İslam’da Şehir ve Mimarî
İslam’da Şehir ve Mimarî, Turgut Cansever, 2014, 236 s.
Turgut Cansever, 1921’de Antalya’da doğdu. 1946’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü’nü bitirdi. 1949’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde doktorasını tamamladı. 1950-51’de DGSA’da öğretim üyeliği yaptı. 1951’de kendi bürosunu kurdu, çeşitli kurum ve kuruluşlarda danışmanlık yaptı. 1957’de İstanbul Belediyesi’nin planlama çalışmaları yürüttü. 1960’ta doçent oldu. 1959-60’ta kuruluşunda bulunduğu Marmara Bölgesi Planlama Teşkilatı Başkanlığı’nı, 1961’de İstanbul Belediyesi Planlama Müdürlüğü’nü yürüttü. 1974’te İmar ve İskân Bakanlığı’nda danışmanlık, 1974-75’te İstanbul Metropol Planlama Dairesi’nde başkanlık yaptı. 1974-77 arasında Avrupa Konseyi Türk Delegasyonu üyeliği’nde bulundu. 1975-80 arasında İstanbul Belediyesi’nde, 1980’de Ankara Belediyesi’nde metropol planlama, yeni yerleşmeler, kent merkezleri ve koruma sorunları gibi konularda danışmanlık görevleri üstlendi. 1983’te Mekke Üniversitesi’nde eğitim programını hazırlayan kurumun danışmanı olarak çalıştı, aynı yıl Ağa Han Mimarlık ödülü için jüri üyesi seçildi. Ankara’daki Türk Tarih Kurumu Binası, Bodrum’daki Ertegün Evi (1980) ve Demir Turizm Kompleksi (1992) ile üç kez Ağa Han Mimarlık ödülü’ne layık görülmesinin yanı sıra çeşitli ulusal ve uluslararası yarışmalarda dereceler aldı.
Cansever’in kitabı üç bölümden oluşmaktadır. Bunlar İslam’da Şehir ve Mimari, Şehirden Konuta ile Mimarlık Mirası ve Koruma bölümleridir. Bu değerlendirme yazısında ağırlıklı olarak ilk iki bölümden bahsedilecektir. Yazar ilk olarak mimari kavramını ele almaktadır. Daha sonra bu kavramı İslam inanç sistemiyle özdeşleştirerek İslam mimarisi hakkında bilgi vermektedir. İnsanoğlunun üzerindeki çevre sorumluluğunu detaylı bir biçimde açıklayarak ilerleyen bölümde insanların içinde yaşadıkları şehir kavramına geçmektedir. Kavramı açıklayıp üzerinde pek çok teori ortaya koyan yazar daha sonra bunu İslam inancıyla birlikte ele alarak ilerleyen bölümlerde de İslam şehri olan Osmanlı şehirleri (cennetleri) hakkında bilgi vermektedir. Değerlendirme yazısının son kısmında ise günümüzde kentlerde yaşanan bir takım sorunlara yönelik çözüm yolları önermektedir. Kitabın başlangıç bölümünde Turgut Cansever mimari kavramının değerlendirmesini yapmaktadır.
“Mimari, insanın çevresini biçimlendirme çabasının ürünüdür. Varlığın bütün veçhelerini, karmaşık ve sınırsız alanları kuşatan bir disiplin olan mimarinin herhangi bir şematik formülle tanımlanması mümkün değildir.” Bu kavramsal değerlendirme günümüz mimarlarının ‘mimari’ kavramını anlamasından oldukça farklı görünmektedir. Mimarlar, Cansever’in tanımladığı gibi bir mimari anlayışla yetiştirilmiş ve bir vizyon edinmiş olsa herhalde günümüzde kentler bu şekilde yapılanmış olmazdı.
İnsanoğlunun mimariyi geliştirirken ve üzerinde çalışırken kendi tercih ve kararlarının özünde yatanın, inanç sistemi olduğuna dikkat çekmekte ve bu sebeple insanoğlunun sorunları ele alırken her birini kendi sistematiği çerçevesinden farklı yönleriyle değerlendirdiğini vurgulamaktadır.
