Hayat
Yazar: Gamze Sönmez
Engin Geçtan, Hayat, Metis Yayıncılık, 2019, İstanbul 167 s.
Hayat, bir dizi rastlantı ve bizim o rastlantılarla birlikte nasıl varolduğumuz yahut varolmadığımız mıdır? Hayat, zaman ve mekan kelimeleri tek başlarına ifade ettikleri tanımlarla oldukça yalındır. Fakat üzerine konuşup, yazdıkça karmaşıklaşır ve çözülmez bir yumağa dönüşür. Hayatın kapısını araladığımızda içeride hikayeler, trajediler ve sonu gelmeyen sorunlarla karşılaşırız. Alıştığımız sorunlar, hikayeler ve trajedileri dinler dururuz. Çünkü alıştığımız bir şeydi yaşamak.
Aynı hayatı ve hisleri yaşamamız hayatın alışılagelmiş büyüsüne kapıldığımızdan, teknolojinin karşısında ellerimizi kaldırıp teslim olduğumuzdan mıdır? Hayatın kendisine atfettiğimiz bütün sıfatları alelade olarak kabul ettiğimizden yeni bir şeyler söylemek oldukça zorlaşıyor. Ve bu sıfatların alelade ve yetersiz sayılması sonucunda, toplumsal yapımıza ve hafızamıza yabancı kaynakların sıfatlarını takviye etmeye başladık. Bu takviyenin akabinde hayatlarımızı ”izmlerin” kıyısında yeniden tanımlamaya çalışır olduk. Bu tanımlamaları, en çok yapanlar da hız tutkunları ve kişisel gelişim kitapları yazanlar oldu.
Aynı hayatı ve hisleri yaşamamız hayatın alışılagelmiş büyüsüne kapıldığımızdan, teknolojinin karşısında ellerimizi kaldırıp teslim olduğumuzdan mıdır?
Bu değerlendirme yazısında ise hayat hakkında yazılmış kitaplardan farklı bir üsluba ve tekniğe sahip, Uzman bir psikiyatri olan Engin Geçtan’ın yazdığı Hayat isimli kitap değerlendirilmeye çalışılacaktır. Bu kitap hayat, zaman ve mekan kavramlarının yanı sıra psikiyatriden, fizikten, Batı’nın ve Doğu’nun hayat ve zaman anlayışlarından, doğrusal ve döngüsel zaman kavramlarından bahseder. Akademisyen, hekim ve yazar olan Geçtan, üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tamamlamıştır. Psikiyatri alanıyla ilgili yazdığı birçok kitabı bulunmaktadır. Aynı zamanda psikiyatri alanı dışında fantastik türde romanlar da kaleme almıştır. Genel olarak kitaplarında ruhsal bozukluklar, özgürlük, varoluşsal sorunlar, Psikodinamik Psikiyatri gibi konuları ele alır. Kurgu dışı kitaplarında ise kendini gerçekleştiremeyen, aynada kendisiyle yüzleşemeyen ve gölgesiyle barışık olmayan insanlardan bahseder ve toplumsal analizler yapar.
İnsan, beyni bir kaosun ortasındadır. Bizler bu kaosun ortasında hayatlarımızı idame eder, hayallerimi biçimlendirir ve gerçek anın, zamanın izini süreriz. Anlam arayışımız için iz sürmeye başladığımızda zamanla yola çıktığımız yer ile vardığımız yerin çok farklı olduğunu öğreniriz. İz sürdükçe toplumun dayattığı şartlandırmalardan kurtuluruz. Çünkü insanlar salt bilgi edinmek için bulunan nesneler değildir. Sadece görünenlerle ilgilendiğimizde büyük bir yabancılaşmanın ve şartlandırılmanın eşiğine varıyoruz. Bu bağlamda kitapta yer yer Klasik Fizik ile Kuantum mekaniği karşılaştırılır.
İnsan, beyni bir kaosun ortasındadır. Bizler bu kaosun ortasında hayatlarımızı idame eder, hayallerimi biçimlendirir ve gerçek anın, zamanın izini süreriz. Anlam arayışımız için iz sürmeye başladığımızda zamanla yola çıktığımız yer ile vardığımız yerin çok farklı olduğunu öğreniriz.
