İslam Medeniyetinin Dinamikleri

İslam Medeniyetinin Dinamikleri, Muhammed Marmaduke Pickthall, Çev. Yusuf Kaplan, Külliyat Yayınları, 2014, 231 s.

“Medeniyet sözcüğünü, düz bir çizgiyi, üçgeni veya kimyasal bir elementi tanımlarmış gibi basit ve kesin bir biçimde tanımlayabilmek güzel olurdu. Maalesef sosyal bilimlerin sözcük dağarcığı böylesi tanımlamalara pek az izin verir. (Fernand Braudel)

Medeniyet kelimesi keyfiyeti itibariyle birçok kavram ve terimi barındırdığı için ortaya çıktığı andan itibaren sosyal bilimlerden popüler tarihe kadar geniş bir alanda kullanılmış farklı tanımlamaları yapılmış, ne olduğu ya da olamadığı hususunda çok sayıda eleştiri ve tartışmalara konu olmuştur. Bununla beraber medeniyetin esasları yani hareket ettirici unsurları bu derece bir rağbet görmemiştir. Pickthall’ın İslam Medeniyeti’nin Dinamikleri adlı eseri bu noktada büyük bir öneme sahiptir.

Müellif ilk olarak İslam kültürü konusunu ele alır. Kültürün yetiştirme ve özellikle insan zihninin terbiye edilmesi anlamına geldiğini söyleyen yazar İslam kültürünün gayesinin sadece Müslüman bireylerin değil bütün insanlığın gelişmesini hedeflediğini vurgulayarak bu açıdan diğer kültürlerden ayrıldığını ele alır. Bizce bu gaye en müşahhas haliyle Müslümanların nizam-ı âlem anlayışında zuhur eder. Zahiri ve bâtıni dünyanın nizamı için İslam dininin tüm insanlara yeterli olduğunu söyleyen Tursun Bey bunu Târih-i Ebu’l -Feth adlı eserinde şu şekilde dile getirir; ‘dîn-i İslam’ın nizâm-ı âlem-i zâhirü bâtın için ilâ yevmi’l kıyâm kâffe-i ehl-i inam üzre kâfidür.[1]’

İslam kültürünün dinle iç içe geçtiğini belirten Pickthall daha sonra bu kültürün keyfiyetine dair bazı mülahazalarda bulunur. Modern dönemle birlikte teokrasi idealinin akıl üstü, insanın fiili ihtiyaçlarından uzak ve kopuk bir sistem olarak görülüp reddedilmesini eleştiren yazar İslam’ın tüm hayatı kuşattığını bu nedenle inanç ve amel boyutunun birbirinden ayrılamayacağını söyler. Bu noktada Kuran’ı Kerim çok sık zikredilen ‘iman edip sâlih ameller işleyenler’ ifadesine dikkat çekilmesi ve iman etmenin ameli de yanında getirdiğini, iman edip hiçbir şey yapmayanlar gibi anlayışın İslam’da yer almadığına vurgu yapılması yerinde bir nüans olmuştur. Müellif aynı şekilde modern dönemde oluşan teokrasi anlayışının aksine İslam’ın akli bir din olduğuna da değinir. Burada Aydınlanma ile birlikte başlayan ve Batı dünyasına hâkim olan ‘din akıl dışıdır, aklın bittiği yerde başlar’ anlayışı ile Fahrulislam Pezdevi’nin kitabında yer alan ve Müslümanlar tarafından en çok benimsenen din tanımını mukayese etmek mevzuyu daha da anlaşılır hale getirecektir. Müslümanlara göre din zevil ukûlü hüsnü ihtiyarlarıyla bizatihi hayra sevk eden vaz’i ilahidir.(Akıl sahiplerini kendi, güzel iradeleriyle hayra yönelten ilahi bir nizamdır) Hiç şüphesiz bu tanım üzerine sayfalarca yazılıp çizilebilir ancak biz Müslümanca bir din anlayışının ilk şartının akıl olduğuna vurgu yapmakla yetiniyoruz.

