Yola Çıktım Mardin’e
Uçsuz bucaksız Mezopotamya Ovası’nın nakış nakış işlenmiş taş yapılarla kucaklaştığı, dar sokakların abbaralarla birbirine bağlandığı, ezan sesleri ile çan seslerinin ard arda yankılandığı kadim kent; Mardin…
Eğer benden Mardin’i tek bir kelime ile anlatmamı isteseydiniz şüphesiz bu kelime “sıcacık” olurdu. Şehrin neredeyse tamamını oluşturan sarı taş yapıların verdiği sıcaklık, beraberinde insanının gözlerindeki samimiyet ile birleşiyor ve şehir, insanı saran farklı bir sıcaklığa bürünüyor. İşte o andan itibaren kendinizi memleketinizdeymişçesine huzurlu ve güvende hissediyorsunuz. Hele de yanınızda şehri tanıyan bir arkadaşınız varsa…
Bu kadim kenti biraz olsun merak etmiş olanlar az çok bilir, Mardin’i Mardin yapan şey taş evleridir. Pek tabi nakış gibi işlenmiş bu taşlar yalnızca evlere can vermiyor, camiler, kiliseler, hanlar, konaklar hatta sokaklar bile Mardin’de taşın sanata dönüşümünden nasibini alıyor. Size de bu eşsiz manzarayı seyretmekten başka bir şey kalmıyor.
Şehre bir bahar mevsiminde, ikindi vakti ayak basıyorum. Bir hayali gerçekleştirmenin heyecanı ve bir dostu görecek olmanın sevinci ile havaalanına iniyorum. Sonrası tahmin ettiğiniz gibi, önce eve gidip yüklerimden kurtuluyorum. Sonra ise ver elini Mardin…
İlk durak yerimiz İsa Bey Medresesi olarak da bilinen meşhur Zinciriye Medresesi. Medrese, Artuklu sultanlarından Melik Necmettin İsa bin Muzaffer Davud bin El Melik Salih tarafından 1385 yılında yaptırılmış. İki kat üzerine avlu, cami, türbe ve çeşitli ek yapılardan oluşuyor. Mardin Müze Müdürlüğüne de bir süre ev sahipliği yapmış olan medrese, şehrin tepe noktasında kaleyi arkasına alacak şekilde konumlanmış. Ön cephe ise yeşil bir denizi andıran Mezopotamya Ovası’na bakıyor.
Zinciriye Medresesi’nden çıkıp şehrin üst sokaklarından aşağı doğru inmeye başlıyoruz. Taş evlerin arasında yer yer yeni yapılar görülse de şehrin mimarisi korunmaya çalışılmış. Dar sokaklardan geçerken dikkatimi en çok evlerin kapıları çekiyor. Kiminin girişinde Arapça harflerle yazılmış Allah-Muhammed lafızları, kiminde istavroz, kiminde güneş motifleri… Duvarlarına Kabe resmi çizilmiş olan evler bile mevcut. Bu, şehrin mimari yapısı ile birlikte çok dinli inanç yapısını da koruduğunun en güzel göstergesi sanıyorum. Bu evlerin birbirine komşu evler oluşu, avlularda sohbet eden teyzelerin, kapı önlerinde misket oynayan çocukların varlığı inanç farklılıklarının kardeşçe yaşamaya asla mani olmadığını gözler önüne seriyor.
Sokak aralarında kaybola kaybola küçük bir camiye varıyoruz; 12. Yüzyıl erken dönem Artuklu eserlerinden Sıtti Radviyye (Hatuniye) Cami. Akşam namazı vakti gelmiş olmasına rağmen camide cemaat yok. Sanıyorum şehrin çıkışına doğru uzanıyor olması ve tabi ki Ulu Cami ile Şehidiye Cami’nin varlığı bu mütevazi camiyi cemaatsiz bırakmış. Cami’nin avlu, medrese ve türbe kısımları mevcut. Türbe kısmında Kutbettin Ilgazi Hazretleri ve annesi Sıtti Radviyye Hatun’un kabirleri mevcut. Namazdan sonra onlara da bir selam veriyor ve buradan ayrılıyoruz.
