Evde Olmak Üzerine
Yazar: Hatice Turan
“Olsun dönelim biz yine de.
Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var.
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim.”
Ömür Hanımla Güz Konuşmaları, Şükrü Erbaş
Hepimizin evlere kapandığı, kendisini izole ettiği, dışarı çıkmak zorunda olanlarınsa alelacele evlerine geri döndüğü bir zamanda evde olmak üzerine düşünmemek çok da mümkün değil. Gerçekten de dışarıdaki hayatlarımızı askıya alarak, kamusal alandan çekilerek, özneler-arasılık yerine bireysel ve izole hayatlarımızı koyarak evde olmak halini tecrübe edebiliyor muyuz?
Evimizde olmak bize her zaman evimizde hissettirmez. Nitekim bazen sevdiğimiz birinin yanında, bazen çalıştığımız yerde, bazen komşuda, bazense yoldayken evimizde hissederiz. Kendimizi güvenli, huzurlu ve ait hissettiğimiz yerdir evimiz. Martin Heidegger, hislerimiz üzerinden olmasa da ev ile oturduğumuz bina arasında bir ayrım yapar. Ona göre bir kamyon şoförünün evi yollardır oysa yollarda evi olarak gösterebileceği bir bina yoktur.[1] Bu durum insan varlığının aşina olduğu bir dünyayı ev olarak sahiplenmesine işaret eder. Oysa içinde bulunduğumuz dünya, ikamet ettiğimiz dünya, kendisini bize her zaman bir tanıdık olarak göstermeyebilir. Bu tanıdık-olmayanı Heidegger eşliğinde biraz daha takip etmeye çalışacağım.
Heidegger düşüncesinde Dasein’ın dünya-içinde-varolan olarak ele alınması modern anlamda özne-nesne ilişkisini sekteye uğratır ve bu ilişkiyi sorgulayabilmemize zemin hazırlar. Modern düşüncede özne, dünyasını bir nesne olarak karşısına alandır. Bu nesneleri çoğu zaman birer araç olarak kullanıp hayatını sürdürmeye çalışır. Yemek, içmek ve barınmak bunlara örnek olarak gösterilebilir. Oysa Heidegger’in Dasein’ı dünya-içinde-varolan olarak düşünmesi “özne”nin varoluşunu diğer nesnelerden ayrı düşünmemeyi gerektirir. Burada “özne” kelimesini dikkatli kullanmak gerekir zira özne ve nesnenin sınırları Heidegger düşüncesinde artık bulanıklaşmış ve belirsizleşmiştir. İnsan varoluşu her zaman dünya içinde ve diğer insanlarla beraberdir. Nitekim Dasein, “herkes” dünyasının içerisinde başka Dasein’lar ile varolan birlikte-Dasein’dır. Bu durum, Dasein’ın evde yalnızken bile aslında birlikte-var olma halinde ve “herkes” dünyasında olduğunun altını çizer.[2]
Heidegger için “herkes” dünyası aslında inotantik (gayrısahih) bir varoluş tarzını imler ve Dasein bu herkes benliğinden sıyrılıp kendine dönmeye çalışır. Bu dönüş zordur zira herkes benliğinin sesi ve lakırdısı bu imkanı bastırabilir veya onun üstünü örtebilir. Kamusalın ve lakırdının bu sesi aslında Dasein’ı kendi varoluşunun yükünü üstlenmesinden ve kendi imkanlarından uzaklaştırır. Bu da Dasein’a güven ve huzur verir. Böylece Dasein bir evde-olma ruh hali içerisine girer. Böylesi bir analiz bu günlerde eve girmekte zorlanmamızı bir nebze de olsa aydınlatabilir. Gündelik sosyal hayatımız, komşuya çaya gitmemiz, okula derse gitmemiz, kimi zaman işe gitmemiz, kısacası kamusal alandaki varlığımız bizi güvende ve huzurda tutuyor. Buralardan çekilip evlerimize dönmek, hem de salgın bir hastalık sebebiyle bunu yapmak zorunda oluşumuz ve hissettiğimiz bireysel sorumluluk evlerimizde bizi tedirgin ediyor ve evde olmak hissini bizden uzaklaştırıyor. Evlerimizde kalıyoruz ancak evde-olmamaklığı tecrübe ediyoruz.
