Bin Dokuz Yüz Seksen Dört – George Orwell

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell, çev. Nuran Akgören, Can Yayınları, İstanbul, 2008, