Klasiklerimizin Doğru Yorumlanmasının Önündeki Engeller: Mukaddime Örneği
Kişiyi döneminin çocuğu olması sebebiyle, içine doğduğu zaman ve mekândan koparmak mümkün değildir. Bu yüzdendir ki bir kimseyi hakkıyla anlayıp yorumlayabilmek için yaşadığı toplumun genel yapısını ve döneminin şartlarını bilmek gerekir. Hiç şüphesiz bu kural çalışmamıza konu olan İbn Haldun için de geçerlidir. Onu doğru bir şekilde anlayabilmek için yaşadığı dönemin şartlarını, toplum yapısını, eserlerini kaleme alırken arka planda yaşadıklarını yani eserlerinin bağlamını çok iyi bilmek gerekir.
İbn Haldun İslam dünyasının gerilemeye başlayıp Müslüman devletlerin parçalandığı hatta birer birer tarih sahnesinden silindiği bir kırılma/buhran döneminde yaşamış ve eserlerini böyle bir ortamda kaleme almıştır. Öyle ki İbn Haldun’un yetiştiği dönemin özellikleri ile kaleme aldığı eserleri karşılaştırıldığında, içerisinde yaşadığı siyasi, sosyal ve kültürel ortamın kişiliğinin oluşmasında büyük rol oynadığı görülecektir.
Tam da bu sebeple yaşadığı dönemin genel şartları bilinmeden İbn Haldun’u hakkıyla anlamak oldukça zordur. Bundan dolayı İbn Haldun okumasına, öncelikle yaşadığı dönemin genel yapısını öğrenerek başlamak gerekir. Çalışmamızın kitaptan ziyade makale olması hasebiyle İbn Haldun’un yetiştiği dönem hakkında geniş çaplı bilgi vermeyi başka bir araştırmaya bırakıyoruz.
İbn Haldun’un çalışmamıza kaynaklık eden Mukaddime ismini verdiği eseri, müstakil bir eserden ziyade, Kitabul İber’e yazmış olduğu uzunca bir giriş olmasına rağmen, zamanla bu bölümde ele aldığı meseleler ve takip ettiği yöntemler dolayısıyla öne çıkmış ve kitabın ana kısmını gölgede bırakmıştır.
Toplumu ilk defa kendi başına bir varlık alanı olarak inceleyen İbn Haldun, eserini yazma amacının; “batı yurtlarında ve bu yurtlarda yaşayan kavim, uruğ ve kitlelerin, bu yurtlarda kurulan devletlerin hallerine” (İbn Haldun, 1986, s. 77) değinmek olduğunu belirtir. Haldun, eserin konusunun ise “insanların yeryüzünde cemiyetler halinde yaşayarak devlet ve hükümet, kazanç ve ticaret, ilim, sanat ve sanayi alanında vücuda getirmiş oldukları medeniyete ve sosyal hayata arız olan halleri delilleri ile anlatmak” (İbn Haldun, 1986, s. 97) olduğunu söyler.
İbn Haldun, kitabın ana kısmını geride bırakacak kadar yaygınlaşan Mukaddime’sinde yaptığı şeyin son derece farkındadır. “Bil ki bu kitapta inceleyeceğimiz kaide ve usuller, benim tarafımdan icat edilmiş yeni bir ilim olup faydası çok ve kalpleri şiddetle kendine çeken bir ilimdir. Ben bu araştırma metodunu, derin uğraşma ve incelemelerden sonra iktiza ettim” (İbn Haldun, 1986, s. 91) cümlesi bunun açık bir delilidir.
Ancak ne yazık ki uzun sayılabilecek bir süre, ne İbn Haldun’un ne de kurduğu yeni ilmin (ilm-i umran) takipçileri olmamıştır. Var olan takipçileri de bireysel olmaktan öteye gidememişlerdir. İbn Haldun’un zikretmeye değer bir şekilde farkına, ilk defa 17. yüzyılda Osmanlının çöküş tartışmalarının yaşandığı bir dönemde varılmıştır. Bu ise oldukça geç bir tarihe tekabül eder.
Müslümanların gerilemeye başladığı bir dönemde kaleme alınan Mukaddime’nin, tekrardan gündeme gelmesinin yine Müslümanların zayıflamaya başladığı bir zamana denk gelmesi oldukça manidardır. Tek başına bu durum bile yukarıda ifade etmeye çalıştığımız bağlamın bilinmesinin ne derece önemli olduğunun açık bir kanıtıdır.
