Osmanlı Şiirinde Renkler Bize Ne Söyler? Kırmızıya Nasıl Bakmalı?
Renkler bize ne söyler? Gerçekten bize bir şeyler söylerler mi? Söylüyorlarsa ne söylüyorlar? Renklerin bizim algı dünyamızda nasıl bir tezahürü var? Bir sanat eserinin temelinde renkler mi vardır? Renklerin sıralanışı, miktarı önemli midir? Renkler masum mudur? Şu bir hakikattir ki, bütün bu sorular ve içinden çıkılamaz fikirler, düşünce biçimimizi, hayal dünyamızı, gerçeklerimizi bir yandan sarih ve vazıh bir merkez üzerine oturtup öte yandan da bizi bir akrebin kıskacı gibi pençesinde sıkıştırmaktadır. Renkler gözümüzün algıladığı bazı tonlardır. Her renk bize farklı bir çağrışım, farklı bir his bahşeder. Fakat bazı renkler ve bazı anlar olur ki aynı renkler bizi farklı farklı düşüncelerin arkına sevk eder. Mesela kırmızı bir elma hoşumuza giderken kırmızı lav akıntısı ya da ateş çağrışımlarından dolayı bizim hoşumuza pek gitmezler. İşte yukarıda bahsettiğim çıkmaz biraz da bununla alakalı bir durum arz etmektedir. O zaman eğer renk öznesi olduğu nesnenin biçimine girerse gözümüzle gördüğümüz rengin iktidarı nesnenin bizatihiliğine mi geçmiştir? Yahut rengin iktidarı nesneye iktidar veriyorsa bu durumda gözümüze “güzellik”i yansıtan hangisidir? Renk mi yoksa onun nesne ile olan münasebeti mi? Yani kırmızı bir elma bizim gözümüze kırmızılığından dolayı mı güzel geliyor yoksa elmanın bizim üzerimizde bir “iktidar”ı olmadığı için mi biz onu güzel görüyoruz? Aynı şeyi ateş için de söylemek gerekir. Kırmızı ateşe elbise ve kılıf olduğunda gözümüze ateş korkutucu ve şiddetli bir şey geliyorsa kırmızı iktidarını ve güzelliğini çoktan ateşe ve şiddete kaptırmamış mıdır? Yoksa Adorno’nun dediği gibi “şahane mazlumların yüceltilmesi, onları mazlumlaştıran şahane sistemlerin bir yüceltilmesi” midir? (Minima Moralia,29) Bu bağlamda renkleri değerlendirecek olursak –bilhassa kırmızıyı el alırsak- renkleri överken ve onları yüceltirken bir anlamda rengin üzerindeki iktidarı ve mazlumlaştıran otoriteyi tebcil etmiyor muyuz?
Osmanlı minyatüründe de kırmızının çok yoğun bir renk olarak sanatta yerini aldığını söyleyebiliriz. Bilhassa sultanların portrelerinde ve savaş sahnelerinde kırmızının çok büyük bir işlevi vardır. Nitekim Yeniçeriler de kırmızı giyerler. Bunun elbette sanatla münasebet ve alakası göz ardı edilemez fakat kırmızının yukarıda değindiğimiz bir surette gücü, otoriteyi temsil ettiğini de hatırımızdan çıkarmamamız gerekir. Bu ifadelerin bir rengin kendi kendiliğinin de üzerini örttüğünü ifade edemeyiz. Her ne kadar kırmızı kendi öznesi ve nesnesi arasında bir münasebet kursa da kırmızı yine de kendi kırmızılığını gözlerimize serer. Kırmızı bir şölendir. Ateşin, kanın ve iktidarın rengidir. P. Willins Renk Terapisi adlı eserinde kırmızıyı saltanatın ve iktidarın rengi olarak tanımlarken onun aynı zamanda iktidarın gücünü ve kudretini yansıttığı için halk arasında yasaklandığını da aktarır. Şimdi biraz da Klasik Şiir’de bulunan kırmızı algısı üzerine birkaç beyit söyleyelim.
