Doğu Toplumları Marx ve Weber’e Göre Neyi İfade Ediyor?
İbrahim Tutal*
Sosyolojik teori, sosyoloji tarihi ve şarkiyatçılık alanında çalışmalar yapan Lütfi Sunar, Marx ve Weber’de Doğu Toplumları kitabında Marx ve Weber’in modern kapitalizmin doğuşu ve gelişimi etrafında Doğu toplumlarına yaklaşımını ele almaktadır. Modern toplumun yapısını ve işleyişini çözümlemeye ve tarihsel olarak konumlandırmaya çalışan Marx ve Weber’in Batı’daki siyasi meselelerde birbirleriyle farklılaşırken Doğu toplumları incelemelerinde birbirlerine oldukça yaklaştıklarını ortaya koymaktadır. Bu değerlendirmede: Marx ve Weber’de Doğu Toplumları’ndan hareketle Marx, Weber ve Sunar’ın epistemolojik varsayımlarının ve insan anlayışlarının farklı olmasının toplumları çözümlemelerinde nasıl bir farklılık yarattığını ele alacağım. Değerlendirmemin kısımlarını Marx’ta Doğu Toplumları, Weber’de Doğu Toplumları, Sunar’da İslam Toplumları şeklinde olacaktır.
Marx’ta Doğu Toplumları
Özellikle Hegel ve Feuerbach’tan etkilenen Marx’ın sosyolojik düşüncesini Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği, Fransız sosyalizmi ve aydınlanma düşüncesi şekillendirmiştir. Marx, düşünsel gelişiminde Feuerbach’ın tesiriyle Hegelci idealizmi eleştirerek diyalektik materyalizmi oluşturmaya başlamıştır. Şerif Mardin (2017, s. 30) “Feuerbach’a göre din olayı Hegel’in anlattığından çok daha basitti. Hegel gibi filozofların o zamana kadar devamlı olarak yanılmalarının sebebi de, birtakım olayları gerçek nesneler sanmalarından ileri geliyordu. Din olayının felsefenin bir konusu olup olmadığı da şüpheliydi” diyerek Feuerbach’ın Hegel’den ayrıldığı noktayı belirtmiştir.
Düşünsel zemini kısaca belirttiğim gibi şekillenen Marx’ın Doğu toplumlarına yaklaşımı hakkında Sunar (2012, s. 92) “Marx’ın Doğu toplumları yaklaşımı onun üretim biçimleri ekseninde oluşturduğu tarihsel aşamalandırma ve her bir aşamaya tekabül eden toplum biçimleri çerçevesinde şekillenmiştir” demektedir. Doğu toplumları incelemelerini Asya tipi üretim tarzı kavramsallaştırması çerçevesinde yapan Marx’a göre Doğu toplumlarının yapısı sulama işinin devlet adına bürokratlar tarafından organizasyonu ekseninde suya dayalı bir despotizmle şekillenmiştir. Sunar Asya tipi üretim tarzı içerisinde yürütülen tartışmaları şu başlıklar altında özetlemiştir: Şark despotizmi kavramının Asya tipi üretim tarzının (ATÜT) en önemli öncülü olduğu konusunda bir uzlaşma mevcuttur, Marx’ın Doğu toplumları yaklaşımının ilerlemecilik ve tarihsel aşamalar fikri temelinde şekillenmesi önemli bir tartışma konusudur. Bu noktadan hareketle Marx’ın kaynaklarının yetersiz olduğu düşünülmekte ve 70’lerin sonundan itibaren bu kaynakların şarkiyatçılıkla ilişkisi ele alınmaktadır. Kaynaklar ve dönemin Doğu bilgisi ile ilintili olarak Marx’ın temel tezlerinin ampirik geçerliliğinin olmadığı sıkça dile getirilmektedir. Marx’ın Doğu toplumlarına dair kaynaklarının aydınlanma düşünürleri, İngiliz ekonomi politikçileri, başta Hegel olmak üzere Alman düşünürleri, seyahatnameler ve sömürge görevlilerin raporları olduğu düşünülürse bazı tezlerinin niçin yetersiz olduğu anlaşılacaktır.
Marx tarihe metafizik bir ilke tayin etmiştir: “Günümüze kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” (s. 116). Bu sınıf çatışmaları, özel mülkiyetin olmaması ve bireyin özgürlüğünü kazanamaması sebebiyle Doğu toplumlarında ortaya çıkmamıştır yani Doğu toplumlarında kapitalizmin şartı olan özgür emek yoktur. Bu nedenlerden dolayı “Marx, Doğu’da toplumsal hayatın merkezinde köy topluluklarının olduğunu düşünmektedir. Zira zayıf toplumsal iş bölümü oryantal despotizmin siyasal karakteri ile birleşerek şehrin ortaya çıkmasına engel olmaktadır” (Sunar, 2012, s. 97). İçine kapanık köy toplulukları varlıklarını devletin su ve toprak üzerindeki tahakkümüne bağlı olarak devam ettirirler. Büyük kamu işleri güçlü bir merkezi idareye ihtiyaç duyar ve bu köy toplulukları kendi sınırlarına hapsolmuştur.
Marx’ın kavramlarından en önemlileri kullanım değeri, mübadele değeri ve artı değerdir. Kapital’de kullanım değerinin servetin maddi içeriği mübadele değerinin de maddi taşıyıcısı olduğunu yazmıştır. Bu kavramlar çerçevesinde Marx, köy topluluklarında meta üretiminin olmadığını, mübadele değeri değil kullanım değeri üretildiğini düşünmektedir. Köyde meydana gelen artı ürün toprağın kirası olarak aynı biçimde devlete aktarılmaktadır. Bu sebeple Doğu toplumlarında serveti sermayeye çevirebilecek bağımsız bir tüccar sınıfı oluşmamaktadır. Ticaret sadece lüks malların dış ticareti şeklinde yürümektedir. Ticaret gelişmediği ve meta üretimi olmadığı için Doğu toplumları durağandır. Marx’a göre kapitalizm sömürgecilik aracılığıyla Doğu’yu içinde bulunduğu durağanlıktan kurtaracak ve tarihe katacaktır. Bu düşüncelere sahip olan Marx İngiltere’nin Hindistan’ı sömürmesini desteklemiştir (Sunar, 2012). Bu sömürü kısa vadede acılara sebep olsa da uzun vadede faydalı olacaktır. Sunar şu hususları dikkat çekerek Marx’ın sömürgeciliğe yaklaşımını eleştirmiştir:
“Hindistan’ı yerle bir eden İngiliz buharlı makineleri değil, İngiliz silahıdır. Kapitalizmin gelişme döneminde Doğu ekonomisi pek çok alanda kapitalistlerle rekabet edebilecek güce ve dinamizme sahipti. Ancak Avrupalılar’ın Doğu’da üstünlüğü ele geçirmeleri Marx’ın da farkında olduğu gibi daha çok günün siyasi koşullarıyla ilgiliydi” (s. 111).
Sunar, Marx’ın Doğu toplumları hakkında şarkiyatçı kaynaklara sahip olduğunu ve bu kaynakların zayıf olduğunu belirtmiştir. Sunar’a göre Marx zayıf kaynaklara dayanarak despotizm, toprak mülkiyeti ve köy toplulukları gibi konuları doğru olmadığı şekliyle genelleştirerek kullanmıştır. Doğu’yu durağanlıkla niteleyen Marx, Hindistan’da toprakta özel mülkiyetin olmamasını İslam hukukuna bağlamaktadır ve bu da Marx’ın değişmezlik iddiasıyla çeliştiğini göstermektedir. Bu incelemelerle Marx, özel mülkiyetin olmadığı toplumlarda da sosyal düzenin olduğunu belirterek komünizmin insan doğasına uyumlu olduğunu göstermek istemiştir.
Sonuç olarak Marx’ın Doğu toplumlarını incelemesinin nedeni modern toplumun değillemesi aracılığıyla bir şeyler söyleme kaygısıdır. Sunar, Doğu’nun uygarlığa daha önce geçtiğini ve “öteki”ne ihtiyaç duymadan kendini tanımladığını savunmaktadır. Bu bilgiden hareketle Marx’ın temel amacını, epistemolojik varsayımını, kaynaklarını ve düşünsel zeminini titizlikle açıklayan bu kitap, Marx’ın tezlerinin Doğu toplumlarını açıklamakta yetersiz kaldığını ortaya koymaktadır.
Weber’de Doğu Toplumları
Kendisini sınıf bilincine sahip bir burjuva olarak gören Weber, ayrı bir sosyal bilim disiplini olarak sosyolojinin kurucularından sayılmaktadır. (Sunar, 2012) Siyasi ve akademik alanda yükselen Marksizm, pozitivizmin ve ilerlemeciliğin sorgulanması, Alman toplumunun içinde bulunduğu durum ve Almanya’nın geleceği üzerine yürütülen tartışmalar Alman entelektüel ortamını belirlerken Weber’i de etkilemiştir. Bu tesirler ekseninde moderniteyi savunan Weber, Amerikan sosyolojisinde Marx’a karşı konumlandırılmıştır. Sunar “Marx’ın sınıf teorisine karşı onun statü çözümlemesi, tarihsel materyalizmine karşı onun anlayışçı metodu, maddi ögelere dayalı çözümlemesine karşı fikirlere verdiği yer daima öne çıkarılmıştır” (2012, s. 119) diyerek Weber’in metodunun Marx’tan ayrıldığı noktaları göstermiştir. Marx’ın tarihsel materyelizmini bir ekonomizm olarak gören Weber’in çalışmaları tarihsel ve karşılaştırmalıdır.