Müellifin değindiği önemli bir konu da İslam medeniyetinin yükseliş ve çöküş nedenlerinidir. İslam tarihinin seyrini üç ana bölüme ayıran müellif söz konusu ayrımı katkıları ve etkileri dolayısıyla Arap, Fars ve Türk tecrübelerine dayandırır. Bu doğrultuda Emevi-Abbasi kıyaslaması yapan müellifin Emeviler’in İslam’ın sade karakterini muhafaza ettiğine, yöneticilerle yönetilenler arasında adil bir ilişki kurmayı başardığına buna karşılık Abbasiler döneminde İslam’ın dar bir mezhep boyutuna indirgendiğine ve Halifenin kendini İslami statünün üstünde bir yerlerde konumlandırdığına ilişkin yargıları çarpıcı olmakla birlikte yeterince tutarlı gibi gözükmemektedir. Neredeyse herkes tarafında malum olan mevali politikasına rağmen Emeviler’in yönetilenlerle adil bir ilişki kurduğunu ortaya koymak buna ek olarak özellikle Abbasiler döneminde oluşan fikri zenginliği görmezden gelerek İslam’ın dar bir mezhebe indirgendiğini ortaya koymak kabul edilebilir bir söylem olarak gözükmemektedir. Abbasîler’in son dönemlerinde yönetime Türklerin gelmesiyle İslam medeniyetinin tekrar yükselişe geçtiğini söyleyen yazar Osmanlı Devleti’nin çöküşe doğru sürüklenmesiyle İslam medeniyetinde yaşanılan düşüşünde de başını çektiğini savunur. Burada yazarın Türklere dair birtakım ilginç çıkarımlarına değinmek yerinde olacaktır. Müellife göre Osmanlı şiiri şaşırtıcı ölçüde cezp edici hayranlık uyandıran muazzam bir şiirdir. Daima ölüme yakın olduklarının tasavvuru içinde olan bir toplumun şiirini biraz hüzünlü olması yadsınamaz bununla birlikte Osmanlı şiiri hiçbir zaman umutsuzluk dolu değil aksine halkın vazgeçilmez bir özelliği olan nezaketinin ve tabiat sevgisinin gözlendiği şiirdir. Osmanlı Türkleri önce asker, sonra şair, üçüncü olarak siyasetçi ve son olarak fıkıhçıdırlar. Yazarın Türk devrimini İslam’ın büyük dirilişinin küçük başlangıcı olarak görmesi bizim adımıza umut verici olsa da müellifin1936 yılında vefat ettiğini göz önünde bulundurursak bu tarz bir devrimin İslam medeniyetinin dirilişi adına olumlu bir gelişme ifade ettiğini söylemek pek mümkün değildir.

Kitapta çöküşün nedenleri salt iç faktörlere yani şer’i hukukun belli başlı ilkelerinin göz ardı edilmesine bağlı olarak ele alınmıştır. Yazarı dışarıdan bakan biri olarak ortaya koyduğu bu gözlem oldukça önemli olmakla birlikte yine dışarıdan bakan bir tarihçi olsan Hodgson ile karşılaştırıldığında önemli farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Nitekim Hodgson İslam dünyasının geri kalmasının sebeplerinin iç bozukluklarda yatmadığını aksine tamamen dış gelişmeler sonunda ortaya çıktığını savunur [2].Belki de bu süreci sadece iç ya da sadece dış faktörler olarak görmekten ziyade dış dünyada meydana gelen hızlı değişimlere ayak uyduramamanın sebep olduğu iç faktörler üzerinden okumak daha doğru olabilir.

Yazarın dikkat çekici tespitlerinden biri de İslam’ın kardeşliğe verdiği önem hususundadır. Ona göre geçmişte ve dünyanın şimdiki haline yakından baktığımız zaman İslam’ın ortaya koyduğu muhteşem örneklik olmasaydı kardeşliğin yalnızca bir ütopyadan ibaret olduğu düşünülebilirdi. Çünkü ne Yahudilik ne de Hıristiyanlık böyle bir insan kardeşliği ideali getirmemiştir. Bu tespit sübjektif bir tavır olarak görülebilir ancak 18.yy yaşayan Alman şairi Goethe’nin şu dizeleri göz önüne alındığında bunun sübjektiflikle ya da yazarın Müslüman olmasıyla ilgili bir tavır olmadığı görülebilir.

Kardeş,
Ovalardan gelen kardeşlerini de al,
Dağlardan gelen kardeşlerini de al,
Birlikte götür atana!
Gelin hepiniz!
Ve coşuyor şimdi o
Bütün ihtişamıyla [3]

Müellife göre her ne kadar Dar’ül İslam siyasi olarak paramparça bir görünün arz ediyor olsa da halkların birbiriyle dayanışma ruhu ortadan kalkmamış hatta gücünden bir şey kaybetmemiştir. Hiç şüphesiz bunu yargının doğru olduğunu söylemek çok güzel olurdu ancak bizim hala kıyıya vuran minik Aylan bebek gibi hesabını vermediğimiz, veremeyeceğimiz birçok meselemiz var. Günümüz dünyasında mültecilerin maruz kaldığı ötekileştirilme, çadır ve kamplara hapsedilme, hiçbir ücret verilmeden ya da insani olmayan bir ücret verilerek zor işlerde çalıştırılma gibi muameleleri göz önünde bulundurursak rezidanslarda yaşayan Müslümanların hala övünerek Ensar- Muhacir kardeşliğinden bahsedebiliyor olmalarının pratik hayatta hiçbir sonucu olmayan bir ironiden ibarettir olduğunu anlayabiliriz.