Mimari kavramını tanımlarken şu ifadeleri de oldukça dikkat çekici ve üstünde düşünülmesi gereken bir cümledir. “Mimari, varlığın bütün yönünü kuşatan bir disiplindir.” Mimari kavramının açıklamasının ardından Müslüman ve mimari konusuna geldiğimizde, yazar Müslümana ait bir mimarinin ancak Tevhid kavramı üzerinde geliştirilmesi gerektiğini ifade eder. Çünkü mimarinin güç ve elverişsiz bir değere atıfta bulunmasının İslam’da yasak olduğunu belirtir.
İslam mimarisinin nasıl olması gerektiği konusunu geniş bir biçimde açıklayarak bu doğrultuda İslam evinin taşıması gereken özellikleri üzerinde durmaktadır. Bu ev, harem ve selamlık olmak üzere iki bölümden oluşur ve genellikle bir avlu etrafında şekillenir. Evlerin en büyük özelliği olarak gelecek nesillerin değişen ihtiyaçlarına göre şekillenebilecek esnek bir yapıda olması önemlidir. Çünkü böylelikle gelecek neslin zevk ve ihtiyaçlarının biçimini gasbetmeden onlara kendi içinde bulunacakları mekanı isteklerine göre şekillendirebilme şansı verilmiş olur.
Yazar, İslam mimarisinin ortaya koyduğu formlardan sonra modern çağdan bahsederken bu çağı bilinçsizlik çağı olarak nitelemektedir. Çağa ait ortaya çıkan en büyük netice; insanoğlunun beşeri nitelikleri, mühendislik ve güç ile tahrip ederek çevre bilinci ve sorumluluğunu ortadan kaldırmasıdır.
Mimaride Tevhid inancının tahrip edilmesinin ve kaybedilmesinin sonucu olarak ortak bir mimari üslup ve temel geliştirmekten yoksun, kendi kültürel özelliklerine yabancı çevrelerin ortaya çıkmasının doğal bir süreç olmasından bahsetmektedir.
İnsanın çevreyi fark eden tek canlı olduğu için çevrenin sorumluluğunu yüklendiğine ve çevreyi yeniden şekillendirme ve koruma imkanına sahip olmasının, insanoğlunun Allah-u Teâlâ’nın yer yüzündeki halifesi olmasından kaynaklandığına vurgu yapmaktadır. İslam, insanı çevrenin bilincine eriştikten ve çevrenin sorumluluğunu yüklendikten sonra var olan bir canlı olarak addeder, diğer önemli bir nokta da insanoğlunun bu görevi üstlenmiş olmasının olduğudur.
“Çevreyi korumak ve güzelleştirmek sorumluluğumuzdur, ne demektir, nasıl gerçekleşir?” şeklinde okuyucuya bir soru yöneltmektedir ve ardından da bu soruyu detaylı bir biçimde açıklayarak insanoğlunu modern çağın bilinçsizlik hastalığından kurtarmaya çağırır. Böylelikle yazar, insanoğlunun davranışlarını sorgulamasına neden olarak idrakinin yerine gelmesini amaçlamaktadır.
İlerleyen bölümde şehir kavramının üzerinde duran yazar şehri şu şekilde açıklamaktadır; “Şehir toplumsal hayatı insanlar arasındaki ilişkilere biçim veren sosyal mesafelerin en aza indiği, bu ilişkilerin en büyük yoğunluk kazandığı yerdir.” Şehri şehir yapanın evler değil, tüm bu toplumsal hayatı içinde barındıran yapılar, yapı grupları ve bunları birbirine bağlayan ulaşım, altyapı, sosyal donanım sistemleri ile bunları tevsi eden işleten kuruluşların tümüdür. Bütün bu alanlarda, toplumdaki insanların öncelikler ve önemlilikler açısından tercihleri, içinde bulundukları şehirlere farklı özellikler kazandırmaktadır.
