Edward Hallet Carr, Tarih Nedir?
Edward Hallet Carr, Tarih Nedir?, Çev: Misket Gizem Gürtürk, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015, 255 s.
Tarihi tarih yapan nedir? Tarihin sınırları nelerdir? Tarih nesnel midir, öznel midir? Tarih bilim midir, değil midir? Nasıl bir tarih yazıcılığı idealdir? Eserde tüm bu sorulara cevap aranmış, bu minvalde filozofların görüşlerine yer verilmiş, tez ve antitezler sunulmuştur. Carr, tarih alanında bir öğrenim görmemesine karşın üniversitelerde tarih bölümlerinde okutulan temel bir esere imza atmıştır. Kitap sadece tarih bölümünde değil aynı zamanda siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler disiplinlerinde de önemli bir yer edinmiştir.
Kitap; önsöz, altı bölüm ve ikinci baskı için hazırlanmış notlardan oluşuyor. Kitabın başlığından anlaşılacağı üzere yazar ‘Tarih’ in ‘ne’liğini, sınırlarını, çelişkilerini, amaçlarını; tarihçinin görevini, nasıl yazması gerektiğini sorguluyor. Carr bu kitabı, Isaac Berlin ve Popper gibi Carr’ ı eleştiren filozofların eleştirilerine cevap vermek amacıyla yazmıştır. Düşünürler birbirlerinin iddialarını çürütmeye çalışmışlar ve birbirlerine mektuplar yazmışlardır. Kitap aynı çerçevede dolaşıyor gibi gözükse de çok fazla sorunsala değinmiştir. Bunlardan bazıları; nesnellik, olgu-tarihi olay ayrımı, ilerlemeci tarih yaklaşımıdır. Kitabın giriş bölümünde kitabın kısa bir özeti yapılmış ve Carr’ın değindiği temel tartışmalardan bahsedilmiştir. Şimdi kitaptaki tarih epistemolojisinin tartışıldığı temel sorunlara bir göz atalım.
Carr, tarihçinin ilgileneceği nedenlerin yalnızca gelecek için bir siyaset formüle etmeye yarayacak nedenler olması gerektiğini savunur. Bu, nedenlerin geçmişi açıklamak amacıyla araştırılması teziyle çatışır. Keza Carr’ın tarih disiplinine ait saydığı beş ilkeden biri ile de çelişir. ‘Tarihten ders çıkmaz.’ ilkesiyle zıt düşer çünkü geçmişin gelecek için siyasi formül edilmesi demek geçmişten ders çıkarmak demektir.
Carr’ın suçlamalara maruz kaldığı diğer bir konu da ‘nesnellik’ tartışmasıydı. Berlin nesnelliğin tarihçinin yönteminde bulunabileceğini, öne sürülen savın tutarlı olup olmadığının o konuda uzman kişiler tarafından kabul görmesi gerektiğini söylerken Carr, ilericilik anlayışı ile nesnelliği bir tutarak daha derin ve daha kalıcı bir iç görüye sahip olan kişileri nesnel tarihçi olarak adlandırıyordu. Carr’ın bu görüşüne göre tarihçinin geleceğe olan bakışının olaylarla değişmesi mümkündü. Bu da bilimdeki gibi olgu ve değişmez yasaların tarihte olabileceği, tarihin nesnel ve objektif anlatılara sahip olabileceği görüşüyle zıt düşüyor.
Bu çıkarsamalar bize nesnellik kavramını sorgulatarak şunları düşündürüyor: Sosyal bilimlerde nesnellik mümkün müdür? Mümkünse bunun sınırları nereye kadar uzanır? Sosyal bilimlerin temel araştırma konusu insandır ve insan gibi değişken bir varlığın söz konusu olduğu bir mevzuda sabit bir çıkarım yapılamaz, bir genellemeye varılamaz. Tarihin işleyişinde de bu böyledir. Carr, tarihten ders çıkarılamaz, ilkesiyle bunu kastetmektedir. Ama kitabın bir noktasında belirttiği düşüncesiyle ileri noktalarda savunduğu birbiriyle çelişmektedir.
