Sanal Alamet Sayı 14

Havasını soluduğumuz şu zamanlar, bireysel hayat döngümüzün hibritleştiği, online ve gerçek dünyanın iç içe geçtiği bir dönem. Pandemiden sonra dijitale dönüşümün hayatımıza birçok alanda kolaylıklar getirdiğinin farkına vardık. “Eskiden daha güzeldi” demenin bir faydası olmadığını fark ettiğimizde, içinde bulunduğumuz şartları daha iyiye dönüştürebilme, sanalı kendimize avantaj olarak sunma şansını yakalamış olduk.

Tam da sanal aleme evrildiğimiz süreçte çıkardığımız derginin bir yılı biterken dijital şartları yeni yılımızda nasıl daha iyi kullanabiliriz sorusuna cevap aradık. Sekiz arkadaş, gönül coğrafyalarımıza dalıp çıkarken, belki okuyucularımıza keşfedilmemiş bir kıta sunarız hissiyatıyla; sosyal medyada, bloglarda karşımıza çıkan uzun yazılardan sıkılan okurlarımızla eğlenceli beraberliğimizi devam ettirmek istedik.

Dergimizin ikinci yılında da “zaman kavramı beşerin en kıymetlisi” görüşümüzü devam ettiriyoruz. Bu nedenle biz de vakitleri israf etmeden kısa ve öz şeyler ortaya çıkaralım, toplu taşıma kullanırken okuyalım, izleyelim, kahve içerken müzik dinleyelim, dergilerle tanışalım, beğendiğimiz sayfaları paylaşalım, gitmeye üşenmediğimiz yerleri anlatalım istedik ve hazırlıklara yeni yılda da devam ettik.

Kitaplıklarımızın başına geçip kitaplarımızı taradık, film listelerimizi açtık filmlerimizi yeniden karıştırdık. Müziklerimizi tekrardan dinledik, unutamadığımız parçaları seçtik. Sosyal medyalarımızı, bağlantılarımızı kontrol ettik, paylaşıma açmak istediklerimizi not aldık. Gitmeyi çok sevdiğimiz, manzarasına doyamadığımız sakin ve güzel yerleri gezdik. Tüm bunların her birini yazıya dökmeye devam etmeye karar verdik

Yeni dönemde hangi başlıkları eklemeliyiz? Sorusuna; klasikten uzak, şahsına münhasır yazılar ortaya çıkarmak istediğimiz konuları seçme konusunda ortak bir karara vararak işe koyulduk. Şimdilerde biz, ayda bir düzenli formatımız ile okurumuza yeni keşifler sunmak için içeriklerimizi bir araya getirmeye ilk günkü heyecanımızla devam ediyoruz. Önünüze gelen dergi çalışmamızın işleyiş mekanizması bu şekilde güncellendi. Geriye kalan tek şey sayfayı ilerletip ikinci yılımıza ait yeni içeriklerimizle tanışmanız.

Güzel vakit geçirmeniz ve faydalanmanız dileğiyle, Değerli Okurlarımız…

Editör İşleri: Elif Yavuz

Kendi Halinde Yazarlar: Ayşegül Eroğlu, Ayşegül Taşalan, Betül Ellialtıoğlu, Elif Yavuz, Fatma Zehra Hamarat, Gülbahar Sebetci, Kevser Betül Kurar

Kültürün İzinde

İlk basımı 2018 tarihinde yayımlanan bu eser Prof. Dr. Suat Ungan tarafından kaleme alınmıştır. Suat Ungan hali hazırda Trabzon Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Kitabı okuduğunuz esnada kendinizi Pegem Akademi gibi bir yayının teorik kitaplarına benzemeyen ama aynı zamanda bilgi ile donatıldığınız bir yolculukta gibi hissedeceksiniz.   Kitabın içeriği “Dil ve Kültür Dosyası” , “Okuma Dosyası” , “Eğitim Dosyası” başlıkları ile belli konulara yoğunlaştırılmış şekildedir. İlk bölüm Türkiye vatandaşı olan her birimizi medeniyetimizi önemseme noktasında ilgilendirirken, ikinci bölüm yine okumanın farklı boyutları ile önümüze getirdiği artıları anlamamızı sağlamaktadır. Üçüncü bölüm ise anne, baba ve öğretmen olacak tüm eğitimcilerin odağını toplayacak niteliktedir.

