Durağan Köy
Yazar: Enes Dündar
“Köy üzerindeki toprağı yeni yeni atıyordu. Bir iki kuş daha yeni yeni ötmeye başlamış, leylekler çimenlerin üzerine daha yeni yeni pineklemiş dinleniyorlardı.
Tabiat canlanmaya başlasa da bir ölüm vardı bu beldede. Sanki keyif çatan herkes sobeleniyordu. Ondandır ki ahali, işlerini bırakmıyor, durmadan deli gibi çalışıyordu. Eller çatlıyor, topuklar yıpranıyordu. Herkes tepedeki adamın güllerinin kendi bahçelerinde de olmasını istiyordu. Ama ekmiyorlardı. Sanki çiçek ekmek onlar için gereksiz bir uğraştı. Ama bakınca gönülleri hoş oluyordu. Olsun, yine de dikmiyorlardı. Durağandı her şey, soluksuz, katı… İnekler yedirilmeli, sabah akşam sağılmalıydı. Bir de yeni bir tohum çıkmış, geçen seneye göre iyi mahsul veriyormuş, fasulye için çubuklar yeniden düzenlenmeli…”
Kara kalemimle doldurmuş olduğum defteri kapattım. Başımı camdan dışarı çıkardım. Kurban Bayramının ilk günü bitmiş, köydekiler yine eski durağan hallerine dönmüşlerdi.
Annemin vermiş olduğu kıymayı alıp, Şaban abilerin evine vardım. Asıl memleketlerine ziyarete gittiğini söylediklerinde öfkelendim. Bir kova eti boş yere mi taşıdım? Tam eve doğru dönüyordum ki, arkamdan bir ses geldi, “Biz buradayız; getir etleri çekelim.”
Büyük abisi gitse de küçük abisi burada kalmış Sare’nin. Kıyma makinesini çalıştırdığı gibi içine attı etleri. “Sizinkiler kokmuyor, ne güzel,” dedi. “Anam çok titizdir,” diyerek başımı salladım. Gülerek, “Bilmem mi?” dedi.
Kıymaları, jelatine sardıktan sonra kovanın içine koydu. Parayı uzattığımda biraz sıkılmıştı. “Al kız, elektrik yakıyor bu canavar da.” Ürkek elleriyle alıverdi yeşil banknotu.
Kovamla birlikte elma ağacının altına geçtik. “Süt elmasıdır, tatlıdır,” dedi.
“Yok, kalsın,” dedim, “sizin kiracının ağacı.”
“Bir şeycikler olmaz , memleketten döndüklerinde helallik alırım ben.”
Daldan kopardığım elmayı elimle üstün körü silip ilk ısırığımı aldım.
“Tatlıymış,” dediğimde gözleri toprağa bakarak, “öyledir,” dedi.
“Herkes gidiyor da, siz gidemiyorsunuz?”
“Buraların yerlisi olmak iyi ama yaz kışta burada durmak insanı bunaltıyor.”
Ben bunaltıyor dedim ya, Sare’de işte o an kıstı gözlerini. Şöyle bir kaşı havaya kalktı. Ellerinde bir hareketlenme oldu.
“Belki yeniden şehre kaçarsın.”
“Olmaz o iş,” dedim, “Annem burada, bırakamam canımı.”
“Abin evlenmeyeydi giderdin.”
“O zaman olabilirdi,” dedim. Gözleri hâlen toprağın üzerindeydi.
Hazır onunla böyle karşılaşmışken cebimdeki öyküyü de ona verebilirdim. Kâğıdı uzattım. Daha düzenlemediğimi ancak yine de kendisinin geçen ki gibi okuması gerektiğini söyledim.
Yüzü az daha kızardı. “Böyle de mektuplaşır gibi…” Sözünü kestim. “Bir anlayanım sensin,” dedim, “lütfen oku.”
Usulca kafasını salladı. Gözleriyle dalları işaret ederek sanki bir tane daha al diyordu. Ellerimi yok anlamında salladım. Bu sefer de kendisi daldan kopararak elime tutuşturdu. Sare evine doğru geçerken avuçlarına baktım. Yeşil elmadan yememiş, hep bana yedirmişti.
Arkamı döndüm. Bozuk saat gibi hep aynı işi yapan insanların arasından sıyrıldım. Beş gün sonra iznim bitiyordu. Servis eskisi gibi her sabah köyün girişine gelecek ve beni aldıktan sonra belediye binasına bırakacaktı.