17. yüzyılda incelenmeye başlanan Mukaddime’nin, günümüz modern dünyasında da oldukça fazla bir şekilde okunuyor, inceleniyor ve araştırılıyor olması aslında kitabın kaleme alındığı bağlamın bir benzerini yaşadığımızın bir işaretidir. 17. yüzyıl Osmanlı gerilemesiyle gündeme gelen İbn Haldun, Müslümanların yaşadıkları siyasi, sosyal ve kültürel mağlubiyetle doğrudan alakalı olarak, günümüz toplumunda çok daha fazla bir yoğunlukta araştırmalara konu olmakta; üzerine onlarca tez, makale ve kitap yazılmaktadır.
Ne var ki üzerine bunca çalışma yapılan İbn Haldun’un hakkıyla anlaşıldığını, yorumlandığını ve yeniden inşa edildiğini söylemek pek mümkün değildir. İbn Haldun ve Mukaddime’ye dair bunca çalışma yapıldığı halde, biz hala cesurca bu cümleyi kurabiliyorsak bir yerlerde bir şeylerin ters gittiği ortadadır. Bu durumun elbette birçok sebebi vardır. Bu sebeplerin ayrıntılı olarak incelenmesi başka bir çalışmanın konusu olması sebebiyle biz burada önemli gördüğümüz sebeplerden sadece birkaçına değineceğiz.
Bu sebeplerden birincisi; İbn Haldun’un eserlerini kaleme aldığı bağlama, gereken önemin verilmemesidir. Yukarıda da değindiğimiz üzere kişi, içerisine doğduğu zamanın ve mekânın çocuğudur. Bu yüzden kişiyi hakkıyla anlayabilmemiz için içerisine doğduğu dönemin şartları, yetiştiği ortam, aldığı eğitim, sahip olduğu meslek, aile yapısı, yetiştiği çevre gibi birçok faktörün bilinmesi oldukça önemlidir. Çünkü bir fikrin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan bağlam bilindiği takdirde, o fikir çok daha kolay ve doğru bir biçimde anlaşılacaktır. Bağlamın bilinmesinin bu kadar önemli bir rol oynamasına rağmen kanaatimizce; İbn Haldun araştırmalarında bağlamın bilinmesine gerekli önem verilmemekte, dolayısıyla da doğru bir okuma yapılamamaktadır. İçine düşülen hatalardan birincisi budur.
İbn Haldun’a oldukça anakronik bir biçimde yaklaşılması yapılagelen ikinci önemli hatadır. Öyle ki İbn Haldun kendi döneminin özel şartlarından hareketle değil; bugünden, bugünün anlayışlarından hareket edilerek ele alınmakta ve yorumlanmaktadır. Oysa o dönem ile bu dönem birbirinden oldukça farklıdır. Bu fark yok sayılarak ya da hak ettiği ölçüde önem verilmeksizin yapılan ve İbn Haldun’u günümüze söyleten çalışmalar beraberinde oldukça anakronik bir yaklaşımı getirmektedir. Bu ise İbn Haldun’u doğru bir şekilde yorumlamaya engel olmaktadır. Bu hatalardan birincisi İbn Haldun’un yaşadığı bağlamı yeterince dikkate almazken, ikincisi ise İbn Haldun’u bağlamından kopartmaktadır.
İbn Haldun’a cevap odaklı yaklaşılması içine düşülen önemli hatalardan bir diğeridir. Bundan kasıt; bir meseleye yaklaşırken, bu meseleye İbn Haldun nasıl bir çözüm sunmuş şeklinde doğrudan cevap odaklı yaklaşılmasıdır. Oysa yapılması gereken şey meselelerin hallolması için cevap değil, sorunların çözümüne dair metot aramak olmalıdır. Yani İbn Haldun’da soru ve sorunlara dair doğrudan çözüm değil, sorunların çözümüne dair usul ve yöntem aramak gerekir. Doğru bir okuma için bu farkındalık şarttır. Kanaatimizce yapılan önemli hatalardan üçüncüsü de budur.
Yapılagelen önemli hatalardan bir diğeri de İbn Haldun okumasına olumlu ya da olumsuz bir önyargı ile başlanmasıdır. Bundan kastımız bir grubun İbn Haldun’u öykünmeci bir anlayışla modern sosyoloji ilminin kurucu olarak yüceltirken, karşı grubun Müslümanlar belli bir noktadan sonra mütefekkir yetiştirememiştir düşüncesinden hareketle İbn Haldun’u küçümser bir bakış açısıyla okumasıdır. Kanaatimizde ilk üç neden kadar olmasa da bu durumda doğru bir İbn Haldun okumasına engel olan önemli etkenlerden birisidir.
Bu hataların farkında olup, bunlardan uzak durulması bizleri, İbn Haldun’u doğru bir şekilde anlamaya bir adım daha yaklaştıracaktır. Ne zaman ki klasikler sadece okunmak ile kalmayıp aynı zaman da günümüz problemlerine ışık tutacak bir şekilde yorumlanırsa işte o gün içerisinde bulunduğumuz zelil durumdan kurtuluşa bir adım daha yaklaşacağız.