El-Munkızu Min’ad-dalâl’de Bilgi ve Felsefeye Dair Eleştirel Bir Deneme
Yazar: Mert Sönmez
“Be deryâ der menâfi bî-şomârest
Ve ger hâhî selâmet der kenârest”[1]
Sadi Şirâzî
İslam düşüncesinin belli dönemlerinde farklı entelektüel geleneklere mensup düşünürler, isimlerinin mütekellim, mutasavvıf yahut feylesof olarak anılması fark etmeksizin, bir başka geleneği konu edinerek tenkitler gerçekleştirmişlerdir. Bu tenkitlerin belki de en meşhurlarından olan el-Munkızu Min’ad-dalâltr. Dalaletten Kurtuluş) Eşʻarî kelamcısı, Şâfiî fakihi ve sûfî Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî tarafından kaleme alınmıştır. Gazzâlî bu eserini hayatının sonuna yaklaştığında otobiyografi olarak hazırlamış ve yakin bilgiyi aramaktaki serüvenini, dört ayrı ilim yolu kiunlar kelam, felsefe, talimiye ve tasavvuftur, hakkındaki görüşlerini ve düşüncelerini aktarmıştır.[2] Bu değerlendirmede Gazzâlî’nin el-Munkızu Min’ad-dalâl isimli eserinde ‘Safsataya Kapılarak İlimleri İnkâr Ettiğime Dair’ bölümünün ve felsefe hakkındaki düşüncelerini serdettiği kısımların incelemesi yapılmaya çalışılacaktır.[3]
I
Gazzâlî’nin söz konusu risaleyi kendisinden ilimlerin gaye ve sırlarını, mezheplerin mahiyetlerini talep eden bir kimseye cevaben yazmıştır. Bu yazıda hususi olarak ele alınacak olan bölümlerin ilkini ‘taklit derecesindeki itikattan kurtulup tahkik derecesine yükseliş’ olarak ifade eden Gazzâlî, buradaki taklit kelimesini herhangi bir ispata başvurmadan kabul edilen manasında kullanmaktadır veahkik de ispat ile bilinen manasına gelmektedir. Öyleyse Gazzâlî’nin bu yükselişinin zemini epistemolojik bir zemindir ve problemi de bilginin kesinliği hakkındadır demek yanlış olmaz.
Gazzâlî bu taklitten kendi deyimiyle karşılaştığı derin ilim denizinin derinliklerine cesaretle, korkaklık ve çekingenlikten uzak bir şekilde dalarak kurtulabilmiştir. Bu yolculuğunda önce bilgi tanımını belirleyen Gazzâlî, bu tanımı kesinlik (yakîn) üzerinden yapmakta ve hakikatin kapısını aralayan bilginin kesinliğini iki cihetten anlamaktadır. Bunlardan birincisi bilinen şeyin asla şek götürmeyecek şekilde anlaşılmış olmasıdır, ikincisi ise bilinen şeyde vehme kapılmak ihtimalinin bulunmamasıdır. Bu iki özelliği haiz olan bilgi öyledir ki birisi mucize kabilinden şeyler de gösterse kişi yakîn bildiğinden dönmez.
Daha sonra Gazzâlî, İslam düşünce geleneğinde bilginin kaynağı olarak gösterilen mahsusat ve zaruriyat hakkındaki araştırmasını aktarır. Mahsusat, yani beş duyu organı vasıtası ile elde edilen bilgi, görme yetisi üzerinden değerlendirilirken önce gölgenin ilk görüldüğü vakit sabit, daha sonra haraketli olduğunun anlaşılması örneği verilmektedir. Bu örnekte görme yetisinin edindiği bilginin başka zaman yine görme yetisiyle elde edilen bir bilgi ile iptalini anlatılmaktadır. Bu noktada görme üzerinden edinilen bilgi, zamana yenik düşüp doğruluğunu yitirmekte gibi gözükse bile görme yetisinin sağladığı bilginin orada bulunan gölgenin bir imajı olduğu düşünülürse görünenin hareket etmediği hükmüne akılla varıldığı anlaşılabilir.
İkinci örnek ise yıldızların bir altın lira büyüklüğünde görülmesine rağmen hendesî delillerin onların çok daha büyük olduğunu söylemesi üzerinden verilmektedir. İlk örneğe tatbik ettiğimiz, duyuların yalnız veri tahsis ettiği ve aklın bu veriler üzerinden hüküm verdiği varsayımı kabul edilecek olursa yine mezkûr yıldızın bir altın lira büyüklüğünde olması yahut bulunduğumuz küreden daha büyük olması noktasında hüküm verecek olan yine akıldır ki bu hükmü verirken hendeseden yani matematikten faydalanır.