Hava iyiden iyiye kararmış, biraz da soğumuş. Bir kahve molası vermek istiyor ve Darius Konağı’nın yolunu tutuyoruz. Mardin’de hemen her cafe/çay bahçesi gibi Darius Konağı’da tarihi ve modern mimariyi bir arada barındırıyor. Mardin’in yüksekçe bir tepesinden Mezopotamya Ovası’nı selamlayan bu konak, ziyaretçilerine sunduğu mahalli lezzetleri ile oldukça etkileyici. Özellikle kahve menüsünün zenginliği kahve sevmeyen ziyaretçileri dahi cezbedecek nitelikte. Bu zenginlik de her cafede rastlanacak bir zenginlik aslında. Mardin’e has özel karışım kahvelerden mırraya, çeşitli baharatlarla aromalandırılmış dibek kahvelerinden Süryani kahvelerine oldukça zengin bir kahve kültürü var Mardin’de. Birbirine karışan kahve kokularına konağın atmosferi eşlik ederken Mezopotamya Ovası’nın derinliklerinde kaybolmamak ise elde değil doğrusu…
Ve sanırım artık eve dönme vakti. Doğu’da birçok şehirde olduğu gibi Mardin’de de belli bir saatten sonra ulaşım aracı bulunamıyor. Bu sebepten daha fazla gecikmeden yola düşüyor, yine karanlık daracık sokaklardan, abbaralardan, merdivenlerden inerek ana caddeye ulaşıyoruz. Dönüp arkama baktığım vakit bu şehir için neden “gece gerdanlık” benzetmesinin yapıldığını daha iyi anlıyorum. Sıra sıra dizilmiş taş binaları loş sokak lambaları aydınlatıyor ve şehir adeta değerli taşlardan yapılmış bir gerdanlığı andırıyor. Bir kez daha hayran oluyorum.
Yakın çevreyi yani Mardin’in merkezini gezmek için rehbere ihtiyaç yok fakat uzak mesafelere rehbersiz daha doğrusu tursuz gitmek pek mümkün değil. Çünkü birçok bölgeye ulaşım bulunmuyor. Güzel bir tura denk gelmiş olmakla bu sorunumuzu hallediyor ve sabah tur ile gezimize başlıyoruz.
İlk durak yerimiz Kadim Süryani geleneğinin can bulduğu Deyrul Zaferan Manastırı. Mardin’in yaklaşık 5 km. doğusunda Nusaybin yolu üzerinde yer alan bu tarihi manastır günümüzde de faaliyette. Milattan önce inşa edilmiş bir Güneş Tapınağı’nın üzerine yapılandırılan manastır, adını etrafında yetişen sarı safran bitkisinden alıyor. Güneş Tapınağı tamamen kesme taşlardan, harç kullanılmadan kilit taş sistemi ile oluşturulmuş. Manastır ise geniş bir avlu, ana ibadet bölümü, Meryem Ana Kilisesi ve avluyu çevreleyen çilehane tarzı odacıklardan oluşuyor. Bazı odacıklarda daha önce manastırda görev yapmış din adamlarının, metropollerin mezarları bulunuyor. Bu mezarlar dikey şekilde doğuya doğru konumlandırılmış. Defnedilen kişilerin yatay pozisyonda değil de ya ayakta ya da oturur şekilde defnedildiklerini öğrenince şaşırıyorum. Sebebi ise Hz. İsa tekrar yeryüzüne geldiği zaman O’nu yatar vaziyette, saygısızca karşılamamak. Mezarların doğuya bakma sebebinin de bu olduğunu öğrenince hayranlıkla karışık bir hayret daha yaşıyorum. Tahmin edeceğiniz üzere Hz. İsa’nın doğudan geleceğine inanılıyor.
Manastırda bir de kantin bölümü mevcut. Ziyaretçiler giriş sırası beklerken manastırın özel zaferan çayını ve Süryani çöreğini tatma imkanı buluyor. Kantinde sabundan baharata kadar Mardin kültürüne ait birçok ürün de mevcut. Kantinin geliri ise tamamen manastırın ihtiyaçlarına harcanıyor.
