Velâyetnâme Kavramının Tarihsel Gelişimi
Velayetname Kavramının Tarihsel Gelişimi, Haşim Şahin, 7 Mayıs 2015 Perşembe, 18.00
Sakarya Üniversitesi’nden Doç. Dr. Haşim Şahin, İlmi Etüdler Derneği’nde “Velâyetname Kavramının Tarihsel Gelişimi” ile ilgili bir sunum gerçekleştirdi. Konu, her ne kadar “Velâyetname Kavramı” olarak belirlenmişse de Haşim Şahin Hoca sunumun başında, konuya bir ay evvel gerçekleştirdiği “Menâkıbnâme Kavramının Tarihsel Gelişimi” sunumunda kaldığı yerden devam etmek istediğini söyledi.
Haşim Şahin, daha önce ifade ettiği bir yanlış anlaşılmayı gidermeye yönelik uyarıyla sunumuna başladı. “Menâkıb” kavramının sadece evliyaullah için kullanılan mistik, tasavvufî bir kavram olmadığını, çok farklı kesimlerin çok farklı maksatlarla, farklı niyetleri ifade etmek için “menâkıb” kavramını kullandığını, tarihi şahsiyetleri veya şehirleri anlatan menâkıbların da bulunduğunu belirtti. Bununla birlikte zaman içerisinde 12. yüzyılla birlikte “menâkıb” kavramının zamanla sadece bir alana doğru yöneldiğini, yalnız tasavvufî şahsiyetleri anlatmak için kullanılmaya başlandığını dile getirdi. Hoca’ya göre, bugünkü sürece gelindiğinde artık “menâkıbnâme” denince akla sadece bir takım tasavvuf zümrelerinin dervişleri, şeyhleri anlatmak için kullandıkları bir kavram akla gelmektedir.
Haşim Şahin, bu noktada araştırmacılar ve akademisyenler için önemli bir uyarıda bulundu. Tasavvuf büyüklerini anlatan eserler sadece “menâkıbnâme” kavramı ile ifade edilmemektedir. Tek kişiden bir genellemeye varmak doğru olmasa da Ahi Evran’ın hayatını anlatan esere ne menâkıbnâme ne de velâyetname denmiş, “Kerâmât-ı Ahi Evran” adı verilmiştir. Seydişehir’i kuran, Horasan kökenli, şehir kurucu Seyyid Harun Veli’yi anlatan eser içinse “kerâmât” kavramı da kullanılmamış, “Makâlât-ı Seyyid Harun Veli” denmiştir. Oysa kitapta Seyyid Harun Veli’ye ait herhangi bir makale yoktur. Araştırma yaparken tek kavrama takılmamak ve bu tür farklı kavramlara dikkat etmek gerekir.
Daha önceki dönemlerde, 9. yüzyılda Sulemî, Kuşeyrî gibi önde gelen mutasavvıflar “menâkıbnâme” kavramına karşılık “tabakat” kavramını kullanmışlar. Yine 10. yüzyılda “hilye”, “keşf” gibi kavramlar kullanılmış. Hatta tarih kitapları için de “tabakat” kavramı seçilmiştir. Taberî’nin tarihi bile aslında bir tabakat kitabıdır.
- yüzyıldan itibaren Kadiriye, Rifaiye gibi büyük tarikatlar ortaya çıkmaya başlıyor. Tasavvuf, bir mektep haline geliyor. Artık tek tek şahsiyetlerden öte, tarikat dediğimiz aidiyet havası taşıyan belli kurallar ve kaidelerle işleyen sistematik yapılar oluşuyor. Bu noktada tarikatları kuran, sonraki dönemde “kutb” denilen şahsiyetlerin tanınabilmesi için bu tür eserlerin arttığını görüyoruz. Tarikat mensupları kendi şeyhlerini anlatmak için çoğu zaman yanlı olarak bu tür eserler oluşturdular.
Sunumda sufî olmayan müelliflerin de bu tür eserleri yazdıkları, İbn Kayyım El Cevziyye’nin Hz. Ömer ve Ömer bin Abdülaziz gibi şahsiyetlerin hayatlarını anlatan eserler kalem aldığı ve bunların bir tür biyografik eserler olduğu belirtildi. Aynı yazara ait Maruf u Kerhî’yi anlatan ve “Menakıb” denen eserin, bu isimle adlandırılan ilk eser olma ihtimalinden söz edildi.