Şafak rengiyle al oldı sipihr-i nîlgûn gûyâ
Kızıl otağını kurdı seherde âl-i Osmânî / Prizrenli Şem’î
Şem’î burada hem sabahın aydınlanışındaki letafeti hem de Osmanlı otağının kırmızılığını beyan etmektedir. Şem’î’nin kırmızı ile Osmanlı iktidarı arasında bir münasebet kurduğu aşikâr bir surette görülmektedir.
Âteş-i ‘ışkunla başda dûd-ı âhum var benüm
Bir kızıl börk ile bir perr-i siyâhum var benüm / Âhî
Âhî’nin bu beyitte yukarıda değindiğimiz Yeniçerilere gönderme yaptığı “börk” ifadesinden anlaşılmaktadır. Beyitteki aşk, ateş, kızıl, ah kelimeleri arasında şair bir tenasüp vücuda getirmiştir. Çünkü âşık, hep aşk ateşinin içindedir ve gözlerinden daima kanlı yaşlar akar. Bu beyitlerin bir taraftan bizim kırmızıyla olan alakamıza yardımcı olmaları hususunda kıymeti mevcut iken öte taraftan Osmanlı şiirinin ve toplumunun zihin işleyişini bize temin etmeleri noktasında da kıymetleri tartışılmazdır.
Diğer renklere bakacak olursak mavi bir ferahlık ve özgürlük getirir gözlerimizin önüne. Beyaz bir bakıma var olmamayı çağrıştırır. Siyah neyse odur, kendisini siyahlıktan farklı bir şekilde tanıtmaya kalkmaz, içerisinde herhangi bir boşluk olmayan bir renk olması hasebiyle çok dürüst bir renktir. Yeşil tabiatın müşfik ve munis havasını temsil ettiğinden dolayı insanı kendisine çağırır ve insanın kendisini var etmesine ve sonsuzluğu hissetmesine katkıda bulunur. Gri, renkler arasında kanımca en tehlikeli bir renktir. Bir şey ne beyaz ne siyah ise o şey mutlak anlamda bir tedirginlik, bir ihanet bir münafıklık barındırır sinesinde. İşte gri tam da böyle bir renktir diye düşünüyorum. Siyah olmak ya da beyaz olmak belki hiçbir şey kazandırmaz siyaha ve beyaza ama gri ikisinden de kendisine düşen payı aldığı için ne kendisi olur ne de siyah ya da beyaz olur.
Bütün renkler hepimizin gözü önünde olmasına rağmen, rengin tanımlanması nihayetinde “fark edebilen” bir gözle mümkün olmaktadır. Göz olmazsa renk de yoktur. Yahut daha doğru bir ifadeyle söylenirse renk gözün ona bakması, onu anlamlandırması ve ona manalar yüklemesiyle kendini daha uygun bir pozisyona ve yere sabitleyebilir. Sanat eserinde bir rengin manasını da kanımca böyle okumak gerekir. Rengin renk olarak kendi öznesini inşa edebilmesi ona bakan gözün ne derecede onu gördüğüne, anladığına, anlamlandırdığına bağlıdır. Görmeyen göz nasıl anlayacak kırmızının ihtişamını? “Yamuk bakan” bir gözün renkler hakkındaki bakışı gözün israf edilmesinden başka bir şey değildir. Sanat birden fazla şeylerin görülmesiyle değil, bir şeyden çok şey üretebilme amelesidir çoğu zaman.
Sultan Süleyman’ın defin merasimi, gözlerimizin önüne getirdiği renkler hususunda kırmızının merkeziyetini, saltanatını pekiştiren bir minyatürdür. Her ne kadar devlet eşrafı karalara bürünmüşse de gözümüze cami avlusu taşlarında bulunan kırmızının şiddeti ve ihtişamı çarpar da durur. İktidar, gücünü ve kudretini sıradan nesnelere aktarırken aslında kendisinin iktidarına ve kudretine bizim şahit olmamızı ister, nesnelerin değil. İktidar ve otorite elini ayağını bu dünyadan çekerken bile bize bir şekilde kıs kıs gülmüyor mu sahi?