Cemil Meriç’in Kaleminden Bazı Portreler
Cemil Meriç, “Bu Ülke”nin düşünce dünyasıyla ilgilendi. Nev-i şahsına münhasır duruşunu hep korudu. “izm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir” diyerek ideolojileri eleştirdi. Kendi irfanımızdan ve umran’ımızdan beslenmemiz gerektiğine inandı. “Bu Ülke”nin insanına ben idrakini hatırlattı. Âşık Veysel gibi âmâydı lakin kalp gözü açıktı. Işığın doğudan geleceğine inanan Cemil Meriç “Konuşmayacaksın, diyorlar. Nasıl susabilirim… Kabir azabı çeken bir insan gibiyim. Biliyorum ki bunun sonu huzur ve kurtuluş. Hayatın çilelerinden bıktım ve usandım. Ömür boyu süren bir bekleyiş bu. Bir şehidin keyifle, nasıl rahatça can verdiğini görmüyor musunuz? Maddi hayata bağlı insanlar için ölüm korkunç bir facia. Tüyler ürpertici bir bitiş, bir hiç olmak. Ama nefsinden hicret etmek isteyenler için, ilk adım. “Ölmeden evvel ölünüz” emr-i celiline kulak verenlere ne mutlu” düsturuyla hareket etti.
Cemil Meriç’in kitaplarını okuyanlar medeniyet, kültür, uygarlık, aydın, irfan, münevver, intelijansiya, entelektüel ve umran gibi kavramların yanı sıra birçok portre ile karşılaşır. Birçok eleştiriyi haiz olsa da “kendi semasında tek yıldız olarak” belirttiği İbn Hâldun başta olmak üzere Ali Şeriati, Namık Kemal, Ahmed Cevdet Paşa, Tunuslu Hayreddin Paşa ve Said Nursi söz konusu şahsiyetlerin bazılarıdır.
Cemil Meriç, 1976 – 1992 tarihleri arasında İstanbul ve Almanya’da neşredilen, yazı işleri müdürlüğünü ve sahipliğini Kadir Mısıroğlu’nun yaptığı Sebil Dergisi’nde “Göller Bölgesinde Bir Ada” başlıklı bir yazı dizisi kaleme aldı. 27 Temmuz 1979 tarihinde yayımlanan aynı başlıklı yazısında birçok mütefekkirden bahsetmiştir.
Cemil Meriç’e göre Sultan II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırarak düşünceyi felce uğratmıştır. Meriç, Yeniçeri Ocağı’nın topa tutulmasını “aydın”ın “ulema”ya karşı zaferi olarak görür. Ülkenin mukadderatı, kendi kendinin düşmanı olan intelicansiye’ye terk edilmiştir. Ülkeden idareyi elinde bulunduran bu yeni aydın kesimi Meriç tarafından ufuksuz ve köksüz olarak ifade edilir. Meriç’e göre neşet eden aydın kesimi “Avrupa’nın zâde-i melâneti” olmuştur. Yeniçeri ocağının kaldırılması sonucunda İslâmi tefekkür tazeliğini/yeniliğini ve hayatiyetini yitirir. İslâm tefekkür, Batı’nın ve Batıcıların saldırısı karşısında kalıplaşır, katılaşır ve kitlelerin vicdanında sadece bir hatıra ve bir ümit olarak yerini korur. Yazının devamında Meriç, “Vâkâ-yı Hayriye’den bu yana, ülkemizde tek büyük İslâm mütefekkiri yetişmemiştir” tespitinde bulunur. Meriç’in bu tespiti başta Dücane Cündioğlu olmak üzere birçok düşünür tarafından eleştiriye tabi tutulur. Meriç, söz konusu çıkarımında Ahmed Cevdet Paşa ve Tunuslu Hayreddin Paşa gibi münevverleri istisna tutar. Fakat istisnalar kaideyi bozmaz düsturu ile hareket ederek tespitinin arkasında olduğunu ima eder. Çünkü Meriç’e göre “…birkaç şimşek pırıltısı cehaletin kesif bulutlarını dağıtamaz.” Zaman geçtikçe küfür daha da koyulaşacağından mabedin bekçileri olan İslâm mütefekkirleri susarlar. Küfrün amansız saldırıları karşısında, İslâmın ezeli ve ebedi hakikatlerini haykıracak insanlar korkak ve kararsız bir şekilde fildişi kulelerine çekildiler. Meriç, bu biçimde eleştiriler getirdikten sonra “asrın idrakine söyletmeliyiz Kur’an’ı” diyen Mehmet Akif Ersoy’u en zehirli oklarını, milletlerarası küfrün boy hedefi II. Abdülhamid’e fırlattıktan sonra, Hidiv’in davetine koşmakla itham eder. Maalesef burada Meriç’in Akif’in Mısır seyahati ile ilgili malumatı ve eleştirileri doğruyu yansıtmamaktadır. Rahmetli Meriç’in bu ifadeleri Akif ile ilgili bilgisinden şüphe edilmesine neden olmaktadır.
Meriç, her ne kadar Vâkâ-yı Hayriye’den sonra İslâm mütefekkiri yetişmediğini ifade etse de yazının devamında bu duruma istisna teşkil eden önemli münevverlerden bahseder. Meriç, ilk olarak yakın tarihimizin tek mücahidi olarak kabul ettiği -Bediüzzaman namıyla bilinen- Said Nursi’den bahseder. Ona göre Said Nursi, 60 yıl her kahra, her cefaya maruz kalarak ve göğüs gererek mücadele eden biricik dava adamıdır. 1878 yılında Bitlis’in Nurs Köyü’nde dünyaya gelen ve 1960 yılında Şanlıurfa’da vefat eden Nursi, Meriç’e göre söndürülmek istenen mukaddes ateş olan İslâmı tekrar meşaleleştiren kişidir. Nursi, Anadolu insanın gönlünde bir remiz olmuştur. Yazıda, Decal’lere meydan okuyan imanın remzi olarak anılır. Anadolu insanının Said Nursi’ye niye bu kadar fazla rağbet gösterdiğini Meriç, şöyle ifade etmektedir: “Said’in kuvveti yalnız hafızasından, yalnız bilgisinden, yalnız büyük cedel kabiliyetinden gelmiyor. Cesarete susayan insanımız, ananevi irfanının bu pervasız temsilcisinde, asırlardır aradığı ihlâsı, feragati bir dava uğruna nefsini feda etmek celadetini de buldu.”
İlgili yazısında ikinci istisna olarak bahsettiği şair ve mütefekkir Necip Fazıl Kısakürek’tir. Meriç’e göre Necip Fazıl, genç nesillerin İslam mefkuresi etrafında toplanmasını sağlamıştır. 26 Mayıs 1904 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen ve 25 Mayıs 1983 tarihinde İstanbul’da dâr-ı bekâ’ya hicret eden Necip Fazıl, tefekkür semamızın bir başka yıldızıdır. Meriç, Necip Fazıl’ın, bir şair olarak öfkesiyle, hayal kırıklığıyla, günahları ve nedametleriyle, bilhassa coşkun ifade kabiliyetiyle genç aydınlara bir rehber olduğunu vurgular. Ona göre Nursi’nin kitapları tahkiki imanın birer kalesi iken Necip Fazıl, çeşitli kollarla kabaran gürleşen ve zaman zaman coşkun olan zaman zamansa bulanık bir sestir. Kendisini bir bilim adamı olarak gören Meriç, Necip Fazıl’ı Arvasi tarafından inşa edilen bir iman adamı olarak görür.
Meriç, söz konusu yazısında son olarak Ali Şeriati’den bahseder. Ona göre, Şeriati’de bulunan engin tecessüs, çağdaş İslâm müteferiklerinin hiçbirinde bulunmaz. Meriç, Şeriati’yi “engin bir tecessüs, geniş bir irfan, Doğu’yu ve Batı’yı kucaklayan bir terkip kabiliyetine sahip ve hepsinden öte eşsiz bir mücadele azmi”ne sahip biri olarak tasvir eder. Şeriati’yi İngilizce’den okuduğu için kendisini suçlayan Meriç, İran’lı sosyoloji doktorunu tam olarak tanıyamamaktan yakınmaktadır. Farsça bilmediğinden Şeriati’nin eserlerinin tümüne vakıf olamadığını dile getirir. Tercümeyi başlı başına bir tahrif olarak gören yazara göre Şeriati’yi en iyi anlamanın yolu eserlerini orijinal dilden okumaktan geçer. Meriç, başka bir yazısında Şeriati’den tekrar bahseder. Ona göre Şeriati, her şeyden önce bir şairdir. Bunun dışında bir ilim adamıdır. Şeriati, coşkun bir zeka ve inanmış, genç bir yaşta şarkısını tamamlayamadan hayata gözlerini kapayan ve kardeş İran’ın pervasız bir mücahitidir, bir müslümandır. Meriç’e göre Şeriati’nin en büyük tarafı hamiyeti, samimiyeti ve kendini mukaddes bir davaya feda eden genç şehit oluşudur.
Cemil Meriç’in İslâm mütefekkirlerine yönelik getirdiği övgüler göz önünde bulundurulduğunda ölçülü olmadığı, övdüğü mütefekkirleri göklere çıkardığı fark edilmektedir. Övdüğü her düşünürü kendi sahasında “tek” olarak nitelemesi bu duruma misal verilebilir.