AVUCUMDA YETİŞEN GELENEK
Yazar: Kadriye Beyza Kirenci
“Hava durumunu dinliyorsunuz.”
Ben dalıp gitmiş olduğum kitabımla meşgul olurken, annem gelen sesin sözünü bitirmesine mahal vermeden oturduğu yerden hızlıca kalkıp televizyonu kapattı. “Haydi haydi, hazırlanın.”
Perşembeyi cumaya bağlayan bir aralık gecesi. Kış misafir kentimize. Güneş’in şimdilerde nazlı yaklaştığı şehrin sokakları, havanın kararmasına yakın tenhalaşıyor. Sokak lambalarının mesaiye erken başladığı, gecenin kente itidalle inip tüm şehre şemailini güzelce serdiği bir cuma gecesi. Ayaz, kaldırımları ince ince sarmış. Mahalle kedilerinin içmesi için bıraktığımız kaplardaki sütler bile henüz boşalmamış. Kız çocuklarının her gün yenisini çizdiği sekseklerin izleri silik silik, mahallemizin asfaltlarında bir nahoş yama. Bakkal Zülfü amcanın her gün aynı saatte dükkanının önüne koyduğu, üzerinde memleket yıkıp memleket devirdiği, hatta bazen “Vallahi daral geldi” deyip gazetenin haber sahifelerini atlayıp spor haberlerini heyecanla üzerinde okuduğu taburesi bile hep içerde bugünlerde. Evlerin içleriyse kışın soğuğundan nasibini almış. Kapı pervazlarına sıkı sıkı konulan havlular, soba üzerlerinde kavrulan portakal kabukları, pencere camlarının buhar tutmuş yüzlerine oğlan çocuklarının çizdikleri afilli araba resimleri…
“Hala oturuyorsun tilavete yetişelim, baban çıktı bile.”
Bahsettiğim perşembe geceleri, biz Müslümanlar için cuma gecesiydi. Bizler bilirdik ki, Müslümanın günü akşamla birlikte biterdi. Yatsı namazı ile ertesi günün vakti başlar, önce o günün gecesi, ardından gündüzü yaşanmaya başlanırdı. İşte bu perşembeyi cumaya bağlayan gecelerde yaz kış demez, yatsı namazını cemaatle ifa etmek için usulca camii yolu tutulurdu. Üstelik mahallenin yeni simalarıyla bile bu gecelerde tanış olunur, bu gecelerde hissedilirdi sıkı komşuluk ilişkilerinin verdiği ailevi tat. Bir nevi buluşma günüydü mahalle cemaatinin. Bütün ev ahalisi ışıklarını kapatır, müezzinin sela ile yükselen sesiyle evlerden dökülürdü. Görülmeyen yüzler merak edilip sorulur, gelenlerle namaz öncesi derin hasbihallere dalınırdı. Haftanın onca gününe nazaran camii epey safa ev sahipliği eder, babalarının ellerinden tutup gelmiş olan kız ve erkek çocuklarının oyunlarına, onların namaz esnasındaki gülüşmelerine şahitlik ederdi. Çünkü bilinirdi ki camilerde büyüyen çocukların elleri ve dilleri zor kir tutardı.
Az sonra oturduğum yerde dikleştim. Dalmış olduğum kitabın üzerime sinmiş halet-i ruhiyesini dağıtmaya çalışırken, hareketlenen ev halkının kıkırdamalarına bakıp gülümsedim. Kalkıp ivedilikle hazırlanmaya koyuldum. Küçük kardeşimin elinden tutup evden çıktım. Camiye vardığımızda imamın sesinden yükselen Yasin suresi, üst komşumuz Ayfer teyzenin göz pınarlarını hareketlendirmeye yetmişti bile. Eşi ile kendi halinde yaşayan, Arap televizyonlarındaki çekişmeli müsabakaları sunan spikerlerin konuşmalarına dahi duygusallaşan Ayfer teyze, cuma geceleri kadın cemaatinin en ön safında gelenekselleşmiş gözyaşlarını döküp namazını öyle edaya kalkışırdı. İçeri girdiğimizi gördüğünde: “Oy guzularım bilenem gelmiş.” deyip yanaklarına inen yaşları oyalı tülbendiyle sildi. Kısa bir sohbetten sonra yatsı namazımızı cemaat ile ifa ettik. Namazdan sonra imamın toplu ettirdiği tövbelerin ardından okunan aşr-ı şerif ile saflar ağır ağır dağıldı. Camiden çıkarken sunulan gofretler her defasında çocuk cemaatinin cami sevdasını kamçılamaya yetiyordu. Evlere dağılmadan yol üstü konuşmalarda kararlaştırılan sıla-i rahimlere ise, perşembeden perşembeye yenilerini ekleyip öyle hanelere dağılırdık. Adet bozulmadı. Geceleri gönülleri bir olan ahalinin, gündüzlerine uzun ayrılıklar yakışmazdı ya!