Felsefeye Türkiye’den Bakmak
Genelde Felsefe tarihi olarak anılan tarih, esasında daha ziyade batı tipi bir düşüncenin tarihidir. Batı tipi düşünceden kasıt, Batı’nın kendi aklî gelişimine uygun düşen düşünceler bütünüdür. Bu düşünce zaman içinde geçirdiği değişimlerden ve kırılmalardan dolayı doğrudan bir bütün olarak ele alınamasa dahi bir bütün olarak kabul edilmiştir. Daha doğru bir ifadeyle, düşüncenin zaman içinde geçirdiği büyük değişimlere bakıp, “felsefe” için bütün bu zamanı kapsayan kesin ve ortak bir tanımda bulunmak (örneğin Platon, Marx, Kant vs. filozoflar başka başka tanımlarda bulunurdu), aynı şekilde batı düşüncesi dışında kalan düşüncelerden de kendini ayıran bir tanımda bulunmak çok güçtür. Bu anlamda belirli bir “felsefe”nin tarihinden çok, muhtelif filozofların tarihi olarak ele almak daha doğru olacaktır.
Bu filozofları birbirine bağlayan ve bütünlüklü bir tarihten bahsetmemizi olanaklı kılan ise, başlangıcı Antik Yunan’a dayandırılan bazı soruların ve bunlar üzerine üretilen cevapların sonraki kuşaklara aktarılmasıdır. Bu sorulardan ve cevaplardan zaman içinde muhtelif bilimler doğmuştur ve bu soruları devralmışlardır. Felsefenin alanından hiç çıkmayan ve zaman içinde filozofların kendilerince buldukları cevaplara rağmen bazı metafizik kısımlar varlığını felsefi alanda sürdürmüştür. Hatta bilimsel gelişmeler de kendi metafiziklerini oluşturmuşlardır. Aydınlanma düşüncesiyle beraber metafizik zayıflasa da bitmemiştir. Kabaca, aydınlanma düşüncesinin, çıkmaza giren eski metafiziğe karşı yeni bir metafizik geliştirmeye çalıştığı da söylenebilir. Bu, mantıkçı pozitivistlere ve sonrasında gelen analitik felsefecilere kadar devam etmiştir. Onlar, metafizik soruların cevabının olamayacağını belirtip bu alanı saçma olarak nitelemişlerdir ve felsefeyi bu alandan temizlemek gerektiğini belirtmişlerdir. Kısa süren bu deneme, analitik felsefecilerin savunduğu düşüncenin de çatırdamasıyla amacına ulaşamamıştır ve metafizik bir şekilde tekrar felsefenin içinde yerini almıştır.
Kısaca yukarıda felsefe üzerine belirttiklerimizi bir cümlede toparlarsak, insanın kendisi ve genel olarak varlık hakkında sorduğu sorulara Batı’nın geliştirdiği veya kabul ettiği akıl yapısı içinde kalan düşünceler felsefe tarihini oluşturur. Sorular bütün insanları kapsıyor olmakla beraber, cevap bir açıdan sınırlı bir düşünce geleneği içinde aranıyor ve yine bulunamıyor. Bu açıdan bu sorulara mevcut geleneğin dışından bakmak, farklı bir akıl yapısı ile yaklaşmak düşünceyi zenginleştirebilir, bir çözüm sunabilir. Her ne kadar küreselleşen dünyada kültürler ve akıl yapıları giderek birbirine benzese de, toplumların taşıdığı kendi gelenekleri hala buna imkân tanıyabilir.
Türkiye’de yaşayan insanlar, Cumhuriyet tarihiyle sınırlandırmazsak, batı düşüncesiyle kesişmekle beraber başka bir düşünce yapısına da sahiptir. Bir açıdan, iki farklı geleneği de içinde barındırmaktadır. Bu açıdan bu toprakların düşünürleri sorunlara hem içeriden hem dışarıdan bakabilecek imkânlara sahiptirler. Köşeye sıkışan felsefeye ve genel olarak düşünceye, geleneğini gözden geçirerek, geleneksel akıl yapısını koruyarak yeni çözümler getirebilir ve bu alanı ferahlatabilir. Felsefe sorunlarına bu topraklardan katkı sağlamaya çalışan insanların bu durumda Batı felsefesi tarihinin yanında kendi geleneğinin düşünce tarihini bilmesi gerekir. Bu hem kendi sözlü kültürünü hem de yazılı kültürü incelemek ve anlamakla mümkündür.
Bu çalışmaların maksadı elbette bir doğu – batı ayrımı, hatta kavgası yapmak değildir. Aksine insana ve genel olarak varlığa bir pencereden bakmayıp farklı pencereler, imkânlar açabilmektir.