Tasavvuf Tarihini Dönemlendirme Sorunu
Tasavvuf Tarihini Dönemlendirme Sorunu, Ekrem Demirli, 4 Aralık 2015 Cuma, 18.00
İlmî Etüdler Derneği tarafından düzenlenen “İslâm Düşünce Tarihi Yazımında Dönemlendirme Sorunu” başlıklı seminer dizisine bu hafta Prof. Dr. Ekrem Demirli’nin “Tasavvuf Tarihini Dönemlendirme Sorunu” konulu konuşmasıyla devam edildi. Demirli sözlerine akademimizde henüz bir “din bilimi tarihçiliği” oluşmadığı tespitiyle başladı. Bilhassa ilahiyat akademisinde tarihsel araştırmalarla nazari araştırmaların ayrıştırılmaması olgusundan kaynaklanan bu sorun, her iki alana da vukûfiyeti gerektiren din bilimi tarihçiliğinin akademik olgunluğa erişememesine de zemin hazırlamıştır. Demirli’ye göre İslam düşünce ve ilim geleneği “Hakikatler sabittir, bilgi mümkündür” ilkesinden hareket eder ve bu ilkenin neticeleri temelde din bilimleri ve felsefi bilimler şeklinde iki ayrı alandan takip edilebilir. Dolayısıyla din bilimlerine ilişkin tarihsel dönemlendirmeler bu tasnif üzerindeki soruşturmalarla açığa çıkacaktır. Bu soruşturmalarda ilimlerin mesailinin değişip değişmediğine yönelik sorular belirleyici olmalıdır. Demirli’ye göre din ilimlerinin gelişim seyrini tespit ederken tarihsel dönemlendirme yapmak zorunda değiliz ancak bir dönemlendirme yapılıyorsa bunun için çok ciddi nazari kırılmaların dikkate alınması gerekir. Bu yüzden ancak ilimlere ait mesail değiştiğinde dönemlendirmeden bahsedilebilir. Din bilimleri özelinde coğrafi bir ayrıma giderek Hicaz ve Hicaz sonrası dönem ayrımını yapan Demirli, kabaca hicri ilk iki yüzyılı kapsayan Hicaz sonrası erken döneme ait literatürün bilinmediğini vurgulamış ve bu durumun dönemlendirme konusunda sorun teşkil ettiğini belirtmiştir.
Bu ilkeler ışığında Demirli, tasavvufun mesailinin “haller ve makamlar” bahsi olduğunu, dolayısıyla tasavvuf tarihine ilişkin bir değerlendirme için bu mesele üzerindeki kırılmaların tespit edilmesi gerektiğini belirtti. Demirli’ye göre bugün yaygın olarak kullanılan zühd dönemi, tasavvuf dönemi, tarikatlar dönemi, felsefi tasavvuf dönemi gibi sınıflandırmalar doğru yaklaşımlar sayılmaz. Tasavvufun mesailini dikkate aldığımızda aslında birincisi haller ve makamları bir “bireyin hali ve makamı” olarak anlayan ilk dönem tasavvufunu; ikincisi ise bu bireysel hal ve makam yorumunu bütün varlığa teşmil eden İbnü’l-Arabî ve Konevî’nin tasavvuf anlayışları şeklinde iki temel dönem olduğunu görüyoruz. Demirli birinci dönemi “Sünni tasavvuf dönemi” olarak adlandırarak bu dönemi şekillendiren en önemli sorunun şeriat-hakikat ilişkisi sorunu olduğunu belirtmiştir. Ona göre bu dönem tasavvufun din bilimlerine göre şekillendiği bir süreci ifade eder. Bu yüzden Demirli, din bilimleri için bir tarihsel dönemlendirme yapıldığında ilimler ya da fırkalar arası “hilaf ve vifak” durumlarının dikkate alınması gerektiğini vurgulamıştır. Bu açıdan bakıldığında sünni tasavvuf dönemi, Demirli’ye göre bugün de varlığını sürdüren ve büyük ölçüde Nakşibendilik tarikatı bünyesinde temessül eden bir anlayışı ifade eder. Demirli’nin ilk dönem bağlamında altını çizdiği bir diğer husus da Serrâc, Kelâbâzî ve Ebu Tâlib Mekkî gibi erken dönem mutasavvıfların eserlerinden yararlanan Gazzâlî’nin tasavvuf tarihini dönemlendirmek için bir ölçüt isim olamayacağı konusuydu. Ona göre Gazzâlî, tasavvufun din ilimleri arasında resmen kabulünü hızlandırmak dışında sürece bariz bir katkı sağlamamıştır. Demirli ayrıca tasavvufun din ilimleriyle karşılaşmasını ve “sünni tasavvufun” teşekkülünü şehri terk etme-şehre dönme ikiliğinin bir sonucu olarak gördüğünü belirtmiştir.