Her günün sonunda yaşanan ölümlere dair rakamları, artan vaka sayılarını, yapılan testleri dünya olarak takip ediyoruz. Teknolojinin bu kadar geliştiği, her türlü eylemin hız kazandığı, bilimsel çalışmaların zirve yaptığı ve insanın adeta her şeyin üzerinde hükmettiği bir çağda inşa ettiğimiz bütün kalelerin bu virüs karşısında yetersiz ve etkisiz kaldığına şahitlik ediyoruz. Ki aslında insanlık olarak bu şahitliğimiz yeni değil; ülkesindeki savaştan kaçan mülteci bir aile bu duruma şahitlik etmişti zaten. Şimdi koronavirüs bunu bütün dünyaya izlettiriyor sanki. Ev-siz ve yurtsuz olan milyonlarca insanı şimdi evimizde kalarak anlayabilecek duruma geldik. Ama bu anlama hiç şüphesiz sınırları zorlayacak bir empati hali gerektirecek. İnsanlık kümemiz içerisinde “insan” olarak görmediğimiz bazıları hep tedirgindi, hep kaçıyordu, bu dünyada zaten yerleri, yurtları yoktu. Evde kalarak tekinsizliğimizin arttığı ve evsiz hissetmeye başladığımız şu dönemde kalacak evi dahi olmayanların evsiz ve yurtsuz olmalarını basit bir empatiyle anlamamız çok da mümkün görünmüyor. Ama tam da bu empati imkansız olduğu için yersiz yurtsuzluk üzerine daha da çok düşünmemiz gerekmez mi? Bu evde kalma pratiğimiz ve kısıtlanan imkanlarımız kendi varoluşumuza dair hangi sorgulamaları mümkün hale getirebilir? Aklımda bu sorularla Heidegger’in bazı analizlerini açmaya devam edeceğim.
Dünya-içinde-varolmaklık, insan varlığının dünyada ikamet ediyor olması anlamına gelir. Heidegger’e göre biz bir yerde ikamet etmek için evler inşa ediyor değilizdir. Yaptığımız bu evler ikamet etmemizi sağlayacak birer araç değillerdir. İnsan varlığı zaten hali hazırda dünyada ikamet ediyordur. Bu ikamet ile inşa etmek birbirleriyle araçsal olarak ilişkide değildirler.[3] İçinde yaşanacak ve oturulacak yapılar inşa ediyor olmak tam da bunu gösterir: Dasein’ın temel konstitüsyonu dünya-içinde-olmaklıktır ve ikamet etmek de bunu somutlaştırır. İkamet ediyor olmak varoluşumuzun temel boyutlarından bir tanesidir ve bu ikametimize dünyadaki şeyler de eşlik ederler.