Varlığın tanımlanması ve hallerinin şehre yansımasının sadece mekânsal biçimde şehirde olabileceğine dikkat çekerek şehri ahlakın, sanatın, felsefenin ve dini düşüncenin geliştiği ortam olarak nitelemektedir.
En parlak ve İslami özelliği en üst düzeyde yansıtılan şehirlerin Osmanlı şehirleri olduğunu vurgulamaktadır. Şehir ve şehir imajı İslam kültürlerinde cennetin bir tasavvuru olup çelişkinin yok olduğu mekanlardır. Yazar buradan hareket ederek Osmanlı şehirlerini cennet olarak nitelendirmektedir. Bu şehirlerin her birinin aynı dünyayı güzelleştirme ve şekillendirme prensibiyle vücuda getirilmiş olduğunu ifade edip bu düzenin hala yaşıyor olmasını ve incelenebilecek bir örneğini Bursa’nın korunmuş olan mahallelerinde görmenin mümkün olduğuna dikkat çekmektedir. Netice olarak şehri inşa eden insanın kendi cennetini veya cehennemini oluşturduğu ortaya çıkmaktadır. Günümüz kentlerinde içinde yaşadığımız çevreye bakacak olunursa bu iki kavramdan hangisinin kentimiz için uygun olduğu sonucu açıkça görülmektedir.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde yazar Osmanlı şehirlerine ve özelliklerine değinmektedir. Fakat ilk olarak İslam şehriyle ilgili araştırmalara değinerek bu konu hakkında yapılan araştırmaların oldukça sınırlı olduğundan bahseder. Bu teorisini genelleyerek aslında sadece İslam şehirleri için değil, genellikle şehirler için yazılan ve yayınlanan kaynaklarının sınırlı olmasını ve bu çalışmalarda da bir dizi anlama şeklinden yola çıkılarak ilerlenmesini eleştirmektedir.
Şehirleri, insanoğlu tarafından şekillendirilerek kendisinin ve gelecek nesillerin yaşama biçimini belirleyen yeni inançların tezahür alanı olarak nitelendirmektedir. Çünkü şehirler yaşama biçiminin gerçekleştiği mahalle, konut gibi mekânsal alanlara sahiptir.
Gelecek nesillerin yaşama biçimlerinin, sahip olacağı manevi-kültürel hayatlarının ve idrak ve davranış tercihlerinin en üst düzeyde gelişmesini sağlamak kentin varlığının yükümlü olduğu olgulardır. Şehrin mekânsal açıdan sürdürülebilir olması oldukça mühimdir. Böylelikle var olan nesil kendi inanç sistemine göre kenti şekillendirirken gelecek nesle de bir şans tanımakta ve onlara ipotek koymamaktadır. Her nesil böylece kendi inancı ve idraki sorumlulukları açısından kendi tercihlerini gerçekleştirirken geçmiş ve gelecek nesillerin tercihleri karşısında nasıl davranacağını bilecektir.
Osmanlı şehirleri kitabın pek çok yerinde olduğu gibi devamında da İslam şehirleri olarak nitelendirilmektedir. Bu şehirlerin 19. yüzyıla kadar korunarak gelmesi fakat 19. yüzyıldan sonra Batının üstünlüğü düşüncesini kabul edip bu kentlerin tahrip edilmiş olması kentlerin bozulmasına neden olmuştur. Batıya hakim Helenistik kültürün Osmanlı-İslam kültürüne üstün sayılmasının mekânsal yansıması kuşkusuz ki kentlerde gözlemlenmektedir. Gösterişçi ve merkeziyetçi yönetim felsefesinin hakim olduğu Batı, mütevazi Osmanlı cennetlerine sirayet ederek onları mazideki konumundan ve özelliklerinden oldukça farklılaştırmıştır.