Demirli’ye göre tasavvufun ikinci büyük dönemi, İbnü’l-Arabî’yle başlar. Bu dönemde tasavvuf din bilimleri yerine felsefe ve kelam ilimlerini muhatap kabul ederek “tasavvuf metafiziği”ne dönüşmüştür. Hakk’ın mutlak varlık kabul edilmesi ve a’yân-ı sâbite konusuyla vahdet-i vücûdun bir nazariyeye dönüştüğünü belirten Demirli’ye göre vahdet-i vücûd şarihleri genel olarak geleneği ileriye taşımak yerine, bu nazariyenin ilk kaynaklarına bilhassa da Eş’ariliğe döndükleri için vahdet-i vücûd geleneğini İbnü’l-Arabî ve Konevî ile sınırlamanın daha doğru olacaktır. Bu noktada İbnü’l-Arabî’yi anlamak için Konevî’nin kilit isim olduğuna dikkat çeken Demirli, İbnü’l-Arabî’nin Antik Yunan, Mutezile, Eş’arilik ve Meşşai Felsefe gibi düşünce ve kelam ekollerinin çelişki ve tutarsızlıklarına karşı önerdiği çözümlere ancak Konevî’nin ilmî diliyle ulaşabileceğimizi hatırlattı. İbnü’l-Arabî ve vahdet-i vücûd eleştirilerine de değinen Demirli, Simnani, Taftazani ve İmam Rabbani gibi isimlerin vahdet-i vücûdu teoriye dönüştüren temel konulara yönelik reddiyeler geliştirdiklerini, ancak bu eleştirilerin tasavvuf tarihinde yeni bir kırılma yaratmadığını söyledi. Ona göre bu konudaki en büyük yanlışlıklardan biri İmam Rabbani’nin eleştirilerine yönelik değerlendirmelerde görünür. Demirli’ye göre İmam Rabbani vahdet-i vücûd düşüncesinin en önemli konusu olan a’yân-ı sâbiteye yönelik eleştiriler serdetmiş ve vahdet-i vücûd kavramlarının içini boşaltmış olsa bile bu durum, vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd şeklinde iki ayrı nazariyenin varlığını gerektirmez. Çünkü vahdet-i vücûdu “vahdet fi’l-ayn” (dış dünyada varlığın birliği) olarak ele aldığımızda İmam Rabbani’nin görüşleri ancak “vahdet fi’l-müşahede lâ fi’l-vücûd” şeklinde ifade edilebilir ve bu anlayış zaten sünni tasavvufun fena-beka teorisiyle uyuşur. Dolayısıyla İmam Rabbani, tasavvuf tarihinde yeni bir dönemin öncüsü olmak yerine eski söyleme dönüşün temsilcisi sayılabilir.
Sonuç olarak Demirli, tasavvuf tarihini dönemlendirmeyle ilgili akademik zorluklara değindikten sonra temelde iki ayrı dönemden söz edilebileceğini ortaya koydu. Her iki döneme ilişkin araştırmaların artmasıyla bu dönemlendirmenin detaylarının kavranacağını belirterek sözlerine son veren Demirli, daha sonra dinleyicilerden gelen soruları cevaplandırdı.