Dünya-içinde-varolmak, somut olarak dünyanın topraklarında ikamet ediyor olmak, bu gökyüzünün altında nefes almak veya bu toprakları ekip biçmek ve evde-olamamaklık arasında bir bağ vardır. Bu bağı dünya-içinde-varolmanın temel bir türü olan kaygı (angst) hali kurar. Kaygının nedeni Dasein’ın dünya-içinde-varolmasıdır. Kaygı Heidegger için öyle bir fenomendir ki Dasein’ı kendi kendisiyle karşı karşıya getirir ve kendi imkanlarını kendisine görünür kılar. Kaygı hali içinde Dasein bir tekinsizlik (unheimlichkeit)* içerisindedir. Bu tekinsizlik aynı zamanda evinde-yurdunda-bulunmama anlamına da gelir. Zira kaygı ruh hali içerisinde Dasein, kamusallığından uzaklaşır içinde-olmaklığın tanıdıklığından sıyrılır, kendini güvende hissettiği alandan çıkar ve evde-olmamaklığa doğru yaklaşır. Kamusal alanda Dasein, eşiyle dostuyla birlikteyken hep bu tekinsizlikten kaçıyordur aslında. Tekinsiz, belirsiz ve muamma olandan tanıdık olana bu kaçış, Dasein’ın varoluşunun kendi tekinsizliği ve ev-sizliğinden kaçışıdır.[4]
Burada kaygı psikolojik ve fizyolojik bütün kaygıların ötesinde varoluşa-dair bir olgudur. Gündelik hayatta duyduğumuz kaygılar ve endişeler, bunlar ister fiziksel ister ruhsal olsun, Heidegger’e göre sahih kaygı değildir, zira bunlar olgusal olana aittirler ve bunların temelinde Dasein’ın kaygı içinde bulunabiliyor olması durumu vardır. Bu sahih kaygının ortaya çıkamamasının bir nedeni Dasein’ın sürekli kamusala kendini atması ve “herkes” dünyasında kendisini kendisine kapatmasıdır. Bu anlamda varoluşsal kaygı çok önemlidir zira sahih kaygı, Dasein’ın kendi otantik (sahih) ve inotantik (gayrısahih) bütün imkanlarını açığa vurmasında ve Dasein’ın “herkes” dünyasından sıyrılıp münferitleşmesinde önemli bir rol oynar.[5]
İçinde olduğumuz, ikamet ettiğimiz, dağlarına, denizlerine, yollarına, toplu taşıma araçlarına, iş imkanlarına aşina olduğumuz bu dünyada yani aslında evimiz dediğimiz bu dünyada varoluşsal kaygımız bizi zaten ev-sizleştiriyor. Ölüme-doğru-varlıklar olarak hali hazırda bir belirsizliğin içerisinde bir şeyleri belirlemeye çalışmak sürekli olarak yaptığımız bir şey. Hali hazırda içinde-olmaklık dediğimiz şey bize tam da içinde olamadığımız bir evi gösteriyor. Bu noktada bugün “evde kal” çağrısıyla bu belirsizlikten, varoluşumuza dair bu kaygıdan kaçıp kamusal alana katılamıyoruz. Evde kalarak evimizde-olamamak bizi bir bilinmezliğin içine yerleştiriyor. Heidegger için kaygıyla birlikte gelen bu ev-sizlik ve tekinsizlik, kendi otantik (sahih) imkanlarımızı açığa çıkaracak bir modus olarak düşünülebilir. Dünya içinde varlığımızın da tedirginliğinin üstünü örten ve tedirgin olduğunu ev sahibinden saklamaya çalışan bir misafir gibi olduğunu fark ederiz. Bütün bu rahatsızlık durumu, konuya mizahla yaklaşmamızı, sosyal medyaya kaçışımızı, teknolojinin tüm imkanlarını kullanarak evde sıkışıp kalmak yerine dünyaya açılma çabamızı anlaşılır kılar. Bu rahatsızlık, evde olmakla evde olamamaklığı tecrübe etmenin bir veçhesi olarak tezahür eder. Bu insan için anlaması son derece zor ve paradoksal bir durumdur.
