İslam’ın ve Batı’nın Adalet Tasavvuru
Yazar: Nuriye Dişli
Zafar Iqbal, Adalet: İslami ve Batılı Perspektifler, Çev. Lütfi Sunar, İstanbul: İktisat Yayınları, 2017, 108s.
Değerlendirmede bulunacağımız “Adalet: İslami ve Batılı Perspektifler” kitabı; Pakistan Ulusal Bilgisayar ve Gelecek Bilimleri Üniversitesi finans profesörü Zafer Iqbal’e aittir. Iqbal’in çalışması; ekonomik ve sosyal adalet fikrinin İslamî ve Batılı düşünce biçimleri içerisindeki kavranışlarının eleştirel ele alınması ve rasyonel karşılaştırılması üzerinde durmaktadır.
Lütfi Sunar, kitabı takdim ederken “Adaleti kurucu bir ilke ve sonsuz bir ideal olarak selamlamak her iddianın bir seremonisidir.” ifadesini kullanmaktadır. Bu cümle ışığında, adil olmak her toplumun bir talebi, her dünya görüşünün ve her düşünce sisteminin bir vaadi olarak karşımıza çıkar. Yine Sunar’ın sözlerinden çıkarımla, adaletin bu derece merkezî öneme sahip olmasına rağmen hayatımızın her alanında gözlemlediğimiz adalet noksanlıkları, bugünün dünyasında adaleti sağlamak ve hakikatte adalete ulaşmak için adalet fikrinin belirginleştirilmesini gerekli kılmaktadır. Zafer Iqbal son yarım asırda şahit olunan sosyal adalet tartışmalarını bize anlaşılır bir şekilde sunarak, İslam düşüncesindeki adalet kavrayışlarıyla mukayese ederek göstermekte ve adalet kavramını daha geniş bir ölçekte ve farklı çerçevelerden değerlendirmemize fırsat vermektedir.
Kitabın içeriğine gelince, ilk bölümde Batılı Adalet kavramını oluşturan ve toplumda adalet düzenini sağlamayı amaçlayan çeşitli ideolojik modeller açıklanmaktadır. “Adalet nedir?” sorusunu modern dönem öncesi düşünce sistemlerinde; Yunan düşüncesi ve Hristiyan dünya görüşünde sosyal ve ekonomik adalet fikirleri üzerinden ortaya koyar. Modern adalet arayışı alt başlığında ise; liberteryenlerin bireyin özerkliğini, liberallerin bireyin özgürlüğünü, Marksist teoride bireyin emeğini temel alan ideolojileri ve bunların yanı sıra faydacı adalet ve hakkaniyet olarak adalet gibi farklı yaklaşımları (arayış biçimlerini) sınıflandırmaktadır. Tüm bu ideolojilerin toplumsal adaleti sağlamak için sundukları taslak iktisat üzerinden Roma geleneğini oluşturan sosyal düzenlemeler olarak kısaca açıklanmaktadır.
Modernlik öncesi düşünce sistemlerinde adalet kavramını daha iyi anlayabilmek için adaletin dağıtımı hususunda bir miyar (kıstas) belirleme gereği kimi alternatif ilkelere başvurmayı zaruri kılmaktadır. Bu ilkeler; her bir kişiye liyakate, bireysel çabaya, haklara, ihtiyaca, toplumsal katkıya ve eşitliği paylaşıma göre dağıtım olarak tezahür etmektedir. Adaletin nasıl ve neye göre dağıtılacağı hususundaki belirsiz durum, modern öncesi dönemde eşitlik fikri sayesinde biraz daha netleşmiş gibi görünse de esasında toplumsal düzeni sağlamada eksik kalmıştır. Eşit şartlarda olmayan insanlara eşit paylaşımlar verildiğinde toplumsal düzen bozulmuş, tartışmalar ve şikayetler baş göstermiştir. Yani eşitlik aslında adaleti açıklamaya yakın en formel ilke olarak görülse de noksandır. Hukuk profesörlerinden Yasemin Işıktaç’ın da belirttiği gibi “Adalet, bir eşitlik düşüncesidir.” ama eşitliğe eşitlenmesi de mümkün değildir. Adaleti sağlamak için ancak eşit şartlardaki insanlar arasında eşit pay etme şeklindeki bir eşitlik söz konusu olabilir. Bunun yanı sıra yine modernite öncesi düşünce sistemlerinde, Hristiyanlık, adaleti maddiyattan soyutlayıp tamamen manevi boyutta inceleme yoluna giderek, temel hayati kaynakları paylaşmak üzerine bir adalet ve eşitlik tasavvuru oluşturmuştur. Bu tasavvur ticaret ve alışverişi kesinlikle yasak kılarak kiliseyi adaleti belirlemede tekel otorite olarak tayin etmiştir.