Yazar, tarihte kazananları ön plana çıkarıyor, diğer öge ve unsurları arka plana atıyor. Rus devrimini gerçekleştirenlerin elitler ve aydınlar olduğuna vurgu yaparak halkı cahil ve ilkel olarak niteliyordu. Bunun sebebi Carr’ın uzun yıllar devletin çeşitli kademelerinde çalışmış olabilir. Nihayetinde inceleyen de insan olduğu için onun yaşadıkları, etkilendikleri, geçmişi kendisine sirayet etmiştir. Ne kadar ‘objektif’ olmaya çalışılsa da insanın mevcut durumu, konumu ve insanın kendi tarihi, tarih yazımını şekillendiren önemli etkenlerden biridir. Carr ve Berlin’in hayatlarını bu açıdan incelediğimizde bakış açılarını etkileyen faktörler bize bunun altında yatanı gösterecektir. Carr bu konuda eleştirilere maruz kaldığında ‘Bu benim tarihimin yanlışıdır, tarih teorimin değil.’ diyerek yaptığını kabul eder. (s. 33) Bu da bana göre yazarın tarih hakkındaki en büyük yanılsamalarından biridir. Çünkü sosyal bilimlerde araştırma ve analiz yapılırken irili ufaklı bütün unsurlara önem sırasına göre yer verilir. Tarihçiden bütün belgeleri ve bulguları en ince ayrıntısına kadar anlatması beklenmez, araştırılanlar değerlendirilir ve olayları şekillendiren mühim anlatılar yazılır. Tarihçi elinde bulunanlar arasından seçim yapmak zorundadır ve yaptığı seçim doğrultusunda yazı biçimlenecektir. Burada şöyle bir soru kafa kurcalıyor: Neye göre? Kime göre? Marksist bir tarihçi olayları alt yapı – üst yapı bağlamında ele alarak ekonomik olana vurgu yaparken; sosyalist bir tarihçi siyasal ve toplumsal yapılar üzerinden konuyu işleyebilir. Buna yakın tarihte de şahit oluyoruz. Yaşadığımız olaylar tarihe not düşülürken herkes kendi perspektifinden bir tarihi anlatı ortaya seriyor. Tarihi belge niteliğinde sayılacak gazeteler bile ele alındığında eğer tüm gazetelere değil de belirli bir tarafı ve tavrı tutunan gazete ve dergilere yer verilirse çok farklı bir tarih yazımı ortaya çıkabilir.
Bu da bizi bütün bu tarih karmaşasının çıkış noktası olan tarih yazıcılığına götürüyor. Kitabın otuz altıncı sayfasında anlatılanlar aslında tarihe olan güvenimizi sarsıyor. Yaşanmamış bir olayın yaşanmış gibi tarih kitaplarında yer alması onu tarihi bir olgu yapıyor. Sağlam bir tarih teorisinden yoksun olmak böyle sonuçlar ortaya çıkartabiliyor. Bütün bunlara rağmen Carr, İngiltere merkezli bir tarih anlatısını eleştirmiş, fakülte hocalarına neden Rus, Çin ve başka ülke medeniyetlerinin incelenmediğini belirterek, bu alanda açılımlara sebebiyet vermiştir.
Altı konuşmadan oluşan kitabın yazıldığı dönem iki dünya savaşı, Çin ve Rus devrimlerinin sonrası döneme denk gelmektedir. Bu da o zaman yaşanan karışıklığın fikirlere nasıl tesir ettiğini görmemiz açısından mühimdir.
Carr kanılarını düşünürlerle desteklemeye çalışmış, bazı konulara ışık tutmuş, bazılarını ise daha karmaşık hale getirmiştir. Bu da Carr’ın kitapta sürekli olarak çelişmesine sebebiyet vermiştir. Croce, tarihçi değerlendirme yapmayacak olursa neyin kaydedilmeye değer olduğunu nasıl bilecektir sorusunu yönlendirerek öznellik- nesnellik sorununa temas etmiştir. Yine bu konuda Carl Becker, tarih olguları, herhangi bir tarihçi için, kendisi onları yaratıncaya kadar var olamazlar, diyerek tarih yazımının zorlu sürecini göstermiştir. Carr’ın da üzerinde durduğu temel nokta, tarihin üstünde çalışılan düşüncenin tarihçinin zihninde yeniden oluşmasıdır. Bütün bunlardan hareketle Edward Carr, ‘Tarih nedir?’ sorusuna şu cevabı veriyor: Tarihçi ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı iletişim süreci, bugün ile dün arasında bitmez bir diyalog.