Manastır ziyaretinden sonra rotamızı Antik Dara kentine çeviriyoruz. Oğuz köyünde bulunan bu kent M.Ö. 505 yılında Roma imparatoru Anastasius’un girişimi ile bir garnizon şehri olarak inşa ediliyor. Kentin çevresi 4 kilometrelik surlarla çevrili. Antik kent içince kayalara oyulmuş çok sayıda mezar, tapınak, askeri kurum ve bir şehrin ihtiyaç duyabileceği hemen her şey mevcut. Üzücü olan ise şehrin toprak altında oluşu. Depremler ve felaketler ile tamamen yok olan şehir titizlikle yürütülen kazı çalışmaları sayesinde gün yüzüne çıkmaya başlamış. Fakat hala çok büyük bir kısmı toprak altından çıkarılmayı bekliyor. Yapılan çalışmaların en güzel tarafı ise kazılara dışarıdan katılımın mümkün olması…
Antik kentten çıkıp Oğuz köyüne doğru ilerliyoruz. Yollarımızı, ellerinde papatyadan yapılmış taçlarla bekleyen, güzel gülüşlü çocuklar kesiyor. Dört bir yandan “hoş geldiniz” sesleri yankılanırken minik eller bizlere papatya taçları uzatıyor. Samimi, duygusal bir hava sarıyor çevremizi, bu atmosferin sebebi Doğu misafirperverliği mi yoksa çocuk masumiyeti mi karar veremiyorum. Çocukların refakatiyle köye varıyoruz. Bir grup da bizi köyde karşılıyor. Meğer rehberliğimizi onlar yapacakmış. İçlerinden biri hemen öne çıkıyor ve başlıyor Roma döneminden kalma tarihi su kemerleri hakkında bilgi vermeye. Tabi biz onun şen sesine ve gülüşüne kendimizi kaptırdığımız için kemerlerle ilgilenmiyoruz. Daha sonra ise yine Roma’dan kalma bir su sarnıcına iniyoruz. 18 metre derinliğinde, 15 metre genişliğinde olan bu sarnıca dar merdivenlerden iniyoruz. İtiraf etmeliyim, biraz korkunç bir yer. Buranın da rehberliğini tatlı bir kız çocuğu yapıyor. Meğer rehberimiz köyün çocuklarına rehberlik yapma görevi vermiş, burası sizin köyünüz, gelenlere siz tanıtacaksınız, demiş. Çocuklar da bunu kutsal bir görev bilerek ellerinden geldiğinin en iyisini yapmak için çabalıyorlar. Mutlu oluyoruz. Sarnıçtan çıkıp biraz da köyün içinde geziyoruz. Artık çocuklar yok. Bu sefer köyün çobanı ve ekmek pişiren teyze bize eşlik ediyor. Rehberimiz teyzeden aldığı sıcak tandır ekmeklerini bizlere ikram ediyor. Sıcacık dedim ya Mardin için, işte bu “sıcaklık” istisnasız her yerde bizi sarıyor.
Oğuz köyünden çıkıp Nusaybin’e doğru ilerliyoruz. Mardin’in gizli güzelliklerinden Beyazsu Vadisi’nde öğle yemeği yiyeceğiz. Yolumuzun üstünde, dağın tepesinde küçük bir köy gözüküyor; Kalecik köyü. Köye çıkma imkanımız olmadığı için araçtan iniyor ve köye uzaktan bakıyoruz. Eski bir Süryani köyü olan Kalecik zamanla Müslümanlar tarafından da göç almış. Köy doğal güzelliği ile dikkat çekmesine rağmen hala arkeolojik bir çalışmaya ev sahipliği yapmamış. Üstelik köy halkı defineci istilalarından son derece muzdaripmiş. Bu kısa bilgilendirmeden sonra tekrar aracımıza biniyor ve Beyazsu Vadisi’ne gidiyoruz. Billur gibi bir nehrin üzerine kurulmuş ahşap sekilerde öğle yemeğimizi yiyoruz. Bize, rebabları ile Dom’lar eşlik ediyor. “Kürt Çingeneleri” olarak da isimlendirilen Dom’lar’ın Hindistan kökenli olduklarına inanılıyor ve Dom’lar geçimlerini müzikten sağlıyor. Onların neşeli müziği eşliğinde yemeğimizi yerken aniden bastıran dolu kısa süreli bir paniğe neden oluyor. Günlük güneşlik başlayan bir günün ortasında doluya yakalanmış olmak hayret verici. Dolu dinince aracımıza dönüyor ve tur programları içinde kolay kolay yer almayan bir köye doğru ilerliyor; Kafro.