Bu tekinsizlik, evsizlik ya da yurtsuzluk hissi zaten insanı hep bir ev aramaya iten şeydir. Kaygıyla birlikte aşina olduğumuz dünyaya aslında hiç de aşina olmadığımızı keşfederiz. Dünyanın bilinmezliği ve gizemi bugün hala kendisini bize dayatıyor. Evlerimiz de öyle. Evde kalarak kendi içinde yaşadığımız ve belki de inşa ettiğimiz bu yapılara gittikçe yabancılaşıyoruz. Dünyadaki mekanımız ve zamanımız o kadar bize ait değil ki bunu evlerimizde kalarak tecrübe etmek bizi varoluşumuza dair büyük sorgulamalara itebilir. Her şeyiyle aşina olduğumuz evlerimiz birer yabancıya dönüşürken kendi imkanlarımızı ortaya çıkarabilme ve kendi yabancılığımızla barışabilme fırsatını yakalıyoruz belki de. Kendimize dair bu sorgulama elbette ki sarsıcı niteliktedir. Ben’in sınırları iyice bulanıklaşır. Evim dediği yerde ev-sizdir artık; ben dediği yerde ben-sizdir. Güvenli dediği yerde tehlikededir. Her şeyi öngörebildiği, her şeyin tanıdık geldiği, eşyaların yerli yerinde olduğu ev korkutucu bir belirsizlikle kendisini ifşa eder. Bu belirsizlik karantina sürecinin ne kadar devam edeceğinin belirsiz olmasıyla birlikte daha da artar. Öznenin nesnesiyle bütün ilişkisi bulanıklaşır. Ya da bu durum öyle bir durumdur ki aslında zaten varoluşun böyle bir bulanıklıkta olduğunu gözler önüne serer.
Bu anlamda evde kalmanın varoluşumuza dair üstünü örttüğümüz birçok şeyi açığa çıkardığını söyleyebiliriz. Evde kalarak evde-olmamaklığı her tecrübe edişimizde kendi benliğimizde başkasına yer açarız. Asıl evimiz olan, aşina olduğumuz dünyaya bir türlü sığdıramadığımız onca insan birden benliğimize doluşuverirler. Aslında zaten hepimiz yabancıyken bu dünyaya bütün yükü bazılarımızın çektiğini fark ederiz. Evde kalmanın omuzlarımıza yüklediği sorumluluk dışarı çıkmayıp virüsün yayılmasına engel olmaktan çok daha fazlası ve bu sorumluluk kolay taşınabilir gibi görünmüyor. Tam da bu yüzden zaten bunu daha da çok taşımaya çalışmamız gerekmez mi?
Baştaki şiiri şimdi tekrar okuyalım, bu dünyada dönecek evlerimizin olmadığını hatırlayarak ve bundan sebep evlerimizde kalarak çıkmamız gereken seferleri unutmayarak.
“Olsun dönelim biz yine de.
Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var.
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim.”
Ömür Hanımla Güz Konuşmaları, Şükrü Erbaş
Kaynakça:
Heidegger, Martin. “Building Dwelling Thinking”. Içinde Poetry, Language, Thought, çeviren Albert Hofstadter, 2. bs, 141-60. New York: Harper Perennial, 2001.
———. Varlık ve Zaman. Çeviren Kaan H. Ökten. 2. bs. İstanbul: Alfa Yayınları, 2018.
[1] Martin Heidegger, “Building Dwelling Thinking”, içinde Poetry, Language, Thought, çev. Albert Hofstadter, 2. bs (New York: Harper Perennial, 2001), s. 143.
[2] Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, 2. bs (İstanbul: Alfa Yayınları, 2018), s. 189-190.
[3] Heidegger, “Building Dwelling Thinking”, s. 144.
* Unheimlichkeit: Türkçeye “tekinsizlik” olarak çevrilen bu ruh halinin kökündeki kelime “heim” Almancada ev, hane, yuva anlamlarına gelmektedir. Heidegger bu kelimeyi hem tekinsizlik hem de evinde-olmamaklık anlamlarıyla kullanmaktadır.
[4] Heidegger, Varlık ve Zaman, ss. 288-289.
[5] Heidegger, ss. 290-291.
*Hatice Turan 2013 yılında Boğaziçi Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun oldu. 2015 yılında İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Felsefe bölümünde “Levinas’ta Fenomenoloji ve Başkalık” başlıklı teziyle yüksek lisans eğitimini tamamladı. 2016 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe bölümünde başlamış olduğu doktora çalışmalarına devam etmektedir.