Evde Yaşamak
Yazar: Esma Küçükbay
burada kalamazsın, başa dönemezsin
ama dön
Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!
İsmet Özel
Ne Kadar Durağanlaştık?
Bu soruya bir cevap bulabilmek için bir an durup ahvalimize bakmamız ve durduğumuzdan emin olmamız gerekiyor belki de…
Bir de evde kalmakla durağanlaşmanın birbirine denk düşüp düşmediği sorusunun peşinde olmak…
Bugünlerde bütün dünyayı saran bir salgınla evlerimize kapandık. Evlerimizde kaldığımız bu süreçte durduğumuzu zannediyoruz. Oysaki durağanlaştığımızı düşündüğümüz her an aslında hesapsızca hareket etmeye devam ediyoruz.
Durup durmadığımız konusunda bir sonuca ulaşabilmemiz için önce dönüp kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor; “Evlerimize mi kapandık yoksa evlerimizi dünyaya açıp her zamankinden biraz daha fazla mı dışarı çıktık?”
Her gün yetişmeye çalıştığımız derslerimiz, mesailerimiz, vaktini kontrol etmek zorunda kaldığımız ama çoğunlukla da zamanı kovaladığımız daha nice süreli işlerimiz vardı ve hiç bitmiyorlardı. İşte bugünlerde onların bir anda durduğunu düşündük. Aslında onlar ne durdu ne de yok oldu, yerine yenileri geldi. Durduğunu zannettiğimiz bütün işler hareket şeklini ve mekânını değiştirdi sadece.
Evlerde kalarak evlerimize döndüğümüzü düşünüyoruz. Oysaki gerçek olan şu ki hareketsiz kalacağımız korkusuyla her zamankinden biraz daha fazla dışarıyı eve getirdik. Homeofficelerle işlerimizi, sosyal medya ile sosyal hayatımızı ve daha nicesini… Tek bir tuşla okul ayağımıza geldi, mesai kavramı tamamen değişti ve mesaisiz mesailer başladı. Artık okul ya da iş bir mekân olmaktan çıktı.
Evlerimizde kaldığımız ve barınma ihtiyacımızı karşıladığımız; “evlerimizde yaşadığımız” anlamına gelmez. Bu süreçte en fazla evde nasıl vakit geçirilir sorusuyla, evde yapılması yasak işler listeleriyle muhatap olduk. Evlere de kendimize de her zamankinden biraz daha fazla yabancılaştık. Sonra bunu fark edip evle, kendimizle tanışma çabası içine girdik. Çünkü evlerde kalmak zorundayız ve onları tanımalıyız.
Evlere kapanmadan evvel hiç mi evlerimizde yaşamıyorduk ya da barındığımız yerler ev değil de dört duvar ve çatıdan müteşekkil bir yapıdan mı ibaretti?
Şimdilerde evlerin dairelere, konutlara, villalara, yatırım araçlarına dönüştüğü bir devirde yaşıyoruz.
Tarih boyunca evlerimiz ne yalnızca barınma yerleri olmuştu ne de yatırım aracı olarak kullanılmıştı. Doğumla beraber insan hayatına dair bütün eğitim, öğretim, üretim faaliyetlerinin başladığı ve devam ettiği meskenlerdir evler.
Hz. Peygamber (s.a.v.) evinde yaşadığı sürece her işini kendisi yapar, kendine ve ailesine ait ayakkabıları tabir ederdi. Dini öğrenmek ve ona soru sormak için uzak diyarlardan nice ziyaretçileri gelirdi. Gelenleri en güzel şekilde evinde ağırlar, sorularına uzun uzun cevaplar verirdi. Ashab-ı Suffe halkası Efendimizin avlusunun içinde ilmi faaliyetlerine devam ederdi. Evini barınmanın yanında eğitim, üretim mekânı olarak da kullanan Efendimiz her zaman mahremiyet ölçüsüne dikkat çekmiş ve buna fazlaca önem vermişti.
Evine adabına uygun girmeyen kimseleri usulünce uyararak davet etmiş, bu konuda haddi aşanları ise evine kabul dahi etmemişti.
İnsan hayatı, durağanlaşmayı, boşluğu kabul etmiyor ve bulunduğu mekânla birlikte üretmeye, öğretmeye, öğrenmeye devam ediyor. Bu faaliyetleri bugünlerde evlerinde gerçekleştiren insanlar, durduğunu ve evde kaldığını söylese de hakikatte ne kadar evinin içinde ve ne kadar dışarda olduğunu fark edemiyor.
