Sebil Dergisi’nde Laiklik Tartışmaları

Bu durumda din işleriyle uğraşanlar İslam’ın buyruğuna göre mi hareket edecekler yoksa bağlı oldukları makama göre mi? Yazar, laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise laiklik nerede, diye sorar. Şeriat’ın verdiği hükümler sadece Müslümanları ilgilendiriyorsa laik olan bir devlet niye din alanına müdahale etmektedir. Laik bir devletin DİB diye kurumu kurmasının Müslümanları aldatmaya yönelik olduğu vurgulanır.

Kutsal Roma İmparatoru VI. Henrich ile Papa VII. Gregor arasında büyük bir mücadele yaşanmıştı. İmparatorlukla kilise arasında yaşanan bu mücadele Avrupa’da din ve devlet ilişkisinin sorgulanmasına neden olmuştu. Papa VII. Gregor’un “çifte kılıçlar” teorisinde görülebileceği üzere mücadele kilisenin galibiyeti ile sonuçlanmıştır. Kilise ve devlet arasında yaşanan mücadelede Salisburyli John, kilisenin üstünlüğünü dile getirirken kendisinden sonra gelen Dante ise kilise ve devletin birbirinden mutlak anlamda bağımsız olduğunu ifade etmiştir. Ockhamlı William, Dante’nin belirttiği şekilde kilise ve devletin iki ayrık kurum olamayacağını ve iki kurumun da sahip olduğu meşruiyetin denk olduğunu söylemiştir. Padovalı Marsilius ise devlet içinde devlet olamayacağına göre kilisenin devlete yani prense tabi olması gerektiğini vurgulamıştır. Yukarıda hülasa olarak dile getirilen Ortaçağ Avrupa siyaset kuramcılarının kilise ve devlet arasındaki mücadele ile ilgili nazariyeleri göz önünde bulundurulduğunda devletin kilise üzerinde hâkimiyet kurması gerektiğine dair fikirlerin gitgide yayılmaya başladığı fark edilmektedir. 1648 yılında imzalanan Westfalya Antlaşması ile birlikte kendi egemenliğine sahip modern devletler ortaya çıkmıştır. Böylece belli bir millete dayanan modern devlet 1789 Fransız İhtilâli ile birlikte ulus devlet olarak tecessüm etmiştir. Bu anlamda tarihsel sürece bakıldığında kilise ile devlet arasındaki mücadele doğal olarak Avrupa’da laiklik kavramının ortaya çıkmasına ve benimsenmesine neden olmuştur. Lakin İslam ülkelerine bakıldığında İslam inancının enfüsi yapısının böyle bir çatışmaya izin vermemesi nedeni ile laikliğin benimsenebileceği bir ortamın tezahür etmediği fark edilmektedir. Ancak Türkiye’de 1937 yılında Anayasaya eklenen laiklik, İslamcı profiline sahip birçok dergi tarafından masaya yatırılmıştır. Bu dergilerden biri de Sebil Dergisi’dir.

1976 – 1992 tarihleri arasında İstanbul ve Almanya’da neşredilen, yazı işleri müdürlüğünü ve sahipliğini Kadir Mısıroğlu’nun üstlendiği Sebil Dergisi’nde laikliği konu edine üç tane yazı yayınlanmıştır. Bunlar; Ahmed Selami tarafından kaleme alınan ve derginin 23 Ocak 1976 tarihinde yayınlanan 4. sayısında yer alan “Laiklik Maskesi” başlıklı yazıdır. Diğeri, Selâhaddin Es tarafından kaleme alınan ve derginin 7 Ocak 1971 tarihinde yayınlanan 54. sayısında yer alan “Modern Galiyye: Lâiklik” başlıklı yazıdır. Sonuncusu, Aydın Bâki Mutlu’nun derginin 6 Nisan 1979 tarihinde yayınlanan ve 170. sayısında yer alan “Hangi Laiklik?” başlıklı yazısıdır.

