Allah Yolunda Bir Ömür

Ömür bir şahitlik değil midir zamana, mekana insanlığa. İlk kez adım atağım bu sokak Aziz Mahmut Efendi Sokağı’ydı ve ben yeni bir şahitlik yaşayacağımı nereden bilebilirdim ki. Attığım adımla konuştu sokak, gördüğüm her yüz selamladı ruhumu, o an anladım gönüllerdeki güzelliği yeşertenin ancak bir hikmet sahibi olabileceğini. Yürüdüm yürüdükçe tanıdım, ilim sahiplerini eteklerinde yılladır toplayan Aziz Mahmut’u. Nefsini ayakları altına almış bu zat 1541 yılında Şereflikoçhisar’da doğmuş çocukluğunu Sivrihisar’da geçirirken ilk tahlisine de burada başlamış. Hocası Nâzırzade Efendi, Mısır ve Şam’a kadı tayin edildiği yıllarda Hüdai’yi yanından ayırmayarak onu engin ilmiyle terbiyelemiş. Esasen adı Mahmut olan sonradan Aziz ve Hüdai isimlerini alan Allah ve peygamber aşığı Mahmut hazretlerinin kadılık görevini bırakıp tasavvufumuzun temelindeki o güçlü mutasavvıf, şairinden bir şahsiyet haline gelişi çeşitli rivayetlerle nakledilmiş günümüze. Devam ediyorum yürümeye çoluk çocuk, genç yaşlı hep beraber ve kulaklarım şahit oluyor bu esnada rivayetlere. Bu rivayetlerden biri hocası Nâzırzade efendinin ölümüne üzüntüsü iken diğer bir rivayet ise Bursa’ da kadılık yaparken bir hanımın kocasını yalan söylediği için böyle bir adamla evli kalamayacağını bildirmesiydi. İşin aslına bakıldığında hacca gitmek için canı canan olan kocanın bir gecede Rabbinin lütfuyla eskici olarak bilinen yine bir Allah dostunun elini tutup gözlerini kapat demesiyle kavuşmasıydı kainatın yüzü suyu hürmetine yaratılanın yaşadığı, havasını soluduğu o güzel mekana. Diğer hacı arkadaşlarına emanetler vermesiydi delili de. Lakin bu aşk ateşinin düştüğü kula başta eşi dahil kimsecikler inanmaz.

Alan sensin veren sensin kılan sen
Ne verdinse odur dahi nemiz var
Hakîkat üzre anlayıp bilen sen
Ne verdinse odur dahi nemiz var

Tutan el ü ayak senden gelipdir
Gören göz ve kulak senden gelipdir
Efendi dil dudak senden gelipdir
Ne verdinse odur dahi nemiz var

Hüdâyî’yi sen erişdir murâda
Senindir çünki hükm arz ü semâda
Efendi dahli yok gayrın arada
Ne verdinse odur dahi nemiz var