Osmanlı şehirleri tabiat ile insanın inşa ettiği alemin, mimarinin bir bütünlüğüdür. Fakat insanoğlunun Batı kültürünün de etkisiyle tabiata baş kaldırışı ve güç delisi olmaya başlaması sebebiyle kentler bu özelliklerini yavaş yavaş yitirmiştir. Bunun başlıca bir diğer nedeni de Osmanlı şehirlerinin biçim ve üslup özelliğini, şehir halkının davranış tercihlerinin belirlemesi ve 19. yüzyıldan sonra halkın üst tabakasının davranışlarının batı kültürünün üstünlüğünü kabul etmiş bir vaziyette davranış sistemlerinin değişmesi, şehirlerin de biçim ve üslup özelliklerinin de tabii olarak değişmesine yol açmıştır.
Halkın davranış biçiminin yavaş yavaş değişmesi ve batı kültürünün hakimiyeti altına girilmesiyle insanın çevreye karşı duyarsızlık ve sorumsuzlukları ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunu kültürel kirlenme olarak niteleyen yazar, bu durumu aşmak için Osmanlı şehir çözümünü önermektedir. Osmanlı şehirlerinde yaşayan mahalle sakinlerinin şehre değer vererek, mahallenin yönetiminden, emniyetinden, sokakların bakımından, temizliğinden, çöpün toplanmasından ve kaldırılmasından, çocukların gözetilmesinden, yeni yapıların çevre ilişkileri ile ilgili nihai kararların verilmesinden vb. işlerden sorumlu olduğunu açıklayarak batı kültürü hakim olmadan önceki Osmanlı-İslam kültürünün insanlarda ne biçimde tezahür ettiği ve yaşadıkları mekana karşı nasıl bir sorumluluk duygusu taşıdıklarına değinmektedir.
Sorumluluk duygusunun yüksek olmasıyla beraber Osmanlı kentlerinde mahalle düzeyinde her türlü spekülatif bina yapımını imkansızlaştıran bir vakıf sistemi de mevcuttur. Osmanlı mahallelerinin iç yapılaşma kurallarının başarısı yanında gelişen her iskan alanı ihtiyacı olan işyerleri, mescit, hamam, mektep, mahalle çarşısı gibi küçük merkez alanlarında şehrin ana ticaret ve iş merkezlerindeki çarşı, han, iş merkezi gibi yapıların vakfiye olması yoluyla bu yapıların sağlayacağı arazi değer artışlarının yansıması şeklindeki yüksek gelirler de, şehrin sosyal tesislerinin, altyapısının geliştirilmesine tahsis edilerek tekrar topluma aktarılmakta idi.
Amerika’da bulunan spekülatif ortamın haksız kazanç transferi şeklindeki ahlaki çöküntünün Osmanlı toplumunda ortaya çıkmamasının en önemli nedeni yukarıda bahsedilen vakıf sistemidir. Yazar bu sistemi, bütün şehir arazisini kamu malı haline getirerek çözüm arayan 20. yüzyıl sosyalist yaklaşımını halkın katılımına kapalı tuttuğu gerekçesi ile eleştirirken, insanların davranış biçimlerini ahlaki açıdan bozan kısıtlayıcı ve bizzat kamu idarelerinin çöküntüsünü aşmak için Osmanlı şehir biçiminin ve şehir hukukunun günümüz kentlerinde karşılaşılan spekülatif sorunları yenmek için ne kadar önemli bir örnek teşkil ettiğini vurgular.
Son olarak şehirlerle ilgili şöyle bir noktaya vurgu yapmaktadır. “İslami inanca göre, insanlara faydalanma imkanı verilse de, toprak esasen Allah’a aittir ve insanların topraktan dünyayı güzelleştirmek şartıyla sınırlı yararlanma hakları vardır.” Böylelikle sahip olunan inanç sisteminin mekânsal organizasyon, mimari ve planlamada insana katacağı bilinç ve değer yargılarını oluşturduğunu gözler önüne sermektedir.