancak bu sorun çokça ve gereksizce Avrupamerkezcilik çalışmaları kapsamında çalışıldığından fazla üzerinde durmaya gerek yoktur. Bir noktada gereksizdir çünkü esas mesele ya da Strauss’un esas sorunu çok daha ciddi ve önemlidir. Bu sorun da, bir şeyin başka bir şey ile olan benzerliği, ortaklığı üzerinden inşa edilen yapının bir bağıntılar bütününden ibaret olup, insanın dünyadaki davranışlarının açıklanmasını teorik ya da içinde yaşadığımız zaman gereğinde kuramsal olduğudur. Bu da hiçbir şekilde varoluşu açıklayamamakta, varoluşu belirli anın görünüşünü bakışın modele uygunluğu çerçevesinde sabitlenerek anlam bütünü haline getirilmesidir. Yapı ile gerçeklik arasındaki ilişkiye yönelik her türlü açıklamaların kuramsal bağlantılar olduğu görüldüğünde sorun daha ciddi bir şekilde kendisini göstermektedir.
Sonuç olarak, çağdaş “düşünce”de önemli bir yere sahip olan Levi-Strauss’un genel düşüncesi, yine genel okura yönelik yazılmış metni üzerinden bir tavsiye olarak okuduğunuz bu değerlendirmeyle tanıştırmayı amaçladım.