Pickthall’a göre İslam medeniyetinin dinamiklerinden biri de İslam müntesiplerinin bilim, sanat ve edebiyatta gerçekleştirdiği başarılardır. Müellifin konuya başlamadan önce Kuran-ı Kerim’i tartışmanın dışında tutacağını çünkü Yüce Kur’an’ın İslam medeniyetinin elde ettiği bütün başarılarının kaynağı olduğunu söylemesi ve bu noktada Kur’an-ı Kerim’in İslam medeniyetinin varlık kaynağı olarak görülmesi, görülmediği dönemlerde ortaya çıkardığı sonuçların fark edilmesi açısından önemlidir. Son iki asırdır yaşanan sömürgeleşme süreci ile toplumlar ve özelinde İslam toplumu kendisi ile ilgili kararları verememe gibi bir problemle karşılaştığı için var olma iradesi zedelenmiş ve bu da beraberinde varlıkla olan irtibatın gevşemesini getirmiştir. Bu süreç sonunda birçokları için Kuran varlık kaynağı olmaktan çıkıp problem haline gelmiştir. Peki, Kuran-ı Kerim’in varlık kaynağı olması ne demektir? Bilindiği üzere dil, inşai ve haberi ifadelerden oluşur. Haberi ifadeler bir şeyin varlığından ya da yokluğundan haber verip doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir ifadeler olurken inşai ifadeler ise mütekellimin muradının bir şey vücuda getirmek olduğu yani emir ve nehiy gibi bir muceb gerektiren ifadelerdir. Kuran-ı Kerim lisanîdir ve ilk kelimesi ‘oku’ yani inşai bir ifadedir ve muhataplarına teklifler sunar. Hitaba müspet cevap verenler yani Müslüman olanlar Müslüman olmaları ile birlikte kavrayış şekilleri ve üstlendikleri mükellefiyetler açısından farklılaşırlar ve kendilerine özgü bir hayat tarzı oluştururlar. Müslümanların bu hayat tarzını yaşarken yapıp ettikleri her şey İslam medeniyetini oluşturur. [4]

Yazarın, edebiyat ürünleri olarak hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini görmesi oldukça ilgi çekicidir. Özellikle fıkhı; ruhu ihmal ederek, lafzı yücelten bir alan olarak değerlendirmesi onun İslam medeniyetinin teşekkülünde ve günlük hayatın tanzim edilmesinde fıkıh ilminin önemini göz ardı ettiğini göstermektedir. Hâlbuki fıkıh ilmi, Kuran ile onun tebliği neticesinde ortaya çıkan yeni dünya ile alakanın nasıl kurulabileceği noktasında ortaya çıkmıştır bu ki İslam medeniyetinin sürekliliğini sağlayan yegâne esaslardandır.

Müellifin diğer bir tespiti de hoşgörünün İslam’ın en büyük gücüdür olmasıdır. Pickthall’a göre Batı Avrupa’nın kendisiyle aynı inançlara sahip olmayan insanları yok etmeye çalışmasına, Müslümanların yüzyıllar boyunca hoşgörüyle yaklaştıkları ve koruma altına aldıkları halkların isyan ve ihanetiyle yıkıma uğrayan Dar’ül İslam’ın bu durumuna bakılarak hoşgörünün İslam’ın bir zaafı olduğu gibi yanlış bir sonuca ulaşılmamalıdır. Hiç şüphesiz yazarın bu konuda haklılık payı çok büyüktür ancak sözü edilen hoşgörünün sınırlarını belirleyememek onu zaaf haline getirebilir. Bu konuda tarihi olayların doğru bir şekilde okunarak, dersler çıkarılmasının Müslümanların diğer din mensupları ve milletlerle olan ilişkilerinde olması gereken hoşgörü miktarının ayarlanmasına yardımcı olacağı kanaatindeyim.