Kültürümüzde fazlaca anlam ve önem atfedilen evlerin geçmişte kalın-ince tokmakları, kapılarında dürbünleri vardı. O vakitler, bunların kapıdaki kişiyi görmek, gelene uygun usulle kapıyı açmak gibi işlevleri vardı.
Mahremiyet algısının iyice azaldığı bu günlerde ne kapı dürbününe bakılıyor, ne de tokmakların sesi dinleniyor. Şimdilerde dışarı çıkmıyoruz belki ama sosyal medyayla, internet ağlatıyla vs. evlerimizin kapılarını usulsüzce ve fütursuzca dışarı açıyor, her geleni evimize alıyoruz. Çünkü artık gelen kişinin mahiyeti değil, sayısı ve görünümü önem kazanıyor.
Yüce Kitabımızın kesin emri; “Evlere izinsiz girmeyin!”
Bu yaşadıklarımız ve belki de yaşamaya devam edeceklerimiz, “EV” mefhumunu tekrar masaya yatırmaya, üzerine düşünmeye, toplumsal hafızamızda bu kavrama dair neler olduğunu hatırlamamıza sebep oldu.
“Evi düşünmek” ile başlarsak, bunu tabiatın kendisinden beri tutmak mümkün değildir. Ev doğayla kurduğumuz en temel ve etkili iletişimdir. Evin neliğini düşünmeye başlayan insanın hareket noktası, evin kendisinde bulunan kıymetle irtibatlı olarak hem ruha güzel gelen bir halinin var olması hem de insana fayda sağlamasıdır.
Doğayla gerçekleşen bu haberleşmeden sonra insan medineyi kurar, farkında olarak veya olmayarak bir medeniyet inşa etme sürecine girer ve bu süreç sonsuza dek değişimlerle devam eder. Ancak bütün bunların sonunda tekrar başlangıç noktasına, EVE DÖNER.
Dağı, taşı, eşyayı temelde bir yekûn halinde tabiatı kendisine Yaratıcının bir emaneti olarak gören insan, meydana getirdiği evi de bu doğa kurallarına riayet ederek konumlandırır. Bu ise insana evleri inşa sürecinde hem şekli bir özgünlük katar hem de eve dair büyük bir anlayış farklılığı sağlar.
Tarih boyunca evlerimiz mühendislik yapıların ötesinde ontolojik, estetik, etik olarak kendimizi ifade ettiğimiz mekânlar oldu. 18. Yüzyıldan bu yana ayakta kalan ve ünü dört bir yana yayılan Safranbolu Evleri yaşam şeklinin imari plana yansıması açısından oldukça değerli örnekler sunar.
Ailelerin birlikte yaşadıkları bu evlerde direkt bir odanın içine girmek mümkün değildir. Çünkü bir odanın kapısının açılması o evin bütün mahremiyetinin de ortaya serildiği anlamına gelir. İşte tam da mahremiyeti korumak adına kapıdan girildikten sonra misafiri bir paravan sistemi karşılar ve ancak oradan da geçtikten sonra odanın içine girilebilir. Bu sistem yaşama biçiminin yaşam alanını şekillendirmedeki etkisini de gözler önüne serer.
Özellikle bir arada yaşayan büyük ailelerin kaldığı konak ve köşklerde kendine has bir yaşam, komşuluk ilişkilerinin geliştiği bir dünya vardı. Aile bireylerinin birlikte vakit geçirdiği, evlerin merkezi konumunda olan sofalar adeta bu amaca hizmet ediyordu. Evlerin köşe noktalarında bulunan kişilere ait yatak odalarının kapıları sadece bu sofalara açılabiliyordu. Kişiye ait odaların olması mahrem alanları koruyor, kapıların sofaya açılması ise evde yaşayanların daha interaktif, insanların birbiriyle iletişime geçmek zorunda olduğu bir yaşam şeklini var ediyordu. Bir aile ferdi, bir diğeriyle sorun, kırgınlık yaşasa dahi sofadan geçmek durumunda kaldığı için orada bulananları selamlıyor ve kırgınlıklar da ortadan kalkıyordu. Bu bakış açısı bağımsız, izole, birey hayatları yerine aynı evde yaşayanların birbirine kenetlendiği, birlikte olmayı önceleyen bir yaşam felsefesi sunuyordu.