Kuantum mekaniği, modern insanı bilinenden kurtarmaya çalışır. Yani Kuantum mekaniği denilen fizik anlayışı, atom taneciklerinin içindeki mikro dünyayı, gözümüzün gördüğü şeylerin iç işleyişini açıklar. Böylelikle benliğimizi ve ilişkilerimizi yeniden sorgulatır. Klasik Fizik ve Kuantum Mekaniği iki ayrı zaman ilişkisini sunar: lineer ve nonlineer ilişkiler.
Lineer ilişkiler, tek bir doğru üzerinden hareket eden hayatlardır. Lineer ilişkilerin işleyiş sistemini anlamak zor değildir günlük hayattan hatta ders kitaplarından örneklerle bu sistemi açıklayabiliriz. Nonlineer ilişkiler ise alışılagelmiş çözümlemelerle açıklanamaz. Çünkü nonlineer ilişkilerde zaman döngüsel ve sonsuz boyutludur. Lineer sistemler düzenli olup sebep ve sonuca tabii tutulurken, nonlineer ilişkilerde her şey sürekli değişir. Kurallar, zaman algılayışı ve hayat sabit değerler üzerine oturtulmaz. Anlamaya başladığımız noktada nonlineer sistemi, lineer sisteme indirgemiş oluruz. İlkel ve uygarlaşmış toplumların zaman anlayışlarına baktığımızda; ilkel toplumlarda zamanın nonlineer, uygarlaşmış toplumlarda ise lineer olduğunu görürüz. Uygarlaşmış toplumlardaki üst-sistemler yerine, ilkel toplumlarda doğanın kendisi vardır ve doğayla doğrudan bir bağ kurarlar. Böylelikle Doğulu toplumlarda zaman lineer değil, nonlineerdir. Çünkü düşünce ve hayat birbirinden kopuk değildir.
Kitapta Gölge Metaforu, Ursula Le Guin’in Çocuk ve Gölge yazısındaki bir masaldan alıntı ile anlatılmaya başlanır. Yazıda, gölgesini eşikte bekleten, bilinçdışının derinliklerine gidemeyen modern bireye işaret edilir. Modern birey, gölgesinin farkına varamadığında, onunla yüzleşemediğinde Geçtan’ın deyimiyle “cılız” bir hayatı yaşamaya başlar. Cılız bir hayatı canlandırmanın yolu ise ego ve gölgenin iş birliğine bağlıdır. Gölge ile, ruhun öteki yüzünü keşfettiğimizde hayatın canlanabileceği düşüncesi hakimdir. Gölge metaforuna Andersen ile baktığımızda, kendine dönmeyi -gölgeyi- edebi bir figür olarak okuruz.
Birey sürekli kendisini şartlandırdığında yabancılaşmanın sert yüzüyle karşılaşır. Şartlandırılmalardan ilki mekandır. Kitapta mekan bahsinde Aborjinler sınırsız mekan algısından bahsedilip; bizim mekan algımızın sınırlılığından bahsedilmiştir. Mekan algımızın sınırlanmasında geleneksel düşüncenin, insanı mekan boyutuyla ele almasının etkisi vardır. Geçtan’a göre zaman ve mekan mefhumlarını geleneksel düşüncedeki gibi idrak ettiğimizden; kendimizi fark etme, özgür olabilme eylemlerimizin sayısının oldukça az olduğunu söyler. Bahsedilen şartlandırmalardan ikincisi seçimlerimizdir. Önemli bir karar verirken ruh halimizin seçimlerimiz üzerinde etkisi vardır. Bu etki, çoğu zaman yanlış seçimler yapmamıza ve dünyaya karşı yabancılaşmamıza sebep oluyor.
Yabancılaşma, yaşattığı dünyasızlığıyla insanın üzerine çöken en ağır duygudur. Modern dünyada insanlar kendilerine ve birbirlerine yabancılaşmıştır. Öyle ki bu yabancılaşma, ağır depresif durumlardan yahut panik ataktan daha ağırdır çünkü; panik atak ve depresyonda dünyaya dair bir nefret varken, yabancılaşmada dünya silinir. Yabancılaşma duygusu, bireyi uyuşturucu gibi alışkanlıklara yöneltebilir. Bu noktada Engin Geçtan hızlı tüketme, sürekli meşguliyet gibi soyut uyuşturucuların da varolduğunu söyler. Bu soyut uyuşturucularla birey, dünyaya yabancılaştığı gibi kendi iç dünyasına da yabancılaşır. Bu nedenle kopukluk, insanlarla ilişkisizlik ve duygusal donukluk yaşayan ya da sorunlarını mantıksal formüllerle kapatmaya çalışan insan sayısı gittikçe artmaktadır. Çünkü varoluşun merkezinde hiçbir şey yoktur. İnsanın yaşamındaki temel dayanaklar olan toplumsal roller, bilgiler, kanunlar ve inançlar anlamını yitirir.
