Köfte Ekmek ve İnsan Kalma Hakkı
Yazar: Elif Nuran Özgün
Hiç 5 dakika geciken siparişiniz için sinirlendiğiniz yahut çoktan seçmeli olmayan, tek tek cevap yazmanız gereken anketler için söylendiğiniz oldu mu? Eğer cevabınız evetse, yalnız değilsiniz! Hatta dünyanın büyük bir kısmı sizinle birlikte. İnsan türü olarak her daim değişimin içindeyiz. Küçük küçük değişimleri topladığımızda ise aslında dönüşüm sürecinde olduğumuzu görüyoruz. Mustafa Çiftçi’nin Ah Mercimeğim kitabında yer alan “Köfte Ekmek” öyküsü, bu dönüşümlerden birini anlama konusunda bize ışık tutuyor. Daha da iyisi, dönüşemeyen bir adamın gözlerine konumluyor bizi. “Meseleye bir de buradan bakın!” diyor. Edebiyatın cilvesinin bizi farklı hayatlara, farklı bakışlara, farklı anlayışlara konuk etmek olduğunu kabul edersek, şimdi bize düşen Mustafa Çiftçi’ye teşekkür etmek ve misafirliğimizin keyfini çıkarmak.
Sanayi Devrimi’yle başlayan süreç içinde zihinlerimizde bir şeyin rasyonel oluşu o şeyi muteber kılmaya başladı. Yediğimiz yemekten tutun da çalıştığımız işe kadar her şeyi hesaplanabilir, öngörülebilir, denetlenebilir ve verimli hale getirmeye çalıştık. Hatta ileri gidip, internetten hızlı ve isteğe göre eş/partner bulma siteleri, hazır ve basit tedavi paketleri ve eğitimdeki çoktan seçmeli soru sistemini inşa ettik. İlmi, irfanı ve ömrümüzü geçireceğimiz insanı dahi daha ölçülebilir bir şekilde bulmak için sınırlarımızı zorladık da zorladık. Biz bunları yaparken tabi ki sosyologlar da durmadılar, önce Weber teşhisi koydu: “Rasyonalizasyon”. Ardından da Ritzer: “Rasyonelliğin İrrasyonelliği”. Yani aslında sürekli bir şeyleri daha verimli, daha düzenli, daha uygun hale getirme çabamız ortaya insana çok uymayan, hatta insanlıktan çıkmış bir görüntü çıkarıyor.
1955 yılında McDonald’s’ın ilk şubesini açmasıyla birlikte yemek sektörü de rasyonalize olmaya başladı. Kendine özel menüleri bulunan, veresiyeyle çalışan, müşteriyi velinimet belleyen esnafların yerlerini; tek takım giyinmiş, yüzünde hiç solmayan gülümsemesi ve kalıp cümleleriyle tezgâhın arkasına dikilen genç garsonlar aldı. Ortada ne usta kaldı ne de çırak…
Amerika’daki McDonald’s’ın ateşlediği fitilin ucu, Anadolu’da bir köfteci dükkânı işleten ana karakterimize kadar geliyor. Babasıyla birlikte küçüklüğünden beri köfte ekmek satan, hayatından da oldukça memnun olan kahramanımız, eşinin özendiği hayata doğru kendi iradesi dışında bir yolculuğa çıkıyor. Köfte ekmek dükkanını bırakıp şehirde bir hamburger dükkânı açmaya karar veriyor. Hamburger meselesi önemli. Çünkü esasında bir köfte ekmek türü olan bu yiyecek, içine karışan eser miktarda (!) kapitalizm sosundan dolayı yeni bir isim kazanıyor: Hamburger. Bir festfut dükkanına sahip olmanın bedellerini bilmeden ortaya atılan fikirler, zor bir süreci beraberinde getiriyor. Canı çeken çocuğa indirimle verilemeyen, bölüp bir parçasını değiştiremediğin menüler; ekmeğini, marulunu bile dilimlenmiş şekilde aldığın, insandan arındırılmış bir yemek hazırlığı… Esnaf adam sineye çeker mi bunu? Çekiyormuş, bunu ana karakterimizden görüyoruz. Kendisi istemese de düzen böyle olduğu için, mecburen çekiyormuş…
Dükkân içinde karşılaşılan problemler karşısında bile esnafın yaklaşımı ve festfutcunun yaklaşımı arasında farklar var. Bunları karakterimiz gözlemleyerek okura aktarıyor. Yere bir şey döküldüğünde esnafın dükkanında herkes koşup sorunu çözmeye çalışırken, festfutcuda bu işten sorumlu tek bir kişi gelip hallediyor. Ayrıca esnafta olduğunun aksine, festfutcu dükkanlarında herkesin tek bir işi var. Kimse ötekinin yerini almıyor. Zaten her şey donmuş ve hazır bir şekilde geldiği için işler de çok çeşitli değil. Çıraklıkmış, kalfalıkmış, bir adama yıllarını harcamadan, bir iki günlük kurumsal eğitimle işe alabiliyorsun. Çalışan için tek kriter nefes alması. Tüm bu maddeler başta festfut girişiminin fikir sahibi, köftecinin hanımı Demet’in aklına yatıyor, sonra da mecburen köfteci kahramanımızın aklına. Ancak kurgu ilerledikçe, dükkânda bir ailenin bile tam teşekküllü yemek yiyememesi, hamburgerlerin bulunulan bölgeye göre çok pahalı olması ve iş sırasındaki yapaylık tüm düzeni çıkmaza sokuyor. Yani her şeyin daha rasyonel olması umuduyla başlanan yolculuk, insana uygun olmayan bir hale geliyor. Başından beri bu düzene uyamayan köfteci karakterimiz ise çareyi pes edip ilçeye dönmekte buluyor. Dönmeden önce ise son iş olarak elinde kalan malzemelerden hamburger yapıp bir köy okuluna dağıtıyor. Çocuklarla maç yapıp doyasıya hamburger yiyen kahramanımız, insanlığını uzun süre sonra tekrar hissediyor.
Tek tipleştiğimiz, rasyonelleşme uğruna insanlığımızı bıraktığımız her konuda duvara çarpmaya mahkumuz. Çünkü bu yeni düzende hataya ve farklılığa yer yok. Oysa biz, Allah’ın hata yapmak fırsatını verdiği ademleriz. Biz, hatalarımızla ve kusurlarımızla güzeliz; insafımızdan fakire bir kepçe fazla çorba koyduğumuz için, bazen yemeğin yanında peçete getirmeyi unuttuğumuz için güzeliz. Bazen gaza gelip birbirimizi incitmesek, özür dilemenin lezzetini nasıl tadacaktık? Hiç düşmesek, ayağa kalkmanın verdiği galibiyet hissiyle nasıl tanışacaktık? Hata yapıyoruz, çünkü insanız. Her şeyimiz bir örnek değil, yaptığımız bazı işler yarım, çizdiğimiz bazı çizgiler fena halde yamuk, bazen mantığımızı rafa kaldırıp hislerimizle hareket ediyoruz, çünkü insanız. Dünya düzeni ve McDonald Amca ne derse desin böyle yapmaya devam edeceğiz. Çünkü insan olmak gibi insan kalmak da hakkımız!