Felsefeye Türkiye’den Bakmak III
Yazar: İsmail Hakkı
Önceki iki yazıda kısaca Felsefe / Felsefe tarihi algısı ve Cumhuriyet döneminde Türkiye’de felsefenin gelişimi hakkında bahsetmiştik. Buna ilaveten, bize ait bir felsefenin yapılabilmesi için kültürümüzü oluşturan temel kaynakların, geleneğin incelenmesi ve bundan istifade edilmesi gerektiğini belirtmiştik. Kısaca yine isim vermeden yapılan bazı faaliyetlerden ve çeşitlerinden bahsetmek ve konuya öylece devam etmek uygun olacaktır.
Doğal olarak, yeni bir gelenek oluşturma çabasıyla Felsefi metinlerin çevirileri ve Felsefe tarihi yazımıyla başlanmıştır. Maalesef Felsefe tarihi eserleri de batılı örneklerinden farklı bakış açıları getirme hususunda zayıf kalmış ve daha ziyade çeviri eserler gibi olmuştur. Yani, Felsefe tarihi üzerinde bir düşünce geliştirmeye çalışmaktan çok var olanın tekrarlanması söz konusu olmuştur. “Tarih” yazmak zaten olanı aktarmayı gerektirir denebilir ki bu bir açıdan doğrudur. Başka bir açıdan mevcut batılı örnekleri ele aldığımızda, sade bir bilgi aktarımı dışında yorumları, açıklamaları genel olarak mevcut bilgilerin üzerine geliştirilmiş düşünceleri de görmekteyiz. Felsefe açısından baktığımızda, bu yaklaşım ele alınan düşüncenin tarih olması dışında bugün bizim için hala yaşadığının göstergesidir. Düşüncenin tarihi bu anlamda olup bitmiş bir olayın tarihi gibi değildir.
Diğer bazı çalışmalar, Felsefenin belli bir alanına ya da belli bir filozofa ilişkin uzmanlaşmaya yönelik çalışmalardır. Estetik, Etik, Ontoloji v.b. gibi konular ya da Platon, Kant v.b. filozoflar üzerine bilgi aktaran çalışmalar. Yine maalesef bu çalışmaların çoğunda da özgün, farklı bir bakış açısı getiren, bir gelenek oluşturabilecek çalışmalar pek azdır. Bu özellikte olanlar hakkında ise yeteri kadar bunları geliştirecek, devam ettirecek çalışmalar yapılmamıştır. Bu anlamda, bunların önü açık olmakla birlikte, şimdilik bir kenarda beklemektedirler.
Sayıları az olmakla birlikte, yukarıda bahsi geçen örnekler dışında, yerli bir düşünce geliştirmeye çalışan kişiler ve çalışmalar da yapılmıştır. Bunlar felsefi bir sistem oluşturmaktan çok, muhtelif konular hakkında eleştiri ve düşüncelerden oluşmaktadır. Bu düşüncelerin doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana, temelde başka bir sıkıntıya sebep olmaktadır. Felsefi sistemlere baktığımızda, düşüncemize konu olan sorunları nasıl ele almamız gerektiği, nasıl bir akılla hareket edeceğimiz de ortaya konur. Bu akıl yapısı tarif edildikten sonra, felsefenin farklı alanlarına ilişkin bir düşünce geliştirmenin imkânı gösterilir. Sonradan gelen düşünürler aynı şekilde bu akıl yapısı ile hareket eder ve güncel sorunlara ya da geçmiş sorunlara ilişkin fikirler üretir. Yerli bir düşünce geliştirmeye çalışan kişiler tam olarak böyle bir akıl yapısı ortaya koymadan, doğrudan bir düşünceyi ifade etmektedirler. Düşüncelerinden hareketle bir akıl yapısı çıkartma imkânı olduğu söylenebilir, nitekim bunu söyleyenlerde mevcuttur ama maalesef sistemli bir şekilde ele alınmamış olmasından dolayı bunlar da bir yorum olmaktan öteye geçememektedir. Bu haliyle bizim felsefi sorunları ele alış biçimimiz bazen duygusal tepkiler şeklinde görünmektedir. “Bu bizde de var”, “bunu ilk şu söylemişti” benzeri cümleleri özellikle yerli bir düşünce geliştirmeye çalışan kişilerden sıkça duymak mümkündür. Oysa genel olarak ele aldığımızda, “bu bizde de vardı” gibi bir cümleden ziyade, “biz bunu şu şekilde ele alıyoruz” gibi bir cümle burada sanki daha anlamlı. Zira tek tek cümleler ele alındığında bir çok ortaklık, benzerlik bulunabilecekken, bir bütün olarak ele aldığımızda düşüncelerin ne kadar farklılaştığını, bütününde ne kadar ayrı olduğunu görmek mümkündür. Akıl yapısı bu anlamda sistemin, belli bir tür yaklaşımın anahtarıdır.
Yerli bir düşünce, daha önemlisi bir düşünce geleneği oluşturabilmek için bu anlamda öncelikle yerli bir aklın geliştirilmesi, mevcut ise bunun aktarılabilir bir şekilde ifade edilmesi gerekir. İfadeye bürünmesi aynı zamanda gelişmesini ve eksikliklerinin giderilmesini de sağlayacaktır.