Sosyal bilimlerde incelenen kadar onu inceleyen de önemlidir. Carr, ‘Tarihten önce tarihçiyi inceleyiniz. Tarihçiyi incelemeden önce de, onun tarihi ve toplumsal çerçevesini inceleyiniz. Tarihçi, bir birey olarak aynı zamanda hem tarihin hem de toplumun bir ürünüdür.’ sözleriyle araştırmanın kapsamının ne kadar geniş boyutlu olduğunu gösteriyor.
‘Geçmiş bizim için bugünün ışığında anlaşılabilir ve bugünü tümüyle ancak geçmişin ışığında anlayabiliriz.’ Carr bu sözleriyle tarihten ders alınamaz düşüncesiyle çelişiyor. Şayet bugünü geçmişin ışığında anlayabiliyorsak tarihten ders çıkarabiliyoruz demektir.
Yazar tarihle doğa bilimleri arasındaki beş temel farka vurgu yaparak bunun karıştırılmasının önemli sorunlara yol açabileceğini göstermiştir. Nitekim hala sosyal bilimlere determinist bir yaklaşım ile bakarak gözlem yapan akademisyenler mevcut. Bu açıdan bu farkların gözetilerek bir tutuma sahip olunması mühimdir. Sosyal bilimler aşırı teorik ve aşırı ampirik olma tehlikesiyle yüz yüzedir. Bu doğrultuda Carr’ın bu çıkarsamaları sadece tarih için değil bütün sosyal bilimler için geçerli ve önemlidir. Tarihi olayların biricikliği onların genellemeye tabi tutulmalarını engeller. Bu da bilimsellik, nesnellik tartışmasına bir açıklık getirir.
Carr’ın bir diğer çelişkisi, tarihten önce tarihçiyi incelemeyi öncelemesidir. Bu ilke oldukça mühimdir. Fakat kitabın üçüncü bölümünde tarihte önemli şahsiyetlerin karakterlerinin incelenmesi gerektiğinin, bunların toplumsal olayları yönetme biçimine de yansıyacağını savunurken Stalin’in in karısına nasıl davrandığının onun tarih anlatısını ilgilendirmediğini söyler. Yine prensin Kleopatra’nın burnuna düşkünlüğünün savaş kaybettirdiğine, Beyazıt’ın damla hastalığının onun ölümüne sebebiyet verdiğini belirtir ama bunların tarihçinin işi olmadığını söyler. Hâlbuki sonucu etkileyen etmenler incelenmeye ve yazılmaya değerdir. Carr bu konuda tutarsızdır. Özellikle Robinson’ın ölümüne etki eden sebeplerin o etmenler değil de şahsın sigara tiryakiliği olması işi gülünç kılar. Tabi ki o da sebeplerden bir tanesidir. Ama hepsini göz ardı ederek onu ön plana çıkarmak işi yokuşa sürmek olur.
Carr’ın dikkat çektiği diğer bir önemli husus da tarihçinin ‘niçin’ sorusunun ardından ‘nereye’ sorusunu sormasıdır. Tarihçi sadece geçmiş olanla, bitmiş olanla ilgilenmez. Tarihçi tarihten edindiği tecrübeleri geleceğe giden yolu görerek öngörüde bulunur. Aklın birinci işlevinin insanı yalnızca incelemek değil, onu dönüştürmek olduğunu söyleyerek önemli bir noktanın altını çizmiştir. Çünkü tarih sadece arşivlenmiş tozlu belgeleri inceleyerek bıraksa çok önemli bir görevi ihmal etmiş olur. O da insanı ve toplumu dönüştürmek.
Son olarak kitapta sadece tarih disiplini açısından değil bütün sosyal bilimler açısından temel sayılacak ilkeler belirlenmiş, bu ilkeler bu alanların zeminini sağlamlaştırmıştır. Carr, düşünürlere cevap yetiştirme çabasında iken kendi kendini sık sık ters köşeye yatırmıştır. Kitap sadece sosyal bilimcilerin değil herkesin okuması gereken, her alana hitap eden bir kitaptır.