İstanbul ve Pitoresk Görüntüsü
İstanbul muazzam bir terkibin hâsılasıdır. Tarih boyunca onun zengin toprağı ve havası çeşitli medeniyetleri bünyesinde beslemiş ve onlara has yapılar oluşturabilmiştir. Bizanslılar şehri imar edip kendilerine has bir dünya meydana getirdiler. Daha sonra Osmanlılar bunu kendileriyle birleştirdiler ve ortaya Bizans’tan kalan bir İstanbul’un İslam ile yekpare olmuş hâli ortaya çıktı. Osmanlılar şehri ruh hâllerinin titreşimleri ile imar ettikten sonra İstanbul büyük bir manzara olmakla beraber kenarında köşesinde efsunlu manzaralar barındıran bir gizemli şehir hâlini de aldı. Bilhassa devletin çökmeye başlaması ve fakirliğin artmasıyla İstanbul’un pitoresk yapısı da zenginlik kazandı. Pitoreskin bu fakir mahallelerde görünüm kazanması ve bu manzaranın kişise bir hayranlık hissi uyandıracak kadar kıymete haiz olması tabiî olarak manzaranın “rastgele” oluşuyla alakalı bir durumdur. Zengin İstanbul’da görselliği harikulade cezbedici manzaralar olsa da asıl cihet, bilhassa İstanbul’un sur içindeki fakir mahallelerinde kendi kendine bir manzara arz eden görüntülerdir. Bu görüntüler fakir mahallelerin yoksulluğuna, sefaletine rağmen görüntü ve manzara zenginliğini artırmışlardır. Hatta bu sebeple İstanbul’a gelen yabancı seyyahlar bilhassa fakir mahallelerde dolaşmayı bir zevk hâline getirmişlerdir. Zannımca seyyahların fakir mahallelerdeki pitoresk yapıları, görüntüleri büyük bir estetik zevkle izlemeleri, keşfetmeleri ve fotoğraflamaları manzaradaki güzelliğin kendilerini yetişemedikleri İstanbul’a götürebileceğini düşünmelerindendir. Fakat manzaranın güzelliği zaten manzaranın ihtiva ettiği hüzünde değil midir? Bir manzarayı gözümüzde güzel kılan -hele hele bu manzara İstanbul’un fakir ve eski bir semtinde, mahallesinde ise- hüzün değil de ya nedir?
Benim için İstanbul hep siyah-beyaz ve efsunlu, sihirli görüntülerden vücut buldu. Hâlâ bile eski ve fakir mahalleleri gezerken karşıma göze hoş gelen hangi ev, çeşme, kitabe, sıbyan mektebi, bina çıkacak diye adeta tetikte bekler, müteheyyiç ve kalbim çarpa çarpa sokaklarını arşınlarım bu efsunlu şehrin. Benim için İstanbul, büyük bir pitoresk şehri oldu. Bu yapı daima kendini siyah-beyaz renklerin arasına sakladı ve mevcudiyetini öyle muhafaza etti. Sokakları gezerken renklerden sıyrılmak, siyah-beyaz renklerin hâsıl ettiği ve mevcuda getirdiği mütenevvi harikalar ve ihtişamlar içine kendimi dâhil etmek, manzaranın bir yerinde kırık dökük bir nesne olmak istediğim zamanlar kendimi İstanbul’a çok yakın hissederim. Fakat onun bana, benim istemediğim gibi baktığını hissettiğimde adeta yükseklerde nice sihirler arayan bir adam gibi çakılıp kalırım ıssız, soğuk ve ıslak bir kaldırımın üstüne. Hüzünlü sihirler arayan birisinin hüzünle örülmüş bir sokağın kaldırımlarına düşmesi. Bu aslında İstanbul’un bir manada bizim kaderimizi tayin eden bir noktasıdır da. İstanbul’un hüznünden kurtulabilir miyiz? Bana soracak olursanız, asla. Çünkü İstanbul her ne kadar modern bir şehir olarak görünüm arz etse de “kalan” eski, fakir, harabe, metruk görüntüleri bize sürekli bir hüzün sunar. Çoğu zaman bu hüzün bizim içinde bulunmayı istediğimiz saadetten bile daha lezzetli ve tat vericidir. Doğrudan doğruya bu İstanbul’un bir hususiyeti mi yoksa bütün bunlar benim İstanbul hakkında imal ettiğim birtakım vehimlerden mi ibaret? Pek tabiî şunu itiraf ve söylemek gerekirse bunlar benim vehimlerimden ziyade İstanbul’un sinesinde barındırdığı zengin pitoresk örgüsünün, havasının aslında kalbimize hitap ettiği hakikattir. İstanbul’un modern tarafı bizi cismanî olarak birtakım saadetlere davet ediyor gibi gözükse de hakikatte ruhumuza seslenen ve ruhumuzu emziren asıl saadet İstanbul’un eski, fakir semt ve mahallelerindeki ahenk zenginliğidir. Bu sebeple aslında İstanbul’un hüznü ve hüznün güzelleştirdiği manzara bize asıl saadeti bahşeden taraftır. Hüzün mü manzarayı var eder yoksa manzara gözümüze güzel gözüktüğü için mi hüzün peyda eder? Bu soruyu İstanbul’un mezkûr görüntülerini düşünüp cevaplamak sanırım ki çok zordur. İstanbul’daki hüzün ve manzara birbirlerinin içine öylesine sinmiş ve büyük bir terkip vücuda getirmişlerdir ki ikisini birbirinden ayırabilmek neredeyse imkânsızdır. Zaten İstanbul’u bunca efsunlu ve güzel bir şehir kılan bu girift yapısı değil midir? Yahut sırrını hemen ifşa etmeyen bir hüviyeti olmasından kaynaklanmıyor mu bu?