Kafro; Turabdin[1] denen bölgenin sınırları içinde yer alan eski bir Süryani köyü. İlk etapta terk edilmiş gibi gözüken bu köyde hâlâ Süryani aileler yaşıyor. Köyün oldukça bakımlı oluşu hemen dikkat çekiyor. Zeytin ağaçları ile süslenmiş yeşil alanlar ve büyük bahçeli, havuzlu köşkler görenleri hayran bırakacak derecede. Rehberimiz, Süryanilerin yurt dışına çıkıp iyi bir eğitim aldıklarını, zenginleşerek topraklarına geri döndüklerini ve yıkılan eski evlerinin yerine bu ihtişamlı köşkleri inşa ettiklerini söylüyor. Köşkler Mardin’in dokusuna tamamen uygun işlemeli sarı kesme taştan yapılmış. Dikkat çeken bir başka husus ise köyde yabancıya toprak satımının yasak oluşu. Köy eşrafı bu konuda her ne sebeple olursa olsun yabancıya (özellikle farklı din mensuplarına) toprak ve ev satımını yasaklamışlar. Köyün mimari, etnik ve dini yapısının korunmaya çalışılması, Süryanilerin bu konuda ne denli hassas olduklarını gözler önüne seriyor. Köyde mütevazı bir kilise de mevcut.
Köyü gezdikten sonra Süryani bir çiftin pizzacı olarak işlettiği küçük bir çay bahçesine gidiyoruz. Aile bir müddet yurt dışı serüveni yaşamış ailelerden, çocukları okuyup kendi işlerini kurunca çift köylerine dönmeye karar vermiş ve yurt dışında yaptıkları işi köylerinde devam ettirmeye başlamış; pizzacılık. Çift pizzalarında Turabdin bölgesinde, dağlarda yetişen bir çeşit bitkiyi kullanıyor. Yani tamamen Kafro’ya has bir lezzet.
Kafro köyünü biraz daha gezindikten sonra aracımıza geçiyor ve başka bir köye doğru yolculuğa başlıyoruz. Bu sefer rotamız Bacine; eski bir Ezidi köyü. Köyü gezmeye Bacine Kasrı’ndan başlıyoruz. Şengal (Sincar) dağlarında Işid zulmünden kaçan Ezidilerin sığınak yeri olan bu kasrın yapımı henüz tamamlanmış diyebiliriz. Yani yapı oldukça yeni fakat Mardin mimarisine uygun. Kasrın bahçe kısmı ise mezarlık olarak kullanılıyor. Rehberimiz dünyanın neresinde olursa olsun vefat eden Ezidi’nin mutlaka topraklarına defnedildiği bilgisini veriyor. Mezar taşları hayli dikkat çekici. Bazılarında Ezidiler için son derece kutsal olan Şems motifleri varken bazılarında Tâwuse Melek figürleri yer alıyor. Bazı mezarlar ise türbe şeklinde inşa edilmiş. Mezarlıktan sonra köyü gezmek için kasrın dışına çıkıyoruz. Köy terk edilmiş, çoğu evler yıkık dökük. Hayvancılıkla uğraşan birkaç çiftçi ve bir çocuk dışında köyde kimseler yok, ya da biz göremiyoruz. Biraz buruk biraz hüzünlü, Bacine’den son durağımız Midyat’a doğru yola koyuluyoruz.
Midyat, tarihi güzellikleri ve insanları ile şüphesiz Mardin’in en gözde yerlerinden birisi. Özellikle tarihi Midyat evleri ve müzeye dönüştürülmüş yer altı mağaraları oldukça ilgi çekici. Ayrıca telkâri gümüş işçiliği ile de ismini dünyaya duyurmayı başarmış. Bunun yanında taş işlemeciliği, kilim dokuma, kumaş boyama gibi birçok geleneksel el sanatı Midyat’ta hâlâ önemini korumakta.