Modern adalet anlayışında ise tamamen maddi boyutta manadan uzak bir adalet fikri hâkimdir. Merkantilizmin etkisiyle ve biraz da pragmatik bir yaklaşımla tamamen bireyin çıkarını ve zenginliğini önceleyen bir adalet tasavvuru vardır. “Sosyal örgütlenme, çatışan çıkar kavramından nasıl kurtulabilir ve bireyler devletin keyfi eyleminden ve müsadereden nasıl korunabilir ?” arayışı eşitlik ve özgürlük üzerinde temellenmiş modern bir adalet sistemini görünür kılar. Fakat bu da bir bağlamda yetersiz bir sosyal düzen taslağı olarak düşünülebilir; özellikle Roma geleneğinin temelini oluşturan liberteryenliğin sosyal adalet fikrine karşı özgürlükçü yaklaşımı, insanı özgürlüğüne kavuştururken “beslenme hakkına sahip olmadıkları için aşırı yoksulluk ve aşırı açlıkla” karşı karşıya gelmelerine sebebiyet vermiştir. Bu bağlamda, sadece madde üzerine inşa edilmiş, adil bir düzen teklif eden (!) modern dönem adalet teorisi eksiktir. Toplumsal yapının oluşumunu göz önünde bulundurduğumuzda, insanın madde ile ilişki kurmasını sağlayan önemli bir unsur; anlamlandırma (mana) göz ardı edilmiştir. Dolayısıyla, toplum yapısı göz ardı edilerek oluşturulmuş fakat topluma adil bir düzen getirmeyi hedefleyen adalet teori kesinlikle kabul edilemez.
İslami adalet teorisi ise ne sadece madde ne de sadece mana üzerinde temellenmiştir. Bu ikisi arasında bir vasat konumundadır diyebiliriz. İslam adalet teorisi dört yönüyle sınırlandırılır; önce eşitlik kavramı, sonra devlet-vatandaş ilişkisi, ardından ekonomik ve mülkiyet hakları ve son olarak da refah ve yükümlülüklerdir. İslam’ın bize sunduğu adalet teklifi bütün insanların Allah katında eşit olduğu, hiçbir din, dil, ırkın birbiri üzerinde üstünlük sağlayamayacağı yönünde, toplumsal düzende eşitliği sağlamayı hedefleyen kamil bir tekliftir. Allahu Teâlâ da Kur’an-ı Kerim’de “Biz sizi böylece vasat bir ümmet yaptık, tâ ki siz insanlara şahitler olun.” buyurur (Bakara/143). İtidal ümmeti olun, çağrısı bizi iki uç noktanın kusurlarına hamil olmaksızın vasat, haksızlıklara, zorbalığa karşı adaletli olmakla ve inancımızın gerektirdiği iyilik ve merhameti toplumsal terimlere aktarma misyonuyla yükümlü kılar. Bununla birlikte, İslamî adalet tasavvurunda, “ihsan” adaletin tamamlayıcısı olarak konumlandırılmıştır. İslam’a göre, başkasının faydasının bireyin faydasından önce gelmesi; yine başkasının refahına ve iyiliğine karşılık bireyin kendi iyiliğini feda etmesi anlamına gelen “ihsan” faydanın çoğaltılmasını ve dağıtılmasını sağlar ve adaletten ayrılmaz bir parçadır.
