Yeni Delhi’ye Gitmek Üzere Yola Çıktık Şahcihânâbâd’dan Döndük

Yeni Delhi ziyaretinden döneli bayağı oldu sayılır.
İtiraf etmem gerekir ki, Delhi’ye giderken nispeten hâliyyuzzihn sayılırdım. Pek fazla okuma yapmaya fırsat bulamamış, sadece ne var ne yok araştırmasıyla yetinmiştim. Okumalarımın bir kısmını şehirde gezdiğim esnada yapma imkânım oldu. Bu okumalar yoluyla takip ettiğim şehir zamanla kendini açmaya başlasa da,
ilk birkaç gün boyunca Yeni Delhi’ye dair izlenimim kelimenin tam anlamıyla felaketti. Burada şöyle bir aylık bir mecburi ikamet, en ağır cezalar arasında sayılabilir diye içimden geçirmedim değil. Böyle düşünmemin nedeni, bitmek tükenmek bilmeyen gürültü, kalabalık, temizlik standartlarının -benim gibi temizlik takıntısı kesinlikle bulunmayan biri için bile- neredeyse olmaması ve şehirle ilk karşılaşan biri için dayanılmaz bir kaostu. Hatta, Yeni Delhi’den sonra kaotik rüyalarımın arka fonu hazır diye düşünmedim de değil. Burada yaşayanlar için bunun muntazam bir kaos olduğunda şüphe yoksa da, şehirle ilk defa yüz yüze gelen biri için bu kaostaki düzeni keşfetmek her zaman kolay olmuyor.
Diğer taraftan, şehirde ağır ve çoğu zaman hüzün iras eden bir sefaletle karşılaşıyorsunuz. İşin doğrusu, yoksul ülkeler gezdiğim oldu, Türkiye’de de yoksul köyler ve semtler gördüm. Fakat burada yer yer karşılaştığım sefalet, ne yazık ki yoksulluk sınırlarını aşan bir boyuta sahipti. Zira oldukça kalabalık bir müslüman pazarının orta yerinde devasa büyüklükteki açık bir çöp tepesinin, etrafında kümelenmiş seyyar satıcılar, mağazalar, medreselerle birlikte manzaranın doğal bir parçası haline gelmesini, yoksulluktan çok sefalet açıklayabiliyor.
Şehirle ilgili vehle-i uladaki bu ilk izlenimlerime hep bir soru eşlik etti: Peki bu sefaleti ne açıklayabilir? Çünkü ortada fena halde parçalanmış bir yaşam küresi ve bu parçalanmışlık üzerine eğreti bir biçimde inşa edilmek zorunda kalınmış çaresizlikler bulunduğu açıktı.
Birinci gün, Delhi’nin halihazırda en büyük mabetlerinden biri olan Delhi Cuma Mescidi’ne gitmiş ve Cuma namazını burada eda etmiştik. Cami’den çıktıktan sonra, Chandni Chowk diye bilinen çarşıya çıktık. Doğrusu Fatih Camii’nden Malta çarşısına çıktığınızda sizi karşılayan kaotik göstergebilimsel düzene form açısından benzer olsa da, derece bakımından kuşkusuz bu benzetme yerinde olmaz. Chandni Chowk ya da kendi aramızdaki tabirle Delhi Camii pazarı ile muhteşem Delhi Camii arasında tam bir uyumsuzluk vardı; neredeyse her açıdan..
Sonraki gün, Kutub Minar’a ya da tam adıyla Kuvvetü’l-islâm camii’ne gittik. Uzunca bir zaman önce, Kutub Minar’ın birkaç fotoğrafını görmüş ve dakikalarca seyretmiş, dönüp dönüp bakmıştım. Burada sadece bu minareyi göreceğimi düşünürken, minarenin sadece bir parçası olduğu oldukça büyük bir kompleksle karşılaştım. 1192 senesinde, Delhi Sultanlığı’nın kurucusu Kutbuddin Aybek tarafından, son Hindu Delhi kralını yenerek bu bölgeyi tamamen ele geçirmesi üzerine yapılan ve bu nedenle kuvvetü’l-islam (İslam’ın gücü) adı verilen bu cami ve kompleks, tahayyül sınırlarını zorlayan bir zerafet ve ihtişama sahipti.
Dönmeden önceki son günümüzde, La’l Kal’a’ya, turist rehberinde geçtiği haliyle Redfort’a ve gerçek adıyla Kal’a Mubarek’e gittik. Bizde kale denilince, kale anlaşılır. Oysa burası, Babür İmparatorluğu’nun başkentini Agra veya Ekberâbâd’dan Delhi’ye taşıyan Şah Cihan’ın 1648 senesinde inşa ettiği ve sonraki iki asır boyunca Babür idaresinin merkezi olan yaklaşık 255 dönümlük devasa bir saray. Doğrusu, bahçeleri, sarayı baştan sonra kuşatan arkları ve havuzları, harikulade taş işlemeleri ve renk cümbüşleriyle bu sarayın, Şah Cihan ve sonraki hükümdarların kendi tahayyüllerindeki cennet köşklerine öykündüğü oldukça açık. Havuzlar ve arklara verdikleri adlardan da bu öykünme sezilebiliyor. Sarayı temaşa boyunca, hemen ittifakla tüm arkadaşlar Doğu’dan ve Batı’dan şimdiye kadar gördüğümüz en mükemmel saray kompleksinin Kızıl Kale olduğunu tekrar etmekten kendilerini alamadılar. Farisi şair Emir Husrev de şöyle demiş: “Eger Firdevs ber-ruhe-e-zemin est, heminest o heminest o hemin ast” (Eğer dünyada bir cennet olsaydı, orası burası olurdu, burası olurdu, burası olurdu.)