Weber de Marx gibi Batı’nın gelişmeci bir yol izlerken Doğu’nun durağan bir hal aldığını savunmaktadır. Akılcılaşmanın ve gelişmenin sadece Batı’ya has olduğunu düşünmektedir. Weber sadece Batı’ya has olan akılcılaşmanın kaynaklarını Yahudilik geleneği, Roma’nın kurumsal mirası ve zühde dayalı Batılı manastır sistemi çerçevesinde sunmaktadır. Temel göstergesi hesaplanabilirlik olan akılcılaşmanın önündeki iki engel gelenekselcilik ve dünyanın büyülü algılanmasıdır. Weber’e göre yalnızca Protestanlık dünyanın büyüden arınmasını sağlamıştır.
Sunar, “Weber’e göre Doğu ile Batı arasındaki ayrımı oluşturan en temel etken yerleşik hayata geçildiği dönemde Doğu’nun su boyu toplumlarında sulamaya dayalı bir tarımın yapılmasına olan ihtiyaçtı” (2012, s. 161) demiştir. Doğu’nun bir su boyu uygarlığına karşın antik Yunan ve Roma bir kıyı uygarlığıdır. Doğu’da su organizasyonu patrimonyal merkezi bir devlet sisteminin gerektirmiş ve aynı zamanda su boyu uygarlıklarının korunması gerektiğinden askeri düzen de buna göre şekillenmiştir. Weber bu farkı, Avrupa’da kendi silahını ve eğitimini temin eden süvari tekniği faik güç iken Doğu’da hükümdar tarafından beslenen ve eğitilen ordularda birinci rol piyadelerdedir diyerek belirtmiştir. Bu askeri ve siyasi konumdan dolayı Doğu’da tabakalar ortaya çıkmamıştır. Sunar’a göre Weber, Doğu toplumlarını coğrafi bir belirlenmeciliğin kıskacına itmekte ve Batı’yı coğrafi etkenleri denetimi altına alan ve onu belirleyen olarak göstermektedir.
Weber’in dini düşünce üzerinden zihniyetlerin farklılaşmasını anlattığı noktada Doğu toplumlarının din anlayışını tam olarak kavrayamamıştır. Weber’e göre peygamberlik sadece Batı’da hakiki anlamıyla ortaya çıkmıştır. Doğu’da ise rahip ve büyücü vardır diyerek Doğu dinlerinin özellikle İslam’ın dönüştürücü etkisini anlamayarak Batı’da dinin düşüncenin dönüştürücü etkisi olduğunu savunmuştur. “Pasif Doğulu”, “Aktif Batılı” düşüncesi ekseninde Doğu’da akılcılaşma gerçekleşmezken; Batı’da akılcılaşma gerçekleşmiştir (Sunar, 2012). Sunar, Weber’in karşılaştırmasındaki din-dünya ilişkisini şöyle ortaya koymuştur:
“Protestanlık çalışmasında dünya efendiliğinin formel ilişkisi, Konfüçyenlik çalışmasında dünyaya uyum, Hinduizm çalışmasında dünyadan kaçış, Yahudilik ve erken İslam üzerine yorumlarında da dünyanın üstesinden gelme. Bu düşünceden hareketle Weber, selameti dünyevi işlerde aramayı Batı’ya mistisizmi ise Doğu’ya has bir özellik olarak görmektedir” (s. 178).
Kapitalist ruh ve iktisadi akılcılaşmayla doğan kapitalizm için temel şartlar profesyonel yönetim, uzmanlaşmış memurluk, vatandaşlığa dayalı sözleşmesel bir karaktere sahip devlet sistemidir. Protestan ahlakı ile şekillenen kapitalist ruhla beraber şehirler oluşmaya başlamış ve hukuk akılcılaşmıştır. Bununla beraber işletmenin gelişmesi ve akılcı iş tekniklerinin ortaya çıkmasıyla kapitalizm gelişmiştir.
Sonuç olarak, Batı’yı akılcılaşma ve Doğu’yu patrimonyalizm ekseninde inceleyen Weber Doğu toplumlarını Batı’nın tanımlanması için bir araç olarak kullanmıştır. Doğu toplumları hakkındaki incelemelerinde seçmeci davranarak kendi modelini doğrulamaya çalışmıştır. Bu metodoloji sorunu da Weber’in Doğu toplumlarının dini ve toplum yapısını isabetli bir şekilde tespit edememesiyle sonuçlanmıştır. Ayrıca Avrupa’nın üstünlüğü fikrine ampirik temeller bulmaya çalışan Weber’de kronolojik tutarsızlık ve anakronizm hatası olduğunu görüyoruz.
