İslamın Bugünkü Meseleleri – Erol Güngör
İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Erol Güngör, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011, 264 s.
Prof. Dr. Erol Güngör, çağdaş Türk-İslam düşüncesinin temel referanslarından sayılan büyük düşünürlerimizden biridir. Kendisi Doğu-Batı denklemini çok iyi analiz etmiş bir aydındır. Genç yaşta vefat etmesine rağmen çok sayıda, nitelikli eser ortaya koymuştur. Entelektüel düşüncelerini sade ve akıcı bir dil kullanarak aktarmaktadır. En önemli eserlerinden biri olan İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Hicret’in on beşinci yüzyılına giriş senesinde yayınlanmak üzere kaleme alınan, İslam’ın bugünkü bazı meselelerini ele alan ancak ihtiyaç olan noktalarda eskiye ait bazı bilgi ve müşahedeleri de nakleden denemelerden meydana gelmiştir. Kitap gayet sade ve akıcı bir dille kaleme alınmıştır. İlk baskı tarihi 1981 yılı olmasına rağmen, kitapta bahsedilen meseleler günümüzde de güncelliğini korumaktadır. Kitap, içinde çeşitli alt başlıkların bulunduğu, Yeni Bir Dünya, Zihnin ve Hayatın Düzeni, Bocalamalar, Allah’ın İpine Sarılmak, Geçmişin ve Geleceğin Kurucuları ve Ek bölümü olmak üzere 6 ana bölümden oluşmaktadır.
Güngör, “İslam’ın Uyanışı” başlığı altında bu “uyanış” dediğimiz hadiseye, karşımızda değişik yorumlar bulunmasından ötürü doğru teşhis koymamız gerektiğinden bahsederek, bu görüşleri özetlemektedir. Birinci görüşe göre, İslam’ın son yıllarda kazandığı önem bazı İslam ülkelerinin petrol zenginliklerine ve dünyanın birbiri ardına düştüğü enerji krizine bağlı bir hadise olduğudur. Müslüman ülkeler Batı’nın ilerlemesi ve nüfuzunun gitgide artması neticesinde büyük bir ümitsizlik ve maneviyat bozukluğuna uğramışlardı. Şimdi petrol sayesinde medeni dünyayı adeta dize getirince bu üstünlüğü de yine Allah’ın lütfu olarak izah ediyorlar ve bu yüzden her tarafta İslami uyanış hareketleri görülüyor. İkinci bir görüş, İslam uyanışı İslam ülkelerinde Batı tesiriyle yerleştirilmeye çalışılan siyasi, iktisadi ve sosyal sistemlerin, yani İslam’a alternatif diye gösterilen ideolojilerin iflasla neticelenmesine bağlamaktadır. Yazar, İslam hareketlerin belli başlı karakteristiklerinden bahsederek şunları sıralar; “İslam’ın temellerine dönme hareketi milli hudutları aşan bir hadisedir.”, “Bu hareket çok merkezlidir.”, “Bu hareket devamlılığa sahiptir.” Üçüncü görüşe göre ise de, İslam dünyasındaki uyanışın aslında hiç de şaşırtıcı olmadığı, sırf Batılıların ve Ortadoğu’daki laik çevrelerin yanlış teşhislerinden dolayı bunun yepyeni bir hadise gibi görüldüğü söylenir.
“Uyku ile Uyanıklık Arasında” başlığı altında bahsedildiği üzere, insanların dine bağlanmaktan ne anladıkları zaman ve şartlara göre değişmektedir. Dine sımsıkı bağlanma fikrinin muhtevası değişmesine karşın, dinin esası değişmez; onun esasını teşkil eden kaynaklar, insanların özel yorumlarından müstakil olarak, hiçbir değişmeye uğramaksızın durur. Yazar, cemiyetin gerileme zamanlarında insanların dinden uzaklaşmalarının şart olmadığını belirtmekle birlikte; bu açıklamasına bakarak, cemiyetlerin ilerleme ve gerilemesinde dinin herhangi bir rolünün bulunmadığı fikrinin çıkarılmamasını da ifade etmektedir. Sonrasında yazar medrese ve tekke, sünnilik ve sufilik meselesi hakkında şunları söylemektedir: Başlangıçta bu iki tabir birbiriyle zıt anlam taşıyan ifadeler olarak ortaya çıksalar bile, sonraki dönemlerde medrese ve tekke bir çeşit uzlaşmaya varmış ve bu iki müessese yan yana, hatta iç içe yaşamıştır. Yazının ilerleyen bölümlerinde de medrese ve tekke yapılarından biraz daha detaylı olarak bahsedilmektedir.