Bu örneklerdeki bilgilerin iptalinin, o bilgilerin kaynakları itibari ile mahsusata dayanması değil de aklın zaman ve mekân içerisinde hüküm vermesinin imkânı çerçevesinde değerlendirilmesi mümkündür. Öyle ki birinci örnek zaman içinde, ikinci örnek de mekân içinde aklın hüküm vermesine denk düşer, bu hükümlerde içinde yaşadığımız evren zaman söz konusu olduğunda tek yönlü ‘zaman geçtikçe’, mekân söz konusu olduğunda geometri ve matematik alanındaki hesaplamalar vasıtası ile iptal edilebilir.
Gazzâlî’nin açısından bir değerlendirme ile mahsusatın güvenilmezliği ondaki bilginin şek götürecek bir biçimde anlaşılmış olmasına dayanır. Fakat zaruriyat, yani aklî olan bilgi söz konusu olduğunda güvenilmezlik onun anlaşılma biçiminde değil, nasıl ki mahsusatın bilgisi akıl tarafından iptal edildiyse aklın üstünde bir idrak kuvvetine sahip olan başka bir şey de gelip aklın bilgisini iptal edebilme ihtimaline dayanmaktadır. Bu da Gazzâlî’nin yakîn bilgiyi tanımlarken kullandığı ikinci cihete aykırı düşer.
Burada zaruriyata örnek olarak; on, üçten büyüktür, bir şeyde nefiy ve ispat bir araya gelmez, bir şey hem lâdis hem kâdim, hem var hem yok, hem vacip hem muhal olamaz, ifadeleri verilmiştir. Örneklerden birincisi matematik bir bilgidir ki matematik aksiyomlar varsayıldığında onun için yanlışlık söz konusu edilemez. Diğer ifadelerde kullanılan kavram çiftleri de klasik mantık açısından çelişkili kavram çiftleri olduğundan aynı anda tek bir taşıyıcıda mevcut bulunamazlar ki bu da klasik mantığın metafiziksel ön kabullerine dayanmaktadır. Bunlardan yola çıkarak; farklı matematik aksiyomları içerisinde ilkinin yanlış, farklı mantıklar içerisinde ikincisinin yanlış olacağını ve bu zaruriyat olarak belirlenen bedihi bilgilerin de yanlış olma ihtimalini içlerinde barındırdıkları söylenebilir.
Zaruriyat söz konusu olduğunda, yanlış olma ihtimali aslen ifadenin her zaman belli ön kabullere, postulatlara, koşullara bağlı olarak dile getirilebiliyor olmasından kaynaklanır diyebiliriz. Bir kavrayışın sürekli bir zeminde gerçekleştiğini ve bu kavrayışların süreksiz olan terimler tarafından ifade edilme zorunluluğu ifadenin serdedilebilmesi için bir başlangıç noktasına ihtiyaç duymaktadır. Sözgelimi herhangi bir söz söylemek için, basit bir örnekle, varlık vardır ve onun hakkında konuşulabilir şartını kabul etmiş olmanız gerekir. Böylece, her dile gelen düşüncenin belli bir ön kabulü olmak zorundadır demek yanlış olmayacaktır.
Gazzâlî’nin, içinden çıkılması bir ön kabule dahi konu edilemeyecek olan düşünce deneyi ise rüya hakkında olanıdır. Bu metafor o kadar kapsayıcıdır ki gerçekten de akli olanın yakîn olma ihtimali ortadan kalktıktan sonra edinilen bilginin nereye nispet edileceği belirlenemez, yalnız uyandığımızda rüyaya olan bakışımız gibi, öyle bir hal arız olur ki tüm bilgilerimize rüyaya bakar gibi bakabiliriz. Anlaşılıyor ki burada Gazzâlî tasavvuf ehlinin keşf olarak isimlendireceği hallerden bahsetmektedir. İlerleyen bölümlerde de içine düştüğü hastalıktan da Allah’ın kalbine attığı bir nur sayesinde kurtulduğunu aktarmaktadır. Fakat akıl yolu ile güvenilmezliğine dair deliller getirilen bilgi türlerinin tamamının reddi mümkün müdür sorusunu ve dahi bu reddin neticesinde kurtuluşun yalnızca ve yalnızca Allah’ın kalbimize atacağı nur olup olmadığı sorusu sorulmalıdır. Zira tasavvufun seçkinci yapısı aklın seçkinci olmayan yapısıyla ters düşmekte, akıl yoluyla şüphe haline varan bir kimsenin kalbine nurun atılmama ihtimali de bulunmaktadır. Şayet başka bir yönüyle ele alınacak olursa, Gazzâlî’nin söylediklerini, zaruriyattan da şüpheye düşen kişilerin tamamı bu hastalıktan nur ile kurtulur olarak anlayabiliriz. Bu noktada kesinlik ifade eden ibareler bulunmadığı için, bu durum yoruma açık görünüyor.