Ahmed Selami, “Laiklik Maskesi” başlığıyla kaleme aldığı yazısına Tanzimat döneminde başlayıp günümüze kadar yapılmış olan tüm reformların, inkılâpların ve ihtilallerin köken itibariyle materyalizm ve ateizmden esinlendiklerini ifade ederek başlar.  Söz konusu reform ve inkılâpların hedefinde hep İslâm dininin  (Şeriat) olduğu belirtilir. Yazıda, bu inkılâp ve ihtilallerin sevk ve idarecilerinin, millete nazaran az bir kesim olmaları nedeni ile doğrudan millete ve dine meydan okuyamadıkları vurgulanmıştır. Çünkü milletin büyük çoğunluğunun dinine ve inancına sahip çıkacağını, dine meydan okuyacaklara prim vermeyeceklerini tahmin etmişlerdir.  Milletin kendilerine direneceklerini bildiklerinden İslam diniyle apaçık bir biçimde mücadeleye kalkışmamışlardır. Ancak materyalizm ve ateizmin hâkim olması için İslam dininin veya İslam dininin hâkim olması için ise materyalizm ve ateizm ortadan kalkması lazımdır. Selami, yukarıda bahsedilen sebepten dolayı materyalist ve ateistler İslam Diniyle mücadele edemeyince onu kanunlar yoluyla sınırlamaya çalıştıklarını dile getirmiştir. Selami, 2 Mart 1924 tarihinde teklif edilip bir gün sonra 3 Mart 1924 tarihinde kanunlaşan bir kısım maddeleri ifade eder. Bu maddelere göre din işlerinden sorumlu bir Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kurulacak, Diyanet İşleri Başkanı, Başbakanın tavsiyesi ile Cumhurbaşkanı tarafından atanacak, DİB’in bütçesi Başbakanlık bütçesinden karşılanacak, DİB, Başbakanlığa bağlı olacak, imam, hatip, vaiz, müezzin, kayyım ve diğer din görevlileri DİB tarafından atanacak ve DİB’e bağlı olacak ve müftülerin danışacakları ve bağlı olacakları yer DİB olacaktır. Yazar kısaca ifade edilen bu maddeleri ilgili yazısında yayımladıktan sonra değerlendirmeye geçer. Selami, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın materyalist veya ateist olması durumunda bu kişilere bağlı DİB ve DİB’e bağlı müftü, imam ve müezzinlerin İslam dinine göre nasıl hareket edebileceklerini sorar. Bu durumda din işleriyle uğraşanlar İslam’ın buyruğuna göre mi hareket edecekler yoksa bağlı oldukları makama göre mi? Yazar, laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise laiklik32 nerede, diye sorar. Şeriat’ın verdiği hükümler sadece Müslümanları ilgilendiriyorsa laik olan bir devlet niye din alanına müdahale etmektedir. Laik bir devletin DİB diye kurumu kurmasının Müslümanları aldatmaya yönelik olduğu vurgulanır. Selami, yazının son kısmında devletin böyle bir müdahalede bulunmasının din ve vicdan hürriyetine aykırı olduğunu dile getirir.

Sebil Dergisi’nde laiklik ile ilgili çıkan üçüncü yazı, Selâhaddin Es tarafından kaleme alınan “Modern Galiyye: Lâiklik” başlıklıdır. Yazar, söz konusu yazısında “Felsefe’ye Başlangıç” isminde bir kitap ile ilgili yapılan tartışmaya kısaca değindikten sonra laik bir devletin İslam ile ilgili ne kadar doğru tutum sergileyeceğini sorgular. Müspet bir cevap bulamayan Es, laik bir devletin ve kurumun İslam ile ilgili olay ve hadiselere yorum yapmaması gerektiğini savunmuştur. İslâmı bir bütün olarak kavramayan laik bir devletin İslam ile ilgili herhangi bir şeyde hüküm vermemesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu gibi konulara değindikten sonra yazar, Galiyye mezhebi ile ilgili tarihsel bilgi verip o dönemde yapılan tartışmalara cevap vererek yazısına son verir.

Aydın Bâki Mutlu, “Hangi Laiklik?” başlığıyla kaleme aldığı yazısına laikliğin tanımının kime sorulursa sorursun alınacak cevabın “dinin devlet işlerinden uzaklaştırılması” olduğunu dile getirerek başlar. Laikliğin bozulmasının dinin devlet işlerine karışması anlamına geleceği düşünülmüştür. Ancak yaşanan ise devleti yönetmek isteyenlerin dini kullanmasıdır. Siyaset alanında makam ve mevkiyi önceleyen kimseler her ne kadar dini emellerine alet etseler de kabahatin hep dinde bulunduğu belirtilmiştir. Söz konusu bu kişilerden din her zaman zarar görmüştür. Bu kişiler dinin elinde bulundurduğu siyasi ve hukuki gücün törpülenmesi gerektiğini düşünmüşlerdir. Tahsil ve hukuk gibi müesseselere dinin karışılması engellenmeye çalışılmıştır. Mutlu, mezkûr açıklamaları yaptıktan sonra dinin siyasete alet edilmesinin Ortaçağ döneminde Kilise ile birlikte başladığının altını çizer. Kilise bu dönemde dini bir kenara bırakmış dünya imparatorluğuna hâkim olmaya çalışmıştır. Kilise, bazı kralları aforoz edip değiştirmeye çabalamış, bir kısım kralları zehirlemiş, engizisyon mahkemeleri ile bir mafya gibi hareket etmiş, Cennet’ten köşkler vaat ederek mal ve mülk toplamış, muharref olanı İncil’i kendi çıkarları doğrultusunda daha fazla tahrif etmiştir. İmparator ve Krallar, Kilise ve Papa’yı dizginlemek için din ve devlet işlerini ayırmaya karar vermişlerdir. Yoğun mücadeleler sonucunda laiklik bir devlet rejimi olarak ortaya çıkmıştır. Yazar, Batı’da yaşanan laikliğin tarihsel sürecini anlattıktan sonra İslam Dünyası’ndaki din ve siyaset arasındaki ilişkiye değinmiştir. Emeviler ve Abbasiler gibi önemli Müslüman devletlere bakıldığında dinin siyasete değil siyasetin dine müdahalesinin görüleceği vurgulanmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Türkiye’de laiklik İslam karşıtı olarak tatbik edilmeye çalışılmış ve “Devlet memuru lâiktir, namaz kılmaz” gibi sloganlar ön plana çıkmıştır. Mutlu, Türkiye’de yapılması gerekenin devletin dine karışmasının engellenmesi olduğunu belirtmiştir. Yazının son paragrafında “İslâm dini cemiyeti ve bütün dünya hakkında yüksek bir görüş ve anlayış verir” ifadeleri yer alır. “Mü’minin basiretinden korkunuz. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” hadis-i şerifine yer verilerek yazıya son verilir.

 

Leave a Comment