İslam’a göre toplum üyelerinin temel ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır ve İslam bunu zekât ile tüm Müslümanlara farz kılar, sadaka kurumu ile de teşvik eder. Iqbal’in de dediği gibi, “[…] meşru vasıtalarla elde edilen zenginlik (yetkiler) kendi içinde İslam’da bir amaç değil, başka insanların ihtiyaçlarını karşılamak için gönüllü olarak harcandığında manevi ve ruhsal zenginleşmenin bir aracıdır.” Yani modern ve modern dönem öncesi adalet sisteminde görülen özel mülkiyet kısıtlaması kesinlikle İslam’da yoktur. Hasılı Iqbal’in “Adalet: İslami ve Batılı Perspektifler”i İslam’da sosyal adaleti ve düzeni sağlamaya yönelik teklifin Batı ve Roma geleneğinde süre gelmiş taslaklara nazaran üstünlüğünü açık ve rasyonel şekilde delillerle ortaya koymaya matuf bir mevzide temellenmiş durumdadır. İkbal, bunu son bölümde İslami ve Batılı perspektiflerin benzerliklerini ve farklılıklarını ele alarak temellendirme yoluna gitmiştir. İslam adalet teorisinin üstünlüğünü; Batı adalet şemalarının hiçbirinin İslamî kavramın yaptığı gibi hakikati anlaşılır ve net bir şekilde ifade etmemesi ve diğer ideolojilerden farklı olarak bir imparatorlukta doğmaması bilakis meşruiyetini inançta bulup kendi imparatorluğunu yarattığından dolayı medeniyetin bir taslak planı ve toplumu meydana getiren bir bağ görevi görmesi gibi gerekçelerle açıklamıştır.
İqbal’in madde ve mana boyutunda mutedil olarak takdim ettiği İslam adalet teorisini tasvir ederken ki nazarı, teklifinin ve argümanın büyüklüğünü hakkıyla temellendirmede derinlik ve düşünce tarihine nüfuz yönlerinden eksiktir. Şöyle ki, adaletin mana boyutuna ilişkin olarak İslam düşüncesindeki ontolojik ve psikolojik adalet kavrayışları es geçilmiştir. İslam filozofları, Platonun dramatik diyaloglarında-özellikle de Politeia diyaloğunda- görülen adalet nazarıyla, insan ruhunun kuvve-i gazabiyye, kuvve-i şeheviyye ve kuvve-i akliyye olmak üzere üç temel kuvvesinin olduğunu vaz ederler.“Adalet ise” der Gazzali, “işte bu kuvvelerin tertîb-i vacib üzere vakî olmasıdır”.[1] Yani adalet olmadan bu kuvvelerde faziletten söz edilemez. Bu minvalde filozoflarımız “hikmeti” aklî kuvvetin, “şecaati” gazabî kuvvetin, “iffeti” ise şehevî kuvvetin fazileti olarak tarif ederler. Adalet işte böyle doğrudan insana taalluk eden, insanın önce ‘kendiliğinde’ gerçekleştirilmesi gereken modern anlamıyla “psikolojik” bir içeriğe de sahiptir. Yine Osmanlı uleması “alemin küfür ile dahi ayakta durabileceğini ama adalet olmadan yıkılıp gideceğini” düşünürken adaleti ontolojik ve kozmolojik bir ilke olarak tasavvur ediyorlardı.
Adaletin madde boyutuna ilişkin olarak ise, İslam siyaset düşüncesini en iyi ifade eden, Celâleddîn-i Devvânî’den Kınalızade’ye, Gazzalî’den İbn Haldun’a pek çok İslam filozofunun kullandığı ve İslam düşüncesinde adaletin maddi boyutunu en iyi formüle eden teori olan ‘Adalet Dairesi’nden yine kitapta hiç bahis yoktur.
Sonuç olarak İkbal’in metni İslam adalet düşüncesine dair açık, anlaşılır ve makul bir tasvir sunsa da, içerik bakımından zayıf olması, bazı noktalara değinmeksizin yüzeysel anlamda bir inceleme yapılmasından dolayı bir giriş metni olma konumunda olup okuyucu bahsettiğim teorik derinlik ve nüfuz sorununu göz önünde bulundurmak durumundadır.
[1] Hakikat Bilgisine Yükseliş (Mearicü’l- Kuds) – İmam Gazâlî – Terc: Serkan Özburun, İnsan Yayınları 1995 – sf:85