II
El-Munkızu Min’ad-dalâl kitabının ‘Felsefenin Gayesine Dair’ başlıklı bölümde Gazzâlî, bir ilmin fasit olduğuna dair verilen hükmün ancak o ilmin bütün inceliklerine tam anlamıyla hakim olduktan sonra verilebileceğini, bu yüzden de felsefe tahsiline ciddiyetle sarıldığını ifade eder. Felsefe tahsilini yalnız kitaplar üzerinden elde eden Gazzâlî, felsefe ilmine üç sene gibi bir süre zarfında hakkıyla vakıf olduğunu ve bu meslekteki aldatmalara, zırvalıklara, hakikat ve hayallere şek ve şüpheye mahal vermeyecek şekilde vakıf olduğunu dile getirir. Bu bölümü de felsefenin tüm kısımlarının küfür ve ilhat damgası taşıdığını iddia ederek kapatır.
Daha sonra bu iddianın temellendirilmesinde Gazzâlî filozofları dehrîler, tabiîler ve ilahîler olmak üzere üç kısma ayırır. Dehrîlerin, kâinatın bir yaratıcısının bulunmadığını söylediklerinden, tabiîlerin nefsin bozulması ile bir daha geri dönüşünün olamayacağını yani ahiretin bulunmadığını söylediklerinden zındık olduklarını iddia eden Gazzâlî ilahî sınıf içerisine Sokrates, Platon ve Aristoteles’i koyar ve bu büyük filozofların daha önceki dehrî ve tabiî olanları inkâr ettiklerini söyler. O halde dehrî ve tabiî olan filozoflar Sokrates öncesi doğa filozofları olabilir.
İlahîlerden Aristoteles’in daha öncekileri inkâr ettiğini fakat onların küfür sayılan bazı fikirlerini kabul ettiğini görmekteyiz. Böylece Aristoteles’i takip eden İbn Sina, Farabi ve onlar gibilerini tekfir etmek, Gazzâlî nezdinde, vacip hale gelmiş oldu. Bu fikirleri ilâhi ilimler bahsinde ele alan Gazzâlî onları üç meselede toplar; birincisi, öldükten sonra bedenin değil ruhun dirilmesi, ikincisi Allah’ın cüziyatı bilmeyip külliyatı bilmesi, üçüncüsü âlemin kadim ve ezeli olması. Bunların kabulü ile felsefecilerin tamamı zındık olup küfre düşmüş sayılırlar.
El-Munkızu Min’ad-dalâl kitabında aslen felsefe mesleğinin içerisinde temsil kabiliyeti yüksek Aristoteles, Farabi ve İbn Sina üzerinden yapılan değerlendirme tüm felsefe saliklerinin tekfirini gerektirmez. Bahsi geçen varsayımlar yahut fikirler dönemin bilim anlayışı ışığında dile getirildiğinden olumsaldır, tarihseldir. Bu hususlardan yola çıkarak Gazzâlî’nin yaptığı yorum yahut tekfir de olumsal olmak durumundadır. Öyleyse felsefecilerin tamamına atfedilen tekfir damgası, aslen belli bir felsefî geleneğe bağlı ve yine belli ön kabul ve fikirleri benimseyen, felsefe tarihinde belli bir zümreyi ilgilendirmektedir.
Sonuç olarak, Gazzâlî el-Munkızu Min’ad-dalâl kitabında kendi ilim serüvenini, bilgi ile olan irtibatı ve onu tanımlaması ile başlatıp yakîn olan bilgiye nasıl ulaştığını anlatmaktadır. Bununla birlikte kelam, felsefe, talimiye ve tasavvuf hakkındaki görüş ve tenkitlerini aktarmıştır. Bu noktada Gazzâlî, bilginin kesinliğini nasıl temellendirdiği ve örneklemeleri dikkate alındığında akıl ile varlık arasındaki irtibatı keşf üzerine kurmuştur ve tasavvufun kapısını aralamıştır diyebiliriz. Ayrıca felsefeye dair eleştirilerinin belli bir felsefi geleneğe ve İbn Sina, Farabi gibi temsiller üzerinden yapılması, bu eleştirilerin yine yöneltildiği çerçevede tarihsel olduğunu, bütün bir felsefeyi kapsamadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
[1] Tr. Denizde sayısız menfaatler olsa da selâmet istiyorsan kıyıdadır.
[2] M. Cüneyt Kaya. “Gazzâlî”. İslam Düşünce Atlası. www.islamdusunceatlasi.org
[3] Gazzâlî, el-Munkızu Min’ad-dalâl. Çev. Güngör H. , MEB Yayınları, 1990, İstanbul.