Daha Hümayun türbesi,Firuz Şah Mescidi, Chantar Mantar, Nizamuddin Dergahı ve diğer yerlerden bahsetmiyorum. Tüm buraları gezdikten sonra şehirde bir terslik bulunduğunu hissediyorsunuz. Kızıl Kale’nin muhteşem kapısından çıkınca, muhtemelen böyle bir kaosla karşılaşılmıyordu diyor insan. Hele elçilerin bu kalenin kapısına daha varmadan fillerle karşılanıp iç kapıya kadar âlâ-yı vâlâ ile getirildikleri o muhteşem resimleri görünce, Saray ile Delhi Cuma Mescidi arasında kalan kaotik yaşam alanı sizin için sürrealist bir ressamın talihsiz fırça darbeleri halini almaya başlıyor. Bir terslik var..
İngilizlerin Hint alt kıtasının başına neler getirdiğini biraz mürekkep yalamış herkes gibi ben de biliyorum. Fakat cehaletimden utandığım bir nokta, bu bölgede, özellikle de Delhi’de veya eski adıyla Şahcihânâbâd’da yaşayanlariçin 1857 tarihinin ne anlama geldiğini bilmemem. II. Bahadır Şah’ın öncülüğünde Doğu Hindistan Kumpanyası’na başkaldıran direnişçileri 1857’de ağır bir yenilgiye uğratan sömürgeciler, şehri cezalandırmak için verilebilecek en acı cezayı düşünür ve bulurlar: Kızıl Kale ile Cuma Mescidi arasında bulunan kadim Delhi şehrini kelimenin tam anlamıyla yerle bir etmek (https://en.wikipedia.org/wiki/Siege_of_Delhi, https://johnnicholsongreatmutiny.wordpress.com/…/delhi-bef…/). Kadim ve mamur Delhi şehri, büyük pazarları, mescidleri, evleri ve medreseleriyle birlikte tamamen yıkılarak boş bir arsaya çevrilir. Şimdi Kızıl Kale ve Delhi Cuma Mescidi arasında gördüğümüz Chandni Chowk’ın, her şeyleri alınmış insanların yıkılmış bir saray üzerine kurdukları eğreti çadırdan ibaret olduğunu anlamaya başlıyorum. Bana bir gerçeküstücünün talihsiz fırçaları gibi gelen bu sefalet, burada yaşayan binlerce insanı sükunet içerisinde iskan ettikleri meskenlerden kanırtırcasına koparıp atan gerçek bir acının ve çaresizliğin ifadesi..
Her şeyleri ellerinden alınmış bu insanlar, tamamen yerinden edilmiş bu eski dünya üzerine, yoksulluk içinde derme çatma yaşam alanları kurmuşlar. Peki aradan onca yıl geçtikten sonra bile neden bu sekinete dönmek yerine, her şey gittikçe daha da eğretileşerek kaotik hale gelmiş. Çünkü bu insanların önce kendi yaşam alanlarını imar çabaları köreltilmiş. İngilizlerin, mahir zanaatkarların kollarını çaprazlama keserek onları çalışamaz hale getirdiği biliniyor. Üretim ve inşa yollarını tükettikleri bu insanları, önce kendi ürettikleri mallara muhtaç konuma getirerek iyice yoksullaştırmışlar, daha sonra onları araçsallaştırıp kendi mallarını burada onlara ürettirerek tamamen köleleştirmişler. Bunlara ilaveten, tüm yoksunluklarına ve çaresizliklerine karşın İngilizler’e direnerek bağımsızlığını elde eden bu insanları, sanki, sefaletlerine sebep olan üretim-tüketim çarkına dahil olma çabası tüketiyor.
Hâsılı Yeni Delhi’ye gitmek üzere yola çıktık Dehli ve Şahcihânâbâd’dan döndük. Dönerken aklımda, bir hocamızın, İslamlaşması neredeyse Anadolu’nun İslamlaşmasını önceleyen ve bin yıla yakın bir süre İslam coğrafyasının ayrılmaz bir parçası haline gelen Hint alt kıtası için söylediği şu cümle vardı: “Hindistan, bizim için neredeyse ikinci bir Endülüs..”
[Bir islam şehri olarak Delhi için şuradan Delhi maddesine göz atabilirsiniz:
http://www.islamansiklopedisi.info]

Leave a Comment