“Avrupa, Hristiyanlık ve İslam” bölümünde yazar, bir Batı ve İslam analizi yapmıştır. Toynbee’nin bugünkü Batı toplumunun bir intihar hareketini temsil ettiğini söylediğini, Batı medeniyetinin yola çıkış gayesiyle vardığı noktanın çok farklı olduğunu söylemektedir. Medeniyetler doğar ve ölür. Ölüm devresine girerken üç sınıf ortaya çıkarmaktadır ki bunlar; hakim azınlık, dış proletarya ve iç proletaryadır. Toynbee’nin bu tezi pek çok tenkite yol açmış ve geçen zaman içinde cazibesinden çok şey kaybetmiştir. Fakat yazara göre, bugün Batı dediğimiz teknolojik cemiyet insanları huzursuz kılmaya devam ettikçe, Toynbee ve onun benzeri başkalarının tarih tezleri daima ilgi uyandıracaktır. Nitekim son zamanlarda Batı karşısında yeni bir silkinme ve şahsiyet bulma gayretleri bize onu tekrar hatırlatmaktadır. İslam hem maddi hem manevi tarafıyla topyekun varlık için bir nizam getirirken; Hristiyanlık’ta “İsa’nın hakkı İsa’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” denilerek varlık, din ve dünya hayatı diye ikiye ayrılmıştır.
Batı medeniyetinin temel değerlerinden biri de eşitlik diye bilinir ve biz eşitliği Hristiyan dünyasında gelişen demokrasinin temeli diye öğreniriz. Fakat Avrupa ve Hristiyanlık tarihine baktığımızda, eşitlik prensibi üzerinde Batı’daki bu ısrarlı duruşun patolojik bir tarafının olduğunu görmekteyiz. Hristiyanlık, tarihin uzun bir devresinde, insanların dini hayatları kadar dünya hayatlarını da idare etmiştir. Ortaçağ’da iktisadi hayat kilisenin dışında düşünülemezdi, nitekim kilise bugün de Avrupa’nın en büyük kapitalistlerinden birisidir. Protestanlık, yahut reform hareketlerinin Avrupa Hristiyan dünyasında vicdan hürriyeti, ferdi haklar, laiklik vs. gibi konularda Katolik kilisesinin koyduğu sınırlamaları büyük ölçüde ortadan kaldırmış ve bunun böylece bir çeşit kurtuluş olduğu fikri bizim memleketimizde de çok yayılmış bir fikir haline gelmiştir. Kısacası, Batı medeniyetinin temellerinden olarak bilinen ve Hristiyanlıktan geldiği iddia edilen “eşitlik” Batı dünyasının ancak belli bir döneminde ve belki Hristiyanlığa rağmen ortaya çıkmıştır. İkinci olarak İslam ve Hristiyan medeniyetleri arasındaki asıl önemli fark Hristiyanlığın laik, İslam’ın da hem dünyevi hem uhrevi işlerle uğraşmasından ileri gelmemektedir.
“İslam Felsefesine Bakış” başlığı altında öncelikle Batı felsefesinin geçtiği süreçten bahseden yazar daha sonra İslam felsefesine geçmektedir. Bilgi başlıca üç türlüdür: teorik bilgi, duyu organları vasıtasıyla edinilen bilgi, sezgi ile bilinenler. İslam, realiteyi hem teorik kavramlar, hem de sezgiye dayanan kavramlar vasıtasıyla anlayabileceğimizi kabul etmektedir. İslam’da ilim geleneği Kur’an ve hadislerden sonra İslam medeniyetinin ilk parlak devirlerinde gördüğümüz ilim hareketleriyle pekişmiş, Müslümanların ilimde ilerlemeleri onların kendilerinden önceki medeniyetlerin ilim geleneğini de tevarüs etmeleri sayesinde mümkün olmuştur. İslam medeniyetinin hem Aristocu ilim ve felsefe geleneğine, hem klasik Şark düşüncesine mirasçı olarak gelişmiş olması onun en büyük avantajlarından birini teşkil etmektedir, ki böyle bir sentezin güzelliğini Gazzali’de görmekteyiz. Bugün İslam’ın makineleşmeye karşı getireceği çare teknolojiyi reddetmek değil, onu daha yüksek bir değer sisteminin emrine vermek olmalıdır. Modern insanın ızdıraplarını göğüslemek için kullanabileceği bir izah sistemi bulunmamaktadır. Birtakım sorulara modernizm ancak şu cevabı vermektedir: İnsanın isteklerine hudut yoktur; insan kendine haz veren şeyleri elde etmek ve elem verenlerden kaçınmak için çalışır; en mutlu insan istediklerinin en çoğuna sahip olan insandır. Yani modernizm hem ızdırap getiriyor, hem de ona katlanma gücü sağlayacak bir ideoloji vermekten aciz kalıyor.