Pickthall’ın değindiği hususlardan biri de kadercilik suçlamasıdır. Yazara göre İslam öğretisinde belli ölçüde kadercilik anlayışı olduğu doğrudur ancak bu zannedildiğinin tam tersine tembellik karşıtı bir fenomendir. Onun cihat anlayışı üzerinden yaptığı açıklamalar sonucunda kaderciliğin bireyleri pasifleştiren değil aksine onlara devamlı yaptıklarından sorumlu olduklarını hatırlatarak onları iyi ve güzele yönlendiren, bununla birlikte Yaratıcılarına teslim olmayı hatırlatan bir inanç olduğu sonucuna varılabilir. Aslına bakılırsa bu inanç tüm dinlerde olması gereken bir duygudur çünkü din aslı itibariyle aşkın bir gücün varlığına ve ona olan ihtiyaca dayanır. İnsanın çok çabalayıp da muvaffak olamadığı durumlarda Müslümanca bir söylem olan ‘her şeyde bir hayır’ cümlesinden daha çok ne rahatlatabilir. Tüm bunlara ek olarak bu anlayış insanın kendisini müstağni görmemesi hususunda da etkilidir. Yazara göre Müslümanların bir kısmı şuanda farklı bir kadercilik anlayışı içerisindedirler. Modern dönem insanının peşinden koşturduğu şeylerin çoğunun hiçbir dini kutsiyeti ve temeli olmadığını, ekonominin insanı sömürdüğünü, hukukun adaleti sağlamaktan daha çok hilekârlık ve şantaj için kullanıldığını, bilimin ise tahripkâr ve bencil olduğunu düşünen bu anlayış Batı uygarlığına büsbütün sırtını çevirmiştir. Bu davranışı çok sağlıklı görmeyen müellife göre tüm bu sebepler kaçışı getirmemelidir çünkü İslam’ın var kılınmasının esas nedeni insanlara Allah’ın hükümranlığını yeniden anlatmaktır. Bu minvalde yapılması gereken ne Batı ile kâmil manada bütünleşmek nitekim bu İslam medeniyetinin intiharı olur ne de büsbütün sırt çevirmektir. Çağımızın büyük cihadı Müslümanların içinde yaşadığı çağda neyin doğru neyin yanlış ayırt etmektir.

Son olarak değinilen husus ise İslam’da kadın konusudur. Özellikle Hindistan gözlemlerinden yola çıkan müellife göre Müslümanlar arasında kadın hiç de İslami bir konumda olmamakla birlikte erkekler de kadınlara yapılan yanlışlar hususunda son derece kayıtsız ve duyarsızdır. Türkiye, Suriye ve Mısır’daki kadınların durumu Hindistan’daki Müslüman kadınların durumuyla mukayese edildiğinde daima daha özgür bir konumdur. Yazarın bu duruma karşı sunduğu çözüm önerisi ise Müslüman kadınların eğitilmesidir. İslam dininde kadının pozisyonuna ve özellikle Batı dünyası tarafından çokça eleştirilmesine değinen yazar bu eleştirilere cevap vermek için İslam hukukuna dönme ihtiyacı hisseder. İslam hukukuna göre kadınlarla erkekler arasında entelektüel ve ruhi eşitlik vardır ama öte yandan da fiziki bir eşitsizlik ve farklılık söz konusudur. Bu ise kadının lehine olan bir durumdur.

İslam Medeniyetinin ruhu ve kurucu esaslarına dair kaleme alınan bu eser Müslümanların nerede kalmıştık sorusuna cevap verebilmesi ve bu minvalde yapılması gerekenleri belirlemesi açısından son derece kıymetlidir. Aynı zamanda karşılaştırmalı bir medeniyet tarihi okuması yapan Pickthall’ın bu eseri ile Batı dünyasının İslam hakkındaki önyargılarını kaldırmak adına uzun uğraşlar verdiği anlaşılmaktadır. Bazı fikirlerin farklı bölümler içinde çok sık tekrarlanması eserin akıcılığını biraz zedelese de nihai olarak her zaman okunmaya değer olan İslam Medeniyetinin Dinamikleri, İslam düşüncesi literatüründe iyi bir kaynak olmaya adaydır.

[1]  İslam dini zahiri ve bâtıni dünyanın nizamı için tüm nimet verilenlere yeterlidir.
[2] Marshall Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, (Çev. Ahmet Kanlıdere, Ahmet Aydoğan) , Yöneliş Yayınları, İstanbul,2001, s.167
[3] Goethe, Muhammed’in Nağmesi
[4] Görgün Tahsin, Dil Kavrayış Anlayış, 3.Kuran Haftası Kuran Sempozyumu, Ankara,1998, s.2-20

Leave a Comment