Düğün, bayram gibi önemli günleri bir toplanma vesilesi olarak gören Osmanlı toplumu, bu ziyaret ve ziyafetleri evlerinde gerçekleştirir ve çokça misafir ağırlardı. Evleri, barınma ihtiyacının ötesinde akraba ve komşularla bir araya gelinen, birlikte vakit geçirilen, toplumsal ritüellerin gerçekleştirildiği mekânlar olarak da kullanırlardı. Topkapı Sarayındaki harem taşlıkları, Osmanlı evlerindeki haremlik-selamlık odaları, dönme dolap sistemleri bu büyük toplantıları gerçekleştirirken mahremiyet hududuna riayete edildiğinin, bunların belli usul ve erkânla yapıldığının en kıymetli örneklerini gözler önüne serer.
Evler, hem en güçlü yanlarımız hem de en zayıf taraflarımızdır. En kuvvetli yanımızdır; çünkü kendimize, kalbimize, varlığımıza döndüğümüz; kendimizi gerçekleştirdiğimiz alanlardır, aradığımızı en nihayetinde bulduğumuz yerdir. En zayıf yanlarımızdır; çünkü mahremiyetimizdir. En açık ve saklanması gereken halimizdir.
Necatigil, Evler şiirinde bu mahremiyeti şu şekilde dile getirmiştir;
“Ruhu bile duymadı insanların.
Dört duvar arasında aile sırları,
Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın,
Gözyaşlarıyla beslendi.”
“Ev” kavramı kendisinde karşıladığı anlamlar bakımında öylesine büyülüdür ki birçok yazar, şair bunun üzerine düşünmekten, yazmaktan kendisini alamamıştır. Her bir düşünce biçimi evi başka bir şekilde anlamamıza, farklı ev formlarının ortaya çıkmasına sebep olsa da evin mahremiyet olduğu çoğu zaman kabul edilen bir hakikat olmuştur.
Ev dört duvar ve bir çatıdan müteşekkil bir yapı değildir, bir düşüncedir, bir var olma şeklidir, bir sanattır. “Eve dönüyorum, evsizliğime” diyen Suavi Kemal Yazgıç’ın bahsettiği ev bir arsa üzerine yığılmış betonlardan meydana gelen bir yapı olamaz.
Evin içi ile dışı bir bütünü oluşturur ve her bir parçasının birbirinden farklı anlam ve işlevleri vardır. Evi bina etmekle bırakmayıp dışını da güzelleştirme çabasında olan medeniyetimiz kuşların yuvasının korunmasından, bahçedeki ağacın gölgesinin nereye düşeceğine kadar her şeyi hesaplamış ve evin dışına da bir yaşam şekli vermiştir. Necatigil, evin içi ile dışını şu dizeleriyle ayırmıştır.
“Evlerin çoğu eskidi gitti, tamir edilemedi,
Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi.
Kimi hayata doymuş göründü,
Bazılara zamana uydular.
Evlerin içi oda oda üzüntü,
Evlerin dışı pencere, duvar.”
Toplumsal hafızamızı görebileceğimiz türkülerimizden “Evlerinde lambaları yanıyor / Göz göz olmuş ciğerlerim kanıyor” türküsü, sözlerine aşina olduğumuz “Vardım baktım demir kapı sürgülü / Siyah saçlar sırmayla örgülü” türküsü evleri ancak dışardan görülebildiği haliyle tasvir eder. Sözlü kültürümüzde fazlaca yeri olan türküler, evi içinden dışarıya yansıyan lambalarıyla, bahçesinde gördüğü yoncasıyla, kapısıyla anlatabilir. Çünkü evin içi mahremdir ve girebilmek hiç de kolay değildir.
Evlere kapandığımız bu dönemde, evlerimizle yeniden tanışarak kaldığımız yerin barınaklarımız değil; içinde var olduğumuz, yaşam sürdüğümüz mekânlar olduğunu hatırlamalıyız.
Bir evimiz var ve onu tanımalıyız, bir evimiz var ve ona dönmeliyiz; sonra kendimize dönmeliyiz.
Her şey değişti, evlerimiz de değişti. Artık başa dönemeyiz ama burada da kalamayız; kaldığımız yerler evlerimiz değil. Evlerimize dönmeliyiz, kendimize dönmeliyiz.