Türk Edebiyatında Postkolonyalizm
Akademisyen ve eleştirmen Bilgin Güngör, 18 Kasım 2017 tarihinde İlmî Etüdler Derneğinde “Türk Edebiyatında Postkolonyalizm” başlıklı sunumunu gerçekleştirdi. Oldukça faydalı olan ve farklı mecralarda da sürdürülmesi arzu edilen sunumda kolonyalizm, postkolonyalizm, şarkiyatçılık ve emperyalizm gibi kavramlar açıklanıp tarihsel sürece dair gerekli bilgiler paylaşıldıktan sonra Türk edebiyatına bu kavramlar çerçevesinde nasıl bakılabileceği örnekler üzerinden tartışıldı.
Kolonyalizmin genel bir tanımı ile başlayan Güngör, daha sonra söz konusu kavramın ve sürecin ortaya çıkışı ve emperyalizmden nasıl farklılaştığı üzerinde durdu. Bu anlamda emperyalizm, tüm dünya pazarının birkaç büyük gücün tekeline geçerek elde tutulması yöntemiyle işlerken, kolonyalizm başka ülkelerin işgal edilmesiyle birlikte sömürgeye dayalı koloniler kurma biçimidir. Postkolonyalizm ise özetle kolonyalizm sonrası dönem olarak ifade edilmekle birlikte kolonyalizme bir cevap ya da tepki olarak doğan ve sömürgeleştirilen toplumların edebi üretimlerini ya da kültürel konumlarını inceleyen bir kuramdır. Güngör, bu tanım ve karşılaştırmaları örneklerle genişlettikten sonra, kolonyalizm çalışmalarının düşünce ve edebiyat alanında nasıl başladığı üzerinde durdu. Resmî görüşe göre bu çalışmalar Edward Said’in Oryantalizm eseri ile başladığı kabul edilse de, aslında Said’den daha evvel bu konuları ele alan Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetleri balıklı kitabını da göz ardı etmemek gerek.
Postkolonyal çalışmalar her ne kadar Batı’nın Doğu üzerinden nasıl bir öteki kurduğu, metinlerden yola çıkarak yarattığı Doğu’yu nasıl gördüğü fikrinin Şarkiyatçılık ile sorunsallaştırılmasıyla başlasa da zamanla kadın, emek, işçi hakları gibi meselelere açılarak genişletilmiştir. “Türk Edebiyatında Postkolonyalizm” konusunda ise farklı devirlerde farklı isimlendirme ve yaklaşımlarla karşılaşmak mümkün. Bu anlamda Güngör, meselenin edebiyatımızda nasıl karşılık bulduğunu her devrin bu konuda öne çıkan kalemlerinden verdiği örneklerle birlikte izah etmeye çalıştı. Değinilen yaklaşım, sanatçı ve eserler hakkında çok dataylı bilgiler sunulmakla birlikte genel olarak
Tanzimatla birlikte edebiyatımıza giren ideolojik kavramlardan biri de o devirde “müstemlekecilik” olarak adlandırılan sömürü kavramıdır. Tanzimat edebiyatında bu fikri dile getiren ilk isim Abdülhak Hâmid olmuştur. Ondan seneler sonra Ülkü mecmuasında yazdığı bir yazıda Nahit Sıırı Örik ise “bizde müstemlekeciliğin Duhter-i Hindû ile” başladığını belirtmiştir. Hâmid’in bu tiyatrosunda iki âşık arasındaki ilişki bir anlamda İngiltere-Hindistan arasındaki ilişki gibidir. Hint kızı aldatılır, kandırılır, sömürülür… Tanzimat’ta bu meseleyi en çok işleyen kalem ise Ahmet Mithat Efendi’dir. Farklı coğrafyaları işleyerek okuyucuyu fikrî seyahate çıkaran yazar Rikalda yahut Amerika’da Vahşet Âlemi eserinde bu konuyu ele alır. Bu noktada Güngör, Hamid ile Ahmet Mithat’ın sömürgecilik karşısında takındığı farklı tutumlara dikkat çekti. Öyle ki, Hâmid, müstemlekeciliğe karşı çıkarken Ahmet Mithat Efendi İngilizlerin oraya medeniyet götürdüğünü savunur; oradaki insanları hayvan benzetmeleriyle tasvir ederken sömürgecileri ise orayı vahşîlikten kurtaran kişiler olarak görür. Fakat aynı yazar, söz konusu Osmanlı toprağı olunca işgale ve sömürüye yeltenenlere şiddetle karşı çıkmaktadır (Ahmet Metin ve Şirzad). Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Türk aydınının bir “düalite” içinde olduğu görülmektedir (Aydınların bu fikrî ikilemini ilk dile getiren kişi Ziya Gökalp’tir).