Günün sonuna yaklaştığımız için Midyat’ın dar sokaklarında hızlıca ilerliyor ve Midyat Konuk Evi’ne varıyoruz. Üç katlı Konuk Evi’nin her katından eşsiz Midyat manzarasını seyretmek mümkün. Ayrıca konağın birkaç odası Midyat/Mardin kültürüne has ürünlerin satışı için ayrılmış. Vakti zamanında “Sıla” adlı bir dizinin bu konakta çekilmiş olması, konağın isminin “Sıla Konağı” olarak yaygınlık kazanmasına sebep olmuş. Bu durumdan rahatsızlık duyuyorum. Kültür mirasımızın değerli bir parçasının, bir dizi ile popülerlik kazanması hoşuma gitmiyor fakat ne gelir elden…
Konaktan çıkıp Süryanilere ait bir otele gidiyoruz. İlk etapta neden otel gezdiğimizi anlamasak da teras katına çıkınca sebebi anlaşılıyor. Tarihi evlerin manzarası bu otelin teras katından da harika gözüküyor. Terasta manzaraya nazır çaylarımızı içiyor ve geri dönüş için Midyat sokaklarına dökülüyoruz. Kilise ve caminin sırt sırta olduğu bu sokaklarda gezerken kendimi bir masalın içinde gibi hissediyorum. Sanıyorum bu Midyat’ın daha doğrusu Mardin’in sahip olduğu mistik atmosferle alakalı. Sokak aralarında rastladığımız yaşlılara selam veriyor, çocukların başlarını okşuyoruz. Ve Yeni Midyat olarak isimlendirilen Estel’de gümüşçülerin önünden hayranlıkla geçerek aracımıza ulaşıyor ve dönüş yoluna geçiyoruz.
Midyat tabi ki bu kadarla sınırlı değil, tur planı bu şekilde olduğu için dışına çıkamıyoruz ama ilerleyen günlerde tekrar Midyat’a geliyor ve tüm günü burada geçiriyoruz. Bu gelişimizde Konuk Evi’ne ek olarak Gelüşge Hanı, Estel Yeraltı Müzesi, Estel Kültür Evi ve Midyat Mağarayı geziyoruz. İnsanlarla daha çok muhabbet etme fırsatı buluyor ve Midyat’ı bir kez daha seviyoruz. Son olarak Midyat’ın biraz dışında bulunan, M.Ö. 480-490 yıllarından kalma Mor Hobil-Mor Abrohom Manastırı’na gidiyoruz. Şanslıyız, normal şartlarda açık olmayan manastır bazı önemli ziyaretçilerin varlığından dolayı kapılarını bize de açıyor. Biraz hızlı da olsa manastırı geziyoruz. Süryaniler için oldukça önemli olan manastırda ana ibadet bölümüne gitmeden metropolitlerin mezarlarını görüyoruz. Avluda bir de konuk evleri var. Manastırın ana ibadet bölümü oldukça geniş. İkonalar, istavrozlar… Deyrul Zaferan’dan pek de farklı olduğu söylenemez. Tek fark artık Mor Hobil-Mor Abrohom Manastırı’nın kullanılmaması. Rehber, bu manastır yerine İdil yolunda bulunan Mor Gabriel Manastırı’nın tercih edildiğini söylüyor. Mor Gabriel Manastırı’nı merak etsek de gerek süre gerek ulaşım sebebiyle gidemiyoruz.
Mardin’in ulaşımı mümkün olmayan yerlerini tur ile gezdikten sonra tekrar merkeze dönüyor ve ertesi gün kaldığımız yerden keşfe devam ediyoruz. Artık Ulu Cami’ye gitmenin zamanı geldi. Avlusu ayrı caminin içi ayrı huzurlu Ulu Cami’nin. Hele de kûfi hat ve geleneksel motifler ile süslü minaresi, Mezopotamya Ovası’nın ziyneti olan minaresi… 12. yüzyıldan kalma bu cami, çok defa restorasyondan geçirilmiş olmasına rağmen biricikliğini koruyor. Avluda ve cami içinde biraz vakit geçirip rotayı Şehidiye Medresesi’ne çeviriyoruz. 13. yüzyıldan kalma medrese restorasyonlar sebebiyle oldukça bozulmuş. Yıkılan minaresi ise Ermeni bir usta tarafından 19. yüzyılda tekrar inşa edilmiş. Medresenin aslından koparılan bir bölümü de cami kısmı. Restorasyonlar ile cami kısmı da sürekli bir değişime uğramış.