Ardından konuyla ilgili eserlerle ilgili zengin bir örneklik ortaya kondu. Çok sayıda eser ismi ve yazarı hakkında anlatımlarda bulunuldu. Yine parantez içi bir açıklama olarak “gavs” ve “kutb” kavramlarına değinildi. (Her iki kavram da “kendi çağlarında cihanı yöneten kişi” anlamında kullanılmaktadır.)
Menâkıbnâme yazarları, kendi çağlarındaki şeyhleri anlatabildikleri gibi kendilerinden önce dönemlere ait şeyhleri de anlatabilmektedir. Menâkıb eserleri kapsamları bakımından şu şekilde sınıflandırılabilir:
-Bir tarikatı baştan sona anlatan eserler
-Sadece bir tarikatın pirini ya da önemli bir şahsiyetini anlatan eserler
-Bir tarikatın önemli birkaç şahsiyetini anlatan eserler
-Farklı tarikatlardan farklı birkaç kişiyi anlatan eserler.
Şahin, sunumunu bunların her biri ile ilgili örnekler vererek zenginleştirdi. Bu eserler arasından “Tarih-i Emir Sultan” adlı eserin menâkıb olmasına rağmen tarih olarak adlandırıldığına dikkat çekti.
Şahin, “Türklerde menâkıbnâme yazma geleneği nasıl oluştu?” sorusunu da cevapladı. Bu tür eserlerin başlangıçta “tezkire” olarak ortaya çıktığını, tezkirelerin en eskisinin ise ilk Müslüman Türk hükümdarı Karahanlı Satuk Buğra Han’ı anlatan “Tezkire-i Satuk Buğra Han” olduğunu belirtti. Velâyetnamelerin en eskisinin ise, muhtemelen, Bektaşî geleneği içinde Hacı Bektaş-ı Velî’yi anlatan “Velâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî” olduğunu ifade etti.
Kahramanları anlatan eserlerin de bir tür motivasyon aracı olarak yazıldığı, bu tür eserlerin menâkıbnâme olarak adlandırılmak yerine anlatılan kişilerin adlarının sonuna “name” eklenerek adlandırıldığı sunumda dikkat çekilen hususlardan biriydi. Şahin, buna örnek olarak Sarı Saltuk’u anlatan Ebu’l Hayr er-Rumî’nin “Saltukname” adlı eserini belirtti. Ancak eserde anlatılan Sarı Saltuk ile gerçek Sarı Saltuk arasında bir ilgi bulunmadığını, kahramanın daha çok eseri sipariş eden Cem Sultan’ın cihan hükümdarı hayalini yansıttığını ifade etti. Şahin, bu örnekten yola çıkarak eserlerin analitiğinin iyi yapılması gerektiğine dikkat çekti. Yine bu eserlerdeki her şey hayal kabul edilemez. Bu eserler hiçbir şey ifade etmiyorsa o dönemin sufîlerinin zihin dünyasını yansıtması bakımından bile tek başına çok önemlidir, vurgusunu yaptı. Menâkıbnâme ve velayetnamelerde abartının hep bulunduğunu vurguladı. Bununla birlikte bu tür eserlerde pek çok tarihi gerçeğe rastlanabileceğini dile getirdi.
Sunumun soru-cevap kapsamında eserlerin dilinin sade olduğu ifade edildi. Yine bu eserlerin duygu tarihi açısından önemli olduğu, bunların bir tarikat içinde duyguların nasıl değiştiğini gösterdiği belirtildi. Yine bu tür eserlerin yemek tarihi gibi konularda da kaynak olabileceği ifade edildi. Menâkıbların yazarlarının genellikle bilindiği, bazı yazarların kibre yol açmamak için ismini belirtmediği, buna karşılık profesyonel menâkıb yazarlarının bulunduğu ve bu alanın hâlâ araştırmaya muhtaç olduğu dile getirildi.
Her başlıkla ilgili çok sayıda örneğin verilmesi, bu örneklerin kronolojik bir sıralamaya tabi tutulması ve bu alandaki boşluğun hissettirilerek bir araştırma hevesinin uyandırılması yönleriyle sunum oldukça verimli geçti.