Erbain - İsmet Özel

İkinci yeni sonrası toplumcu şiir arasında yer alan İsmet Özel 1944 yılında dünyaya gelmiştir. Şair, düşünür, deneme yazarı ve çevirmendir. Amentü şiirini yayınlamasının ardından kendi iç dünyasında ruhsal bir değişim yaşamıştır. İslami düşünce çerçevesinde yazılar kaleme almaya başlamıştır. 

Erbain İsmet Özel’in en önemli şiir kitaplarından biridir.  Erbain Arapça’ da kırk demektir. Bu şiir kitabının içerisinde kırk yaşına kadar yayınladığı “Geceleyin Bir Koşu, Evet, İsyan, Cinayetler Kitabı,  Celladıma Gülümserken” adlı kitaplarında ve bazı dergilerde yer alan şiirleri bulunmaktadır.

Kitabı açtığınızda sizi ilk olarak şu şiir karşılar: 

“Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?

Yaşamayabilseydim yazar mıydım hiç şiir?

-Yaşama!

-Ya bileydim?

Yazar:  Mıydım

Hiç: Şiir.”

 Günün koşuşturmasına kısa bir ara verdiğinizde İsmet Özel, dinlenirken size eşlik edecektir.

Dildar Olan Serdar

Osmanlı padişahlarının çoğunda şiir yazma merakı olduğunu ve öyle alelade beyitler değil pek hisli, aruzlu, sanatlı şiirler yazdıklarını bir çoğumuz biliriz. Bu padişahlardan biri olan Selimi’ den yani heybeti ile Anadolu’dan Acem diyarına kadar nam salan, 8 yıla 80 yıllık icraat sığdıran, Mekke ve Medine’nin hakimi değil hadimi olan Yavuz Sultan Selim’den bir murabbayı inceleyecek ve hikayesine değineceğiz.

Acem Şahı ve aynı zamanda Hatayî mahlasıyla şiirler yazan Şah İsmail’in satranç oyunundaki methini duyan Şehzade Selim henüz Yavuz unvanını almasa da yaman bir delikanlı olduğundan Şah İsmail ile bir karşılaşma için İran yollarına düşer. Büründüğü kılık ile oralarda kimse onu tanımasa da o kimi aradığını biliyordur. Şah İsmail’in karşısına çıkana değin pek çok insanla satranç oynar, hepsini yener, “Yok mu bana bir dişli rakip?” derken Şah İsmail’in önünde bulur kendini. Tam da istediği gibi… Satrançtaki yöntemini çözmek için ilk önce gözlem yapar, yenilir ama sonunda Şah İsmail’i mat ediverir. 

Şah İsmail şaşkınlık ve sinirle, karşısında meczup bir derviş gibi oturan Yavuz Sultan Selim’e “Hiç şahlar mat edilir mi?” diye kükrer. Yavuz Sultan Selim ise satrançtaki ustalığının üzerine edebiyattaki yeteneğini de kanıtlayarak ona cevaben, soldan sağa okunduğunda da aşağıdan yukarı okunduğunda da aynı mısraları oluşturan o meşhur murabbayı söyler:

Sanma şâhım/ herkesi sen/ sadıkâne/ yâr olur,
Herkesi sen/ dost mu sandın/ belki ol/ ağyâr olur,
Sadıkâne/ belki ol/ ââlemde bir/ dildâr olur,
Yâr olur/ ağyâr olur/ dildâr olur/ serdar olur…

Hülasası şudur: Belli ki hükümdar olduğun için yenen değil, yenmeye cesaret edilemeyen biriymişsin. Lakin herkesi kendine, seni yenmeye yanaşmayanlar misali, sadık bir dost sanma. Belki karşındaki bir yabancıdır, o yabancı bir gün âlemde sözü geçen biri olur. Dost olur, düşman olur, dünyada üstün biri olur, hükümdar olur…

Aradan yıllar geçip de takvimler Ağustos 1514’e geldiğinde Yavuz Sultan Selim şiirindeki vaadi gerçekleştirir. Çaldıran savaşında Şah İsmail ile karşı karşıya geldiğinde bir kez daha onu mat eder. Üstelik şiirindeki gibi dildâr olmuş, serdar olmuştur. Üstüne bir de 3 yıl sonra İslam âleminin halifesi olur.

Aftersun

“Bu bizim son dansımız. Bu bizim son tatilimiz. Bu birlikte yediğimiz son yemek. Bu senin doğum gününü son kez kutlayışımız…” Hayatın doğal akışında ölüm denilen ve geldiğinde herkesi ve her şeyi susturabilecek kuvvetli bir gerçek söz konusudur. Hepimiz günü geldiğinde birilerine veda etmek zorunda kalırız. Bütün kayıplar şüphesiz acı doludur ama hayatının tam başlangıç noktasında babasını kaybetmiş bir çocuğun kaybı sadece sevdiği birini değil yol göstericisini de kaybetmesiyle daha da derin bir kayba dönüşür. Aftersun filmi de bu kaybı doğrudan belli eden detayları barındırmasa da genel hikayesindeki detaylarla depresyonda olduğu anlaşılan genç bir babanın 11 yaşındaki kızı Sophie’yle geçirdiği son tatili konu alıyor. Hikaye boyunca Sophie ve babasının ilişkisini yakından tanırken aynı zamanda film Sophie’nin hatıralarının seyrini yer yer Sophie’nin yetişkin gözünden bizlere sunarak babasına olan duygularını ve yüzleşmesini de başarılı bir şekilde aktarıyor.

7 Numara

Köyden şehre okumak ve çalışmak için gelen 3 arkadaş, 4 şehirli öğrenci kız ile 7 numaralı tek bir evi paylaşmak zorunda kalır. Haydar, Satılmış ve Recep köyün yaşam şartlarına alıştıklarından şehrin yaşam şekline ayak uydurmakta biraz zorlanırlar. Fakat köydeki yaşam şeklini tanımayan şehirli ev arkadaşları da onlarla bir arada yaşamak konusunda oldukça zorlanmaktadır. 7 numara sakinlerinin hepsi apayrı, rengarenk karakterlere sahiptirler. Her biri ayrı yerlerden gelip farklı şartlarda büyümüş olsalar bile zamanla birbirlerini farklılıklarından değil ortak yanlarından tanımaya başlarlar. Yalnızca yayınlandığı 2000’li yılların değil günümüzün de komedi ihtiyacını karşılamaya devam eden bu neşe dolu yapım, sıcak hikayesiyle ve samimi karakterleriyle adeta kaplerimizi ısıtmaya devam ediyor.

No Paın No Gaın

Zaman zaman uzun uğraşlar vermeniz gereken işlerden ofladığımız oluyor, insanlık hali. Bir şeye ulaşma arzumuz ne kadar çoksa, o kadar da kolay olsun istiyoruz. 

Pain İngilizce acı, gain ise kazanç anlamlarına geliyor. İngilizler bu deyimi “başarmak istiyorsan çalış” anlamında kullanıyorlar. Yani acı yoksa kazanç da yok. Türkçemizde ise sık sık kullandığımız “Gülü seviyorsan dikenine katlanacaksın.” deyimini hatırlatıyor bizlere. Bizim dilimizde akla gelen bir diğer karşılığı ise “zahmetsiz rahmet olmaz” oluyor. Güzel şeylerin zaman aldığını, emek istediğini, feragat gerektirdiğini unutmamak umuduyla…

 No pain No gain.

Eser

Eser kelimesi dilimize Arapça’dan geçmiş bir sözcüktür. Arapçada ilk anlamı “iz, etki” şeklinde karşımıza çıkmaktadır. TDK sözlüğünde ise ilk anlamını “yapıt” olarak buluyoruz.  Sahi bir yapıtı, eser yapan şey nedir? Araplar bir şey kendilerini etkilediğinde yüessirunî (beni etkiliyor) ya da tessertü (etkilendim) derler.

Günümüzde sadece ânı yaşatan fakat kapatıldığında gerçek dünyanın yüzümüze tokat gibi çarpmasına rağmen içimizde devam eden anlamlı bir iz bırakan modern müzik sayısı yok denecek kadar az.  Ya da modern resim sanatlarına göz attığımızda karşımızda beyaz bir duvar üstüne gri basit bir bant çekilmiş muz buluyoruz. Anlamı bulunamayan veya anlamı fayda vermeyen yapıta sanat eseri demek ne kadar doğru? Bu ay bunu bir düşünelim.

Haliç Sanat: Fener Evleri

İBB Miras tarafından restorasyon çalışmaları tamamlanan Fener Evleri, sergi galerileri olarak kullanılmak üzere İstanbul’a kazandırılan mekanlardan. Haliç’in kıyısında konumlanan Fener Evleri, 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarından itibaren şekillenen kentsel dokuyu yansıtan yapı örneklerinden günümüze kadar ulaşmış olanları. Birbirine yürüme mesafesinde bulunan üç ev üç farklı sergiye ev sahipliği yapıyor. Sergilerin yanı sıra içi ve dışı özgünlüğü korunarak restore edilmiş tarihi binaları da ziyaret ediyor olmak gezi keyfini yükseltiyor. Balat taraflarındaki gezi rotanıza Fener Evlerini de dahil edip bu tarihi yapıların içlerine girme imkanı ve teraslarına çıkarak başka bir açıdan İstanbul manzarası izleme fırsatı yakalayabilirsiniz. 

OyunBu Sergisi

OyunBu başlıklı grup sergisi, Arter Koleksiyonu’ndan seçilen yapıtları kuratör Emre Baykal ve 59 sanatçıyla birlikte çocukluk ve oyun kavramları etrafında bir araya getiriyor. Sergi, oyuna dair birçok yaklaşımı, sanat yapıtları ve bu yapıtların sunduğu deneyimler bağlamında araştırmayı hedefliyor.  OyunBu, rekabet, gerilim, şans, taklit, ritüel, sihir, esrime ve haz gibi kavramların izini sürerken hem yetişkinler hem de çocuklar için aslında kazananı olmayan ya da herkesin kazandığı bir oyun alanı açıyor.

Arter İstanbul’da 9 Nisan 2023’e kadar devam edecek sergiyi okurlarımıza öneriyoruz.

Farklar Sözlüğü

Hiç kendinizi anlayamadığınız dolayısıyla da anlatamadığınız zamanlar oldu mu? Böyle zamanlarda anlaşılma çabasıyla debelenip dururuz. Bize lazım olansa içimizdeki duyguları, zihnimizdeki düşünceleri kuşatarak yansıtabilecek kelimelerdir. İhtiyacımız olan bu kelimeleri buluruz bulmasına da bazen benzer ya da karşıt kelimeler arasındaki nüansları yakalayamayız. Kimi zaman da tabirleri yanlış anlamlarda kullanabiliriz. Tam da böyle zamanlarda Farklar Sözlüğü imdadımıza yetişiyor.

Tanımlamaya çalıştığımız his ve düşünceyi karşılayan muhtemel kelimeler arasındaki farkları ayırt etmemize yardımcı olan bu sözlük aslında bir sosyal medya hesabı. Bilye-misket, şecâat-cüret ya da diğergâm-hodgâm farkına dikkat çekerken, fildişi kulenin aslında ne olduğuna kadar pek çok paylaşıma ulaşabilirsiniz. Münebbih ve nermdil gibi günlük hayatta sık rastlanmayan kelimelerle karşılaşabilirsiniz.

https://www.instagram.com/farklarsozlugu/

Kösere Taşı

Çalışma masamın başında elimde bir bardak çayım ile eski resimleri kurcalıyorum. Köydeki evimizin resmi çıkıyor karşıma, uzun uzun bakıyorum. Bahçeye inen duvara yaslanmış kösere taşına bakıyorum. Bir süre öylece kalıyorum. Sonra parçalar birleşiyor, bir anım canlanıyor gözümün önünde. Kendimi bir anda orada buluyorum. 

Bundan yıllar önce kardeşimle koşu yarışı yaparken ayağım bir şeye takılıp yere düşmüştüm. Kendimi toparlayıp beni düşüren şeyi aramaya başladım. Arkamı döndüğümde iki odunun üstünde bir taş ile karşılaştım.  Düştüğümü de unuttum, canımın yandığını da.  Bu ne olabilir ki diye düşünmeye başladım. Aniden bir ses: “Kösere taşı” dedi.

Arkamı dönüp baktığımda konuşanın büyükbabam olduğunu gördüm. Sanırım meraklı bakışlarımdan bu garip taşın ne işe yaradığını öğrenmek istediğimi anlamıştı. 

“Bir kap su ve evin altındaki orağı al da gel bakalım sana bu taşın sırını anlatayım”  dedi. 

Koşa koşa çeşmeden bir kap su ve evin altındaki orağı aldım. Bu taşın ne işe yarayacağı konusunda çok meraklı ve büyükbabamın bize göstereceği şey için heyecanlıydım.  Büyükbabam başladı anlatmaya:

“Kızım bu bir kösere taşı.  Bu taşla orak, bıçak gibi aletleri daha keskin olmaları ve daha iyi kesmeleri için bileriz. Öncelikle taşı suyla ıslatır ve sonra orağın keskin kısmını taşa yaslar ve taşı yanında bulunan kolu ile çevirmeye başlarız. Bir süre bu şekilde biletmeye devam ederiz. Biletme süresi orağa ve onun keskinlik özelliğini kaybetmesine göre değişir.” 

Elimdeki resmine bakarken “Hala aynı yerinde duruyor” dedim. Bir yandan çayımı yudumlarken resimlere bakmaya devam ettim. 

KUANTUM FİZİĞİNDE “EL ALEM NE DER” KAYGISI

Bu sayımızda 1800’lü yıllarda Newton ile başlayıp 2020’li yıllarda bile hala aydınlatılamamış bir deneyin olabildiğince sade açıklamasına yer vereceğiz. Mevzumuz “Çift yarık deneyi ve deneyde gözlemci etkisi.” Bu deney kimilerine göre tanrının varlığının kanıtı kimilerine göre ise yokluğunun. Kuantum dünyasının “Bir şey ben baktığım sürece vardır, bakmıyorsam yoktur.” tezinin kuvvetli dayanağı ya da evrendeki en küçük parçacığın bile bir iradesinin olduğunun işareti. Yeterince güdülendiysek deneyi anlatmaya geçelim.

Newton’un savunduğu ve genel kabul olan görüşe göre ışık parçalar (fotonlar) halinde yayılır. Tıpkı elimizdeki tespihin bocukları gibi tane tane… O dönemde  bunun tam tersini yani ışığın durgun bir suya taş attığımızda su yüzeyinde beliren halkalar gibi dalgalar halinde yayıldığını savunan bilim adamları vardır. Ancak Newton’ın karşısında esamesi  okunmaz. Ta ki 1803 yılında Thomas Young bu olayı bir deneye dönüştürene kadar.

Elimizde bir ışık kaynağı, ışık kaynağının karşısında ışık geçirmeyen (opak) bir levha, levhanın arkasında bir perde olduğunu düşünelim. Opak levhada bir yarık açıyoruz ve ışık fotonlarının birer boncuk tanesi gibi bu yarıktan geçip perdede ( yarığın karşısına gelen kısımda) dik bir çizgi oluşturduğunu gözlemliyoruz. “Demek ki Newton haklı, ışık gerçekten de parçacıklardan oluşuyor.” derken opak levhaya bir yarık daha açtığımızda iki yarıktan da geçen ışığın bir noktada dalgalar gibi kesişip perdede pek çok paralel çizgi oluşturduğunu görüyoruz.  Bir dakika! Şimdi ışık dalgalardan mı oluşmakta yoksa parçacıklardan mı? Bu soru zihnimizi allak bullak ettiğinden deneyi ışıkla değil de parçacık olduğu net olan bir şeyle, elektronlarla yapmak istiyoruz. Işık kaynağını elektron tabancası ile değiştiriyoruz.  Önce tek yarık ile sonra çift yarık ile deniyoruz. Sonuç daha da şaşırtıcı. Tek yarıktan geçen elektronlar perdede tek ve dik 1 çizgi oluştururken çift yarıktan geçtiklerinde perdede paralel çizgiler oluşturuyor. İş gittikçe karmaşık bir hal aldığından ortama bir gözlemci yerleştirmek istiyoruz, yani bir detektör. Bu detektör deney esnasında yarıklardan geçecek her bir elektronu tane tane hesaplayacak. Elindeki mantar tabancayla kapı üzerindeki delikten küçük sarı mermileri fırlatarak hedefi vurmaya çalışan bir çocuk gibi… 

Saatler sonra perdede oluşan görüntüye baktığımızda bu sefer çift yarıkta da elektronların parçacık şeklinde hareket ettikleri ve perdede dik 2 çizgi oluşturduklarını görüyoruz.  Deneyi dedektörsüz olarak tekrarladığımızda elektronlar 1 yarık varken parçacık, 2 yarık varken dalga gibi hareket etmekte ancak ortama bir detektör koyduğumuzda gözlendiklerini fark edip 2 yarık varken de parçacık gibi hareket etmekte. Şu anki bilimsel gelişmelerle dahi aydınlatılamamış, Einstein’ın bile “Korkunç!”   diyerek teslim olduğu bu bilinmezi anlattık. Kuantum fiziği oyununu bitirmeden biz ürpererek perdeyi kapamış olduk.  İnsanlar bir yerlerde bu bilmeceyi çözmek için kafa yoradursun sosyal medyada yurdum insanı cevabı buldu bile: “Demek ki elektronlar da ‘El alem ne der’  deyip birileri bakarken tabiatına uygun davranıyor.”

Yalnız Efe

Mavi önlüklü beyaz yakalıklı zamanlarınızı hatırlar mısınız? Peki sınıfın en solunda öğretmen masasının arkasında sınıfça para toplayarak yaptırdığınız kitaplığı anımsadınız mı? Şu koyu yeşil tahtanın sağında kalan? Falaka, Kaşağı, Diyet, Yalnız Efe, Primo Türk Çocuğu, Beyaz Lale… O kitaplığın içinde ekseriyetle bulunan, en az birini okuyup öğretmenimize özetini anlattığımız bu kitapların biricik yazarından bahsetmek isterim size: Ömer Seyfettin’den. 

11 Mart 1884’te Balıkesir’de dünyaya gelir. İlköğreniminden sonra sırasıyla Askeri Baytar Rüştiyesi, Edirne Askeri İdadisi ve Mekteb-i Harb-i Şahane’yi tamamlayıp Piyade Asteğmen olarak Selanik’te göreve başlar. O yıllarda Selanik’te çıkan Hüsün ve Şiir dergisi Milli Edebiyatın yürütücü yayın organı olan Genç Kalemler’e evrilince  yazarın adeta Türkçenin ruhuna can üflediği Yeni Lisan makalesi burada yayımlanır. Kendisi gibi Türkçü arkadaşı Ziya Gökalp’in tavsiyesi ile askerlikten istifa edip tümüyle yazın dünyasına yönelir. Ancak Balkan savaşları başlayınca tekrar göreve çağırılır, ordunun başına geçer. Maalesef ki Yanya kuşatmasında askerleriyle esir düşer ve 10 aylık bir esaret süreci başlar. O bu süreci bir okuma ve yazma inzivası olarak değerlendirir. 

1914’te esareti bitip İstanbul’a döndüğünde 3 yıl sürecek evliliğin ilk adımını eşi Calibe hanım ile atar. Bir de kızı olur.  Hem ikinci dünya savaşındaki hem de evliliğindeki yenilgiye katlanamaz ve uzun Anadolu yolculuklarına açılır. Okurken bizi farklı dünyalara, korkulara, heyecanlara sürükleyen o öyküler bu yolcukların tezahürleridir. Kabataş Sultanisi’nde Edebiyat öğretmenliği yaptığı yıllarda bedeninde bir hastalık zuhur eder ki bu illet doktorun “Bol bol meyve ye.” telkinine uydukça azmaktadır. Hastalığın adı o dönem tıp dünyasınca bilinmeyen diyabettir. 1920 yılında henüz 35 yaşındayken ve yazılacak çok hikayesi varken şeker hastalığından vefat eder.

Cesedi ile ilgili şüpheler de tam burada başlar. Bir ihtimale göre ölüm sebebini tespit için kendisine otopsi yapılır ve o dönem gazetelerde yayımlanan meşhur “Ömer Seyfettin’in gövdesinden kesilmiş bedeni, cerrahlar ve öğrenciler” ile çekilen fotoğraf bu günden kalmadır. Diğer ihtimale göre ise cesedin Ömer Seyfettin olduğu bilinmez, kimsesiz görülür, kadavra olarak kullanılır ve bir eğitim fotoğrafına bu anlar yansır. Ertesi gün gazetede yayımlanan fotoğraftaki cesedi tanıyanlar hastaneye gider, ölüyü teslim alır ve defnederler. Sizi yıllardır süregelen ve her duyduğumda yalnız, kimsesiz taraflarımı tırmalayan bu ihtimaller belirsizliği ile baş başa bırakırken Ömer Seyfettin’in bu acı sonuna uygun düşen, yine kendi kaleminden çıkmış bir dörtlük bırakıyorum:

Kuşlar ötmez, yuvalar boş, görünmez

Bir ışıltı uzaklarda; yazık ben

Öksüzüm şimdi bu yolda giderken

Gök bile yıldızlarına bürünmez…

The Seed - Aurora

The Seed (Tohum), Norveçli şarkıcı Aurora tarafından sözleri yazılıp seslendirilen ve 2019’da müzik piyasasına sunulan bir şarkıdır. The Seed, “Son ağaç kesildiğinde, son balık yakalandığında, son nehir zehirlendiğinde, ancak o zaman para yiyemeyeceğimizi anlayacağız.” şeklinde Türkçe’ye çevrilen bir Kızılderili atasözüne dayanıyor. İnsanların daha fazla kazanç için doğayı kötüye kullanmamaları sanatçının etkileyici sözleri ve sesiyle öğütlenmektedir. Şarkı, küresel ısınma, iklim değişikliği ve kapitalizm gibi temel evrensel sorunlara değinen bir sanat eseri örneğini oluşturuyor.

Ezelden Aşinanım

Tik tak tik tak tik tak… Saat ilerledikçe hızımız artıyor ve yetişmeye, yakalamaya çalışıyoruz. Ne hızla elimizdeki işleri bitirip kavuşacağımızı umduğumuz o “rahatlamayı” yakalayabiliyoruz ne de geçip giden zamanı. Gariptir ki hızlandıkça ıskalamalarımız artıyor, en çok da kendimizi ıskalıyoruz. Koşarken de kulağımızda hızlı ritimler bize eşlik ediyor. Bu ay dinlerken biraz yavaşlayacağımız, yavaşladıkça sözlerini düşünme fırsatını yakalayacağımız ve bu sözler vesilesiyle kendi içimizi yoklayacağımız bir esere yer vermek istedik. Güftesi Mehmet Akif Ersoy’a bestesiyse 3 Şubat 1956’da vefat eden “Altın Udî” merhum Şerif İçli’ye ait bir Hüseynî Şarkı “Ezelden Âşinânım” Münip Utandı’nın sesinden sizlerle… 

“Ezelden âşinânım ben

Ezelden hemzebânımsın 

Beraber ahde bağlandık 

Ne yapsan yâr-i cânımsın 

 

Ne olsam zerrenim 

Kalbimde hâlâ çarpar esrarın

Gel ey canân gel ey can 

Kalmasın ferdaya didârın”

Safahatta yer almayan Sebilürreşad neşrinde bulabileceğimiz bu dizeler Akif’in Mısır sürgününde Hilvan’da belki de durup kendini dinlediği bir anda içinden dökülüyor. Bezm-i elestte ahidleştiği, aşinası olduğu Rabbine hemzebân yani “aynı dilde konuştuğu, dostu” olarak bakan Akif şiir boyunca onunla dertleşiyor. Dünyaya düştüğünde aynı zamanda dostundan da kopuyor. Dünya işlerine daldığında onun tabiriyle dini dünyası oluyor. Ne yaparsa yapsın Rabbinden bir parça olduğunu kalbinde Rabbe ait sırlar olduğunu söyleyerek, özlediği dostunun cemalini kıyametten önce görmek istediğini yakarıyor. Bu dizeler vahdet-i vücuttan da izler taşıyor.