Ahmet Mithat’tan sonra Cenap Şahabettin de kolonyalizmi “medeniyet kurucu” olarak görmüştür. Hac Yolunda, Âfâk-ı Irak gibi eserlerinde o dönemde Osmanlı toprağı olan bazı yerleri İngilizlerin almasını ve oralara yol vb. yapmalarını övmüştür. Süleyman Nazif ise o dönemde Küba’da yaşananlar vesilesi ile Küba ile ilgili yazdığı şiiri Endülüs şühedâsına ithaf eder ve Endülüs şehitlerinin intikamını Kübalıların aldığını belirterek kolonyalizme cephe alır ( İlgili şiir Firâk-ı Irak eserinde yer almaktadır). Sömürüye ve kolonyal düzene karşı çıkan isimlerden biri de Mehmet Âkif’tir. Batı’nın Osmanlı topraklarında yaptığı kıyımları anlatarak İslam dünyasına felaket getirdiklerini pek çok yerde dillendirir.
Cumhuriyet öncesi dönemde bazı yazarlar Almanların demiryolu yapımının aslında madenleri de işletme arzusu ile ilgili olduğunu kavrayamadıkları için bu çalışmaları överler. Ancak Türk aydının “aklını başına getiren” asıl olay Milli Mücadele döneminde gerçekleşir. Nitekim, Milli Mücadeleden sonra, Cumhuriyet devrinde hiçbir aydın kolonyalizmi savunmayacaktır. Nazım Hikmet, Ercüment Behzat Lav, Süreyya Berfe gibi Marksist sanatçılar; Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, Nuri Pakdil gibi (Ahmet Kabaklı’nın tâbiri ile) “Yeni İslamcı” kalemler; 1980 sonrası dönemde milliyetçi ve liberal yazarlar çeşitli şekillerde ve birbirinden farklı nedenlerle kolonyalizm karşıtı fikirlerini eserlerinde dile getirmişlerdir. Sol/Marksist görüşteki kalemler meseleyi daha çok ezilenlerin başkaldırısı, işçi sınıfının direnişi, emeğin sömürülmesi temalarından hareketle ele alırken Yeni İslamcı akımın temsilcileri ise bilhassa İslam coğrafyasındaki kolonyal düzeni, sömürü sistemlerini ve işgalleri eleştirmişlerdir. 1980’e gelindiğindeyse yazar ve şairlerin elinde kolonyalizme dair İsrail meselesi dışında güncel olan pek bir malzemenin kalmadığı söylenebilir. Dolayısıyla bu dönemde daha çok yerleşmeci kolonyalist İsrail’in Filistin’e uyguladığı baskı ve şiddet ele alınır. Sevinç Çokum’un Fas’taki sömürge izlerini sürdüğü gözlemci eseri Beyaz Bir Kıyı ve Cemal Şakar’ın Ortadoğu ve Filistin merkezli Portakal Bahçeleri kitabı post kolonyal dönemin öne çıkan eserleri olarak görülebilir.
Akademisyen ve eleştirmen Bilgin Güngör’ün birçok yazar ve şairden örneklerle birlikte edebiyatımızda sömürü, kolonyalizm gibi meselelere nasıl yaklaşıldığını anlattığı ve post kolonyal dönemdeki yaklaşımları dile getirdiği konuşmasının sonunda kısa bir forum düzenlenerek dinleyenlerin soru ve görüşlerini dile getirmelerine imkan verildi ve kurumun Güngör’e teşekkür edip plaket vermesi ile konferans noktalandı.
Konferansa dönük izlenimler bağlamında özellikle iki noktaya değinilmesi gerekir: İlk olarak, konferans oldukça faydalı olmuştur. Çünkü ülkemizde henüz yeni yeni tesis edilen bir çalışma alanına (postkolonyalizm) dönük olarak oldukça sade bir dille anlatım sağlanmış ve hemen hemen herkesin anlayabileceği şekilde bir sunum gerçekleştirilmiştir. İkinci olarak, zamanın kısıtlı olması sebebiyle Güngör, konuyla ilgili örneklere pek fazla değinememiştir. Bu da konunun daha açık bir şekilde anlaşılması bakımından bir kusur olarak addolunabilir. Fakat anlatımdaki akıcılık ve yer yer dinleyicilere yönelik sorular, örneksemedeki kısırlığı kısmen telafi ettiyse de böylesi yoğun bir dönemi ve girift bir konuyu ele almayı hedefleyen bir sunumda konuşmacıya daha geniş bir zamanın verilmesi hem konuşmacı hem de dinleyiciler açısından daha faydalı olurdu. Böylesi güzel çalışmalar yaptığı için İlem’e teşekkür ediyor, daha başka çalışmalar sunmasını da temenni ediyoruz.