Şehidiye Medresesi’nden çıktıktan sonra kendimizi bakırcılar çarşısında buluyoruz. Mardin’in esnafı kibar ve ilgili. Hemen her dükkanın önünde güler yüzlü amcalar ziyaretçileri karşılıyor. Bir bakıcı dükkanına giriyoruz. Ustayı tam da iş üstünde yakalıyoruz. Aslen Arap olan bakır ustası ilgi ile işini izlediğimizi görünce başlıyor bilgi vermeye. Kökboyanın bakıra nasıl uygulandığını anlatıyor. O esnada muhabbet ettiğimiz ustanın kardeşi olan diğer usta dükkana geliyor. İki kardeş bir araya gelince muhabbet de iyice güzelleşiyor. Ustalar bu mesleği atadan aldıklarını fakat artık miras bırakacak ilgili ve yetenekli gençler bulamadıklarını üzülerek söylüyorlar. “Çocuklarımız bile bu işi yapmak istemiyor.” derken gözlerinde unutulmaya terk etmek zorunda kaldıkları mesleklerine duydukları aşkı görebiliyoruz. Ortam hüzünlenince sonradan muhabbete dahil olan ustamız bize nasıl desen işlediğini göstermeyi teklif ediyor. Tabi ki seve seve kabul ediyoruz. Ustamız eline bakır bir tas, ucu desenli bir çivi ve çekiç alarak desen çakmaya başlıyor. O deseni çakarken diğer ustamız da memleketten, havadan, sudan muhabbet etmeye devam ediyor. Sanırım ustaların yanında bir saat kadar duruyoruz ve kolaylıklar dileyerek yanlarından ayrılıyoruz. Bir saat boyunca edilen tatlı muhabbet bir yana, “İstanbul’a dönünce ailene selamlarımızı ilet, ailecek de bekleriz Mardin’imize.” cümlesi benim için unutulmaz bir hatıra olarak kalıyor…
Bakırcılardan sonra tarihi Revaklı Çarşı’ya, Şahmeran ustalarının yanına gidiyoruz. Mardin’de Şahmeran kutsal bir figür. Bakır sinilerin süslemesinden, tablolara, aynalara hatta sabunların üzerine kadar Şahmeran’ı her yerde görmek mümkün. Gerek bakıra işlensin gerek tablo yapılsın bir Şahmeran’ın ortaya çıkması günler alıyor. Usta göz nuru akıtarak, ince ince işliyor Şahmeran’ı. Hikayesi kulaktan kulağa dolaşırken kendisi de elden ele geziyor. Revaklı Çarşı’da tabi ki yalnızca Şahmeran ustaları yok. Mardin’e has el emeği ürünleri bulabileceğiniz birçok dükkan mevcut. Ziyaret ettiğimiz vakitlerde çoğu dükkan kapalı olsa da genelde canlı bir yer olduğu söyleniyor.
Gün ağarırken son durak yerimiz Kasımiye Medresesi’nin yolunu tutuyoruz. Merkezden biraz uzak olan bu büyük medrese de diğerleri gibi Mezopotamya Ovası’na bakıyor. Açık medrese şeklinde, tek bir avlu etrafında düzenlenmiş medrese 15. yüzyıl eserlerindendir. İki kattan oluşan medresenin odaları revaklar arasına dizilmiştir. Orta kısımda yer alan büyük bir havuz, batı kısmında yer alan bağımsız bir mescit ve zaviye-türbe kısmı ile medrese bir külliyeyi andırıyor. İtiraf edeyim, Kasımiye’yi gördükten sonra şu an eğitim gördüğümüz taş yığınlarının ruhsuzluğu tokat gibi yüzüme çarpıyor. Sanırım bu medreselerde eğitim görmüş olan talebeleri içten içe kıskanıyorum.
Kasımiye Medresesi ile taçlandırdığımız Mardin gezimize üzülerek son veriyor ve cafeye çevrilmiş tarihi bir konakta son çaylarımızı içiyoruz. Sonrası İstanbul’a dönüş…
[1] Midyat ve çevresine verilen bir isimdir. Süryaniler için bu bölge kutsal kabul edilmektedir.