Sunar’da İslam Toplumları
Marx ve Weber’de Doğu toplumları Batı’yı tanımlamada bir araç olarak kullanılırken Sunar’da Doğu toplumlarının dönüştürücü ve taşıyıcı yapısı tarihten dışlanmamıştır. Sunar (2017, s. 66) maneviyatçı Doğu ve maddiyatçı Batı medeniyetini; tanrı, tabiat ve insan/toplum tasavvuru üzerinden ele almaktadır. Sunar, uyumcu (maneviyatçı) ve çatışmacı (maddiyatçı) bu iki medeniyetin arasında “orta” bir yerde İslam medeniyetinin yer aldığını savunmaktadır. İslam medeniyetleri, uyumcu-çatışmacı medeniyetlerin birbirine aktarılmasını sağlayan bir vasat oluşturmuştur. Bu iddia ile Sunar İslam medeniyetlerinin birleştirici ve taşıyıcı olduğuna dikkat çekmektedir.
Sunar’a göre dünya tarihinin üç çağı vardır: Göçebe topluluklar çağı, toplum çağı ve evrensel toplum çağı. Sunar’a göre Adem ile başlayıp Hz. İbrahim’e kadar kapalı ve doğal birliktelikler içerisinde yaşamın sürdürüldüğü devre topluluk çağı olarak adlandırılabilir. Bu dönemde toplulukların birbirleriyle etkileşimi sınırlı düzeydedir. İnsanlığın en uzun dönemi olan bu dönemde topluluklar temel geçimlerini hayvan yetiştiriciliği ve bostan tarımcılığıdır. Topluluk çağından toplum çağına geçiş dönemi ise yerleşik yaşama geçiş ve şehirlerin ortaya çıkışıyla ilişkilidir. Toplayıcılıktan bostancılığa ve gezginci tarımdan yerleşik tarıma geçilirken homojen topluluklar bünyesinde farklılıkları barındıran bir siyasal birliğe dönüşmüştür. Sunar’a göre Hz. İbrahim bu kabileciliğin bittiğini ilan eden figürdür. Hz. İbrahim ile birlikte Mezopotamya ötekine açık buluşma ve kaynaşma noktası haline geldi. Böylece Mezopotamya, Sunar’a göre beşeri gelişimin üç temel dinamiği olan halkların, fikirlerin ve malların hareketi için bir zemine dönüştü. Toplum çağından evrensel toplum çağına geçiş ise Hz. Muhammed ile gerçekleşti. İslam, Mezopotamya’da vahiyle birçok kez muhatap olmuş sosyal, siyasal ve iktisadi zemin üzerine kendisini inşa ederek insanlığın içinde yaşamakta olduğumuz üçüncü dönemi başlattı. Sunar, bu medeniyet inşası faaliyetini Kabe üzerinden sembolleştirerek anlatmaktadır.
Sunar’a göre İslam medeniyeti taşıyıcı vasat olma işlevini 19. yüzyılın başlarına kadar sürdürdü. Ancak sosyal, siyasal ve düşünsel yapıların kendisini yenileyememesinden dolayı dünyadaki güç dengeleri giderek değişti. Akla ve bilime dayalı en mükemmel nizam olduğunu düşünen modernite, kendi kimliğini ötekinin reddi üzerinde kurmaktadır. Bu yeni nizam refahın ve kaynakların adil bir biçimde dağılmasını sağlayamamakta ve kendini sömürgeleştirme üzerinden inşa etmektedir. Sunar’a göre bugünkü beşeri kopuş ancak İslam medeniyetinin oluşturduğu vasat ile aşılabilir.
Kaynakça
Mardin, Ş. (2017). İdeoloji. İstanbul: İletişim Yayınları.
Marx, K. (2018). Kapital cilt: I (ciltli): Ekonomi politiğin eleştirisi (vol. 1). İstanbul: Yordam Kitap.
Marx, K. (2011). Komünist manifesto ve komünizmin ilkeleri. Ankara: Sol Yayınları.
Sunar, L. (2012). Max ve Weber’de doğu toplumları. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Sunar, L. (2017). Dünya tarihinin ekseni ve zemini olarak İslam medeniyeti. İslam düşünce atlası-I. Konya: Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, s. 66.
Weber, Max (2016). Din sosyolojisi. İstanbul: Yarın Yayınları.