“İslam Hukuku Meseleleri” bölümünde geçtiği üzere, bugün İslam dünyasının en önemli meselelerinden biri de hem İslam’a, hem modern hayata uygun bir hukuk sisteminin kurulmasıdır. İslam hukuku Kur’an, Hadis, kıyas ve icma olmak üzere dört unsura dayanmaktadır. İslam hukuku İslamiyet’in kutsal kaynaklarına dayanır, fakat bu dayanmanın mahiyeti yanlış anlaşılmamalıdır. Müslümanlar üzerinde Batı kanunlarının tatbiki ilk defa İngiliz işgalindeki Hindistan’da görülmüştür. Bağımsız İslam devletlerine Avrupa hukukunun ilk girişi ise ilk defa Osmanlı İmparatorluğu’nda 1850 tarihli Ticaret Kanununun ve 1858 tarihli Ceza Kanununun konmasıyla başlar. İslam hukukunun yeni ihtiyaçlara cevap veremediği çağlar, İslam cemiyetinin bir bütün olarak Batı’daki gelişmelere ayak uyduramadığı çağlardır.
Yazar, “Edebiyat ve Din” bölümünde İslami edebiyat denince çok kimsenin aklına İslam tarihinin olaylarını ve insanlarını ele alan edebiyat eserleri, veya din konularında eğitici, öğretici eserler geldiğinden bahsetmektedir. Hiç şüphesiz, Peygamberimizin ve bir din ulusunun hayatını anlatan bir roman da İslami edebiyat içine girer; ancak İslamiyet kitaplarda okunan değil, yaşanan bir hakikat olduğu ölçüde kıymet kazanacaktır. Biz onu bir sahabenin, bir velinin veya geçmişteki herhangi bir kahramanın hayatından ziyade kendi hayatımızda görmeliyiz. Bugünün insanı bugünün problemleri karşısında İslam’la yüz yüze gelmelidir. Klasik ahlak kitaplarıyla romanlarda işlenen ahlak temalarının birbirinden farklı tesir gücüne sahip olmalarının sebebi budur.
“İslam, Milliyetçilik ve Sosyalizm” bölümünde liberalizm, kapitalizm ve sosyalizm kavramlarına ilişkin açıklamalar yapan yazar, Mısır, Cezayir ve Gana örnekleri üzerinden Batı’ya ait sistemlerin İslam coğrafyasındaki uygulamalarına dair birtakım tahliller yapmaktadır. “Allah’ın İpine Sarılmak” bölümünde İttihad-ı İslam, halifelik ve milliyetçilik kavramlarının İslam tarihindeki süreçleri incelenmektedir. “Geçmişin ve Geleceğin Kurucuları” bölümünde İslam aydınlarından, Batının bizim medeniyetimize müdahalelerinden sonra eğitim kurumlarımızın ve aydınlarımızın geçirdiği süreç adına tahliller yapılmaktadır. İslam ülkeleri şimdi yönelmiş oldukları kalkınma yolunda kendilerine öncülük ve yardım edecek teknisyen zümresine eskiye nispetle büyük ölçüde kavuşmuştur diyen yazara göre aydın zümresinin bünyesindeki bu değişme İslam ülkelerinin geleceği bakımından en önemli hadisedir.
Güngör, bugünkü İslam dünyasında reformcu cereyanlara karşı muhafazakarlığı temsil eden başlıca iki hareketten bahsetmektedir: İhvan-ı Müslimin ve Cemaat-i İslami. İki hareketinde aşırı muhafazakar sayılması, onların yeni durumlar karşısında İslam’dan başka hiçbir kaynak tanımayışları sebebiyledir. Halbuki bu iki cereyanı aynı zamanda reformcu saymamız gerekiyor, zira her ikisi de İslam’a Peygamber zamanından sonra girmiş olan pek çok şeyi reddettikleri gibi, İslam’ı bu sonrakilerin yorumları çerçevesinde körü körüne takip etmenin de şiddetle aleyhindedirler. Yazar, kendisinin içtihat mevzusunda hiçbir iddiasının olmadığını söyledikten sonra, bu konuda yetkin kişilerin İslam’ın bu asırda karşılaştığı problemlere çözümler getirecek içtihatlara ihtiyaç duyulduğunu söylemektedir. Son olarak yazar Ek bölümünde, çağdaş İslam düşüncesinden iki örnek olması açısından biri modern Avrupa kültürü ile yetişmiş Kuzey Afrikalı bir İslam mütefekkiri olan, öbürü ise bugünkü Pakistan’da Cemaat-i İslami hareketinin lideri ve radikal bir İslamcıdan bahsetmektedir.
Erol Güngör “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” kitabında gayet akıcı bir dille batı medeniyeti ve geçmişten günümüze İslam medeniyeti üzerine karşılaştırmalı analizler yaparak, İslam’ın karşı karşıya bulunduğu bazı problemlere dair yer yer çözüm önerileri sunmuştur.