Yabancılaşma, yaşattığı dünyasızlığıyla insanın üzerine çöken en ağır duygudur. Modern dünyada insanlar kendilerine ve birbirlerine yabancılaşmıştır. Öyle ki bu yabancılaşma, ağır depresif durumlardan yahut panik ataktan daha ağırdır çünkü; panik atak ve depresyonda dünyaya dair bir nefret varken, yabancılaşmada dünya silinir.
Kitabın sonlarına doğru yaklaştığımızda yazarın kendi başarı tanımına ve öğrenme sürecine tanıklık ediyoruz. Geçtan, bizlere kendi anlam arayışında hissettiği geç kalmışlık duygusundan bahseder. Bu duygunun zuhur etmesinin sebebi Batılı kaynaklardan kendi ülkemizin tarihi kaynaklarına döndüğünde sandığından daha zengin bir literatürle karşılaşmış olmasıdır. Başarı ve başarısızlık ise hayatın kendisine yerleştirebileceğimiz tanımlardır yazara göre hayatın kendisini başarılı olarak sürdürmüş olmanın bir tanımı yoktur. Asıl başarı insanın kendini hissedebileceği bir hayatı yaşamış olmasıdır. Hissedebilmek salt mutluluğu aramak değildir. Hayatın iniş ve çıkışlarının olduğunu bilerek; yolun bazen kararacağını bazen ise aydınlanacağını kabul ederek yaşamaktır.
Başarı ve başarısızlık ise hayatın kendisine yerleştirebileceğimiz tanımlardır yazara göre hayatın kendisini başarılı olarak sürdürmüş olmanın bir tanımı yoktur. Asıl başarı insanın kendini hissedebileceği bir hayatı yaşamış olmasıdır.
Sonuç olarak bu kitap kafamızda birçok soru işareti bırakırken, özeleştiri yapmamıza ve sorgulamamıza yardımcı oluyor. Örneğin; insanlar hakkında bilgi sahibi olmamız onları tanımış olduğumuz anlamına mı gelir? Yoksa ötekinin yaşadığı açmazları, kendi dünyamızın dışına bir adım attığımızda mı bilmeye başlarız? Yazar, farklı konuları, birbiriyle ilişkisi olmayan meseleleri bir akış içerisinde kaydederek; hayat, zaman ve mekan algımızın göreceliğine kaotik bir bakış açısıyla bakmayı dener. Üslup olarak sade bir dil kullanılsa da alıntıların fazlalığı okuyucuyu zorlayabiliyor.
Kitabın Psikanalitik terapide kullanılan serbest çağrışımlar tekniği ile kaleme alınmasından dolayı bir bütünlük göremeyiz. Bu sebeple bir düşünce başka bir düşünceyi çağrıştırır. Tekil meseleler kendi aralarındaki ilişkiyle anlam kazanır. Anlamsal sıçramalar, alıntılar yaparak dilin işlevini ise farklı kullanılır. Bu noktada bir kişisel gelişim kitabı gibi nasıl yaşanacağına dair yönergeler ya da somut çözümler bekleyen okuyuculara hitap etmez. İnsan merkezli bir alanda çalışmış olmanın verdiği birikimle yaşadıklarından veya yaşayamadıklarından öğrendiklerini, deneyimlerini paylaşmıştır. Bu paylaşımların sonucunda “ben” ve “öteki” diye bir ikilinin olmadığını ve insanın kendine bir hayat ısmarlayamayacağını belirtir. Fizik, Psikiyatri, varoluş, kaos ve hayat kavramlarının irdelendiği bu kitap gayretli ve Geçtan’ın üslubuna alışkın okuyucuya hitap ediyor.