Meseleye bu dizeleri yazacak olan Mahmut hazretleri de inanmamış ve hacı kafilesini bekleyip sormuş onlara, bu zat sizinle midir diye aldığı cevap Mahmut’un orada kalakalmasına ziyadesiyle yetmiş. Kadı Mahmut’un aklının aldanışından olacaktır bu şaşkınlığı yoksa her şeye kudreti olan yalnız Rahman’dır,  insan beşer bunu nasıl olur da unutur. Mahmut, düşer bu kerametin peşine ve eskiciyi bulur o ise bunun cevabının Üftâde hazretlerinde olduğunu söyleyerek ona yönlendirir. Ateş düşmüştür bir kere Mahmut’un yüreğine yolla çıkar ve bulur Üftâde hazretlerini ama nasıl tarlada çapa yaparken, üstüne kibir, nefs olarak giydiği kaftanıyla Mahmut, bu ilim adamını önce tanıyamaz anlayamaz koskaca allamenin ahvalini. Aşkın hakikatini görünüşte arayan Mahmut neylesin yalvarmış hocasına yanında kalabilmek için himmet isterim, ilim isterim, talebe olmak isterim diye. Bunun üzerine Üftâde hazretleri sırmalı kaftanlı Mahmut’a kapılarının yokluk kapısını olduğunu onların ise varlık sahibi olduğunu söyleyerek reddetmeye kalksa da Mahmut kararlıdır hocasından vazgeçmeyecektir. Üftâde Bursa kadısı Mahmut’u pazarda ciğer satmakla görevlendirerek kibir zincirinden kurtulmasına vesile olur. Mahmut artık bir kadı değil sadece talebedir ve bir gün şehre yeni kadı geleceğini duyunca terbiyelemeye çalıştığı nefsi ona ‘koskoca kadı bu halde mi olmalı?’ der. Mahmut bu, durur mu kor gibi yanarken yüreği, bu gaflet ahvalinden derbeder olur ve sakallarıyla başlar temizliğe. Ya Rab,  insan tüm bunları bilerek çıktıkça o Hüdai yokuşunu bu nasıl bir vazgeçiştir nefsten gözler doluyor soluk alıp verdikçe. Hocası Üftade bir gün talebelerinde kimsenin göremeyeceği bir yerden bir çiçek koparıp getirmelerini ister. Tüm talebeler renk renk çiçeklerle gelirken Hüdai soluk kuru bir çiçekle gelmesini hocasına hangi çiçeğin yanına vardımsa Allah deyip zikrederdi yalnız bu kuru çiçek zikretmezdi der ve şahit bırakır kemale ermişliğine. O gönülden akar bu mısralar..


Neyleyim dünyayı
Bana Allah’ım gerek.
Gerekmez mâsivayı
Bana Allah’ım gerek.

Ehl-i dünya, dünyada
Ehl-i ukbâ, ukbâda
Her biri bir sevdada
Bana Allah’ım gerek.

Dertli, dermanın ister
Kullar, sultanın ister
Aşık, cananın ister
Bana Allah’ım gerek.

Beyhûde hevayı ko
Hakkı bul, gör yahu
Hüdâi’nin sözü bu
Bana Allah’ım gerek
.

Aziz Mahmut hocası Üftâde’nin abdest suyunu erken kalkıp ısıtmakla görevlidir. Bir gün uyuya kalınca vakit kalmamıştır ısıtmak için suyu Hüdai harap olmuştur, hüngür hüngür ağlayarak bastırır ibriği göğsüne ve o soğuk suyu yüreğindeki iman ateşiyle ısıtır. Hüdai böylece Allah dostları arasındaki yerini almıştır.

Hüdai hocasının ölümünün ardından önce Rumeli ve Balkanlara giderek ardından İstanbul’a gelir ve Küçükayasofya Cami Tekkesinde, Fatih Camisinde şeyhlik ve vaizlik yapar Sultan Ahmed Camii’nin açılışında da  (1616) ilk hutbeyi okur ve her ayın ilk pazartesi günü burada vaaz etmeyi kabul eder. Nefsin hükümdarı Aziz Mahmut kendi tekkesini de Üsküdar’a yapar bu dönemde. Eserleri nüshalar halinde başta Köprülü Kütüphanesinde bulunan ve dönemi içerinde de sadece halk zümresinin değil padişahlarında gönüllerinde kurduğu tahtla “kutbü’l-aktab” yani veliler velisi olarak anılan Hüdai lll. Murad, I. Ahmed ve II.Osman gibi padişahlara mektuplar yazar, öğütler verir. IV. Murad’a saltanat kı­lıcını kuşatır. Ferhat Paşa ile Tebriz Seferi’ne katılır. Zaman zaman padişahların davetlisi olarak saraya gider ve onlarla sohbetlerde bulunur. Evliya Çelebi, “yedi padişahın Hüdai’nin elini öptüğünü, iradesi şüphesiz şaşmayan bir Allah iken gaflet içerisindeki kullarından 170.000 müride iradet verdiğini” belirtir ve hikmet sahibi Hüdayi’nin iliklerine işleyen imanının ışığının aydınlatışını anlatır çağları aşıp bizlere.

Leave a Comment