Cesur Yeni Dünya – Aldoux Huxley
Cesur Yeni Dünya, Aldoux Huxley, çev. Ümit Tosun, İthaki Yayınlarıİstanbul, 2003, 348 s.
1931 yılında Aldous Huxley tarafından kaleme alınan Cesur Yeni Dünya yayınlandığı tarihten 600 yıl sonrasını kurgulayan distopik bir romandır. Eser adını Shakespeare’in Fırtına isimli eserinden, perde 4, sahne 1’deki Miranda’nın konuşmasından almıştır. Bu yazıda kitabın hikayesini özetleyip içindeki en can alıcı tartışmaya değinerek eseri benim için önemli kılan özellikleri açıklamaya çalışacağım.
Kitapta Henry Ford’un yürüyen bant sistemini geliştirip seri üretimin hızlanmasıyla dünya değişmeye başlamıştır. Öyle ki yeni kurulan düzende Ford’dan önce ve Ford’dan sonra olmak üzere yeni bir milat belirlenmiştir. Teknolojinin daha da ilerlemesiyle insanların hayatlarının her noktasının kontrol edilebilme imkânı doğmuş ve Dokuz Yıl Savaşları sonucu on bölgeden oluşan küresel Dünya Devleti ve bu devletin sınırları dışında kalan ayrı bölge olmak üzere dünya ikiye bölünmüştür. Doğal olan ne varsa artık ortadan kaldırılmış bulunmaktadır. Öncelikle toplum kesin çizgilerle Delte, Alfa, Beta, Gama ve Epilosondan olmak üzere beş katmandan oluşan kast sistemine bölünmüştür. Alışılmışın dışında olan ise kişilerin bu sistemdeki katmanlarının belirlenme şeklidir. İnsanlar artık normal yollarla doğmuyorlardır. Kapısında ‘’Cemaat, Özdeşlik, İstikrar’’ yazan Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezinde vücut dışı döllenme yoluyla tüplerde geliştirilen insanlar bir nevi seri olarak üretilmektedir. Bu şekilde daha doğmadan kişilerin katmanı belirlenip derecesine göre gerekli maddelerin enjekte edilmesiyle zekaları, kişilikleri, becerileri hatta zevkleri bile belirlenebilir. Tabii ki sadece biyolojik olarak belirlenen özellikler kast sisteminin sorunsuz yürümesi için yeterli değildir. Bebeklikten başlanarak şartlandırma merkezlerinde hipnopedi (uykuda yönetim) yöntemiyle kişilerin özellikleri daha da benimsetilir. Dahası sürekli daha aşağı katmandakilerin hayatlarının çok sığ, üstekilerin hayatlarının ise çok zor olduğu tekrarlanarak kişilere kendi bulundukları katman sevdirilir. Sosyal rolleri yapay olarak belirlenen insanların sınıflarının dışına çıkmamaları için düşünmeleri engellenir. Çünkü düşünen birey toplumda problem yaratır. Duyguların bile doğal olarak insanlar tarafından hissedilmediği toplumda, bu ihtiyaç sadece sentetik müzik veya filmlerle yapay olarak giderilir. İnsanlar kendilerine boş zaman bırakmayan bir programa uyarak yaşarlar. İş zamanları dışından ‘’herkes herkes içindir’’ düşüncesi doğrultusunda kişi istediği herhangi biriyle tek gecelik ilişki yaşayabilir. Olur da yalnız kalıp yanlışlıkla akıllarına bir fikir gelip düşünmeye başlayacak olurlarsa hemen imdatlarına soma adlı uyuşturucu yetişir. Tamamen mal odaklı bu hedonistik toplumda haliyle din de yoktur. Dini duygular ise ilahievlerinde söylenen tamamen kurulu düzeni öven ilahilerin söylenmesiyle giderilir. Cesur Yeni Dünyada insanlar düşünmese de yine de mutlulardır. Buna karşılık eski Dünya olarak adlandırabileceğimiz Ayrıbölgede insanlar eskisi gibi yaşıyorlardır. Aşk, din, edebiyat varlığını sürdürüyordur. Ancak teknolojinin gelişmediği bu toplumda salgın hastalıklar, açlık kol gezmekte ve dolayısıyla insanlar erken yaşta ölmektedirler. Ayrıca kurulu bir sistem ve düzen olmadığı için istikrarın varlığından söz edilemez. Kitapta Kuluçka ve Şartlandırma Merkezinin uzmanlarından biri olan Bernard Marx’ın turistik gezi amaçlı Ayrıbölge’yi ziyareti sırasında John’la tanışmasıyla hikaye yeni bir ivme kazanır. Annesi Yeni Dünyadan olduğu için Ayrıbölgenin insanları tarafından dışlanan John her zaman başka bir dünyanın hayalini kurmaktadır. Cesur Yeni Dünya’nın hayal ettiği yer olabileceği umuduyla Bernard Marx’la geri dönmeyi kabul eden John’u büyük bir hayal kırıklığı beklemektedir. Gittiği yerde sirk hayvanı gibi sergilenip ‘’Vahşi’’ olarak adlandırılan John bu sistemde insanların sadece haz peşinde olan, duygusuz ve düşünemeyen yaratıklar olduğunu anlayınca sarsılır. Bölgenin denetleyicisi Mustafa Mond’ la bu konuda tartışmaya giren John, ondan duyduklarıyla büyük bir ikileme girip iki dünyayı da seçemeyeceğini anlayarak hayatına son verir.
Kitapta tartışılan en önemli noktanın hürriyet ve istikrar ikilemi olduğunu düşünüyorum. Eğer bir toplumda istikrar ve düzen dolayısıyla mutluluk isteniyorsa baskın, mümkünse tek, bir düşünce tarzının ve sistemin olması gerekir. İnsanlar özgürce kendi düşüncelerini dile getirdiklerinde farklı anlayışlar, farklı dinler, farklı tanrılar ve farklı ahlaklar ortaya çıkar. Ancak bu özgürlüğün bedeli ağır olur. Bu farklıların bir arada bulunması çatışmayı ve kaosu kaçınılmaz kılar. Bununla birlikte hemen her ideoloji ve kurgulanan sistem toplumda tek bir düşünceyi hakim kılmayı amaçlar. Kitapta sistemin adamı olan Bernard Marx’ın adının, sosyalizm savunucusu olan George Bernard Shaw ve Karl Marx’ın isimlerinin birleşimiyle, Mustafa Mond’un isminin ise Mustafa Kemal Atatürk ve İngiliz sanayici Sir Alfred Mond’un isimlerinin birleşiminden oluşması; Lenina Crowne’nin isminin Vladimir Lenin’inden, Henry Foster’ın isminin Henry Ford’dan gelmesi boşuna değildir. Düşünceleri, ideolojileri, amaçları ne kadar farklı olursa olsun bu liderlerin ve düşünürlerin yaratmak istedikleri dünya Cesur Yeni Dünya’dan farklı değildir. Amaç istikrar ve herkes için mutluluk olduğunda sonuç tektipleşme olmaktadır. Kitapta Yeni Dünya’daki düzene rağmen mutlu olamayan John, ‘’ben keyif aramıyorum tanrıyı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum, günah istiyorum.’’ diye çıkışınca Mustafa Mond’dan ‘’siz mutsuz olma hakkınızı istiyorsunuz.’’ cevabını alınca kafasındaki paradoks iyice derinleşir. Özgürlük, özgünlük mutsuzluğa rağmen istenmeli midir? İki tarafta da istediği şeyleri bulamayan ve üçüncü bir seçeneği de olmayan John’un intihar etmesi Huxley’in de aslında bu soruna kafasında bir çözümünün olmadığına işaret edebilir.
Distopyalar arasında Cesur Yeni Dünyayı benim için özel yapan şey daha gerçekçi bulmamdır. Kitapta George Orwell’in 1984’ünün aksine açık bir despotizmden ziyade düzenin sevdirilmesiyle gönüllü bir kölelik söz konusudur. Her şeyin başta devlet tarafından kontrol ediliyor olması, kişilerin sosyal rolüne kadar her şeyin belirlenip ona göre şartlandırılmaları bir despotizm göstergesi olsa da insanlar hayatlarında eylemlerini gerçekleştirirken kendilerini baskı altında hissetmezler. George Orwel’ın 1984’ünteki “Savaş barıştır, hürriyet köleliktir, cehalet kuvvettir.” sloganına sahip ve her yerde gözü olan insanları korkuyla köleleştiren devletin aksine bu kitapta devlet bireyleri üreticiden tüketiciye, özneden nesneye dönüştürerek köleleştirir. Birileri düşünmesinler diye sürekli korkutarak gözetlemez. Çünkü bu sistem bireylerin kendileri artık düşünmek istemezler. Hazlarına odaklanmak onlar için yeterlidir. Günümüzdeki kapitalist sistemde de durum pek farklı değildir. Uykuda şartlandırılmak yerine kendi istekleriyle izledikleri televizyonlarla, nereye giderlerse gitsinler kaçamayacakları reklamlarla düşünceler ve tercihler yok edilip, insanlar tek tipleştiriliyorlar.
Sonuç olarak, Aldous Huxley anlık zevkin büyük önemli taşıdığı, insanların kuklalar gibi yönetilip her şeyin toplumsal istikrarı için yapıldığı düşüncesinin arkasına sığınan bir sistem kurgulamıştır. Kitapta dinin, aşkın, hüznün, edebiyatın ve düşüncenin hayatındaki önemine dikkat çekerek bir toplumun önceliğinin kuralları birkaç insan tarafından koyulmuş bir sistemde ‘’mutlu’’ olmak mı, yoksa her şeye rağmen hürriyet mi olduğunu tartışmıştır. Benim için sadece bu iki tercihin yeterli olmadığı aşikar olmakla beraber bir üçüncüsünü üretmek de şimdilik imkansız gibi gözüküyor. Bunun Arap Baharı’na da şahit olduğumuz şu günlerde üzerinde daha çok düşünülmesi geren bir soru olduğunu düşüyorum. Bununla birlikte bu kadar önemli ve zor bir konu sorgulanırken Huxley’in kullandığı akıcı edebî dil çok hoşuma gitti. Diğer distopya türünde kaleme alınmış eserlere nazaran anlattığı sistemi birçok yönüyle ele alarak insanların hayatlarındaki tüm değişiklikleri gözler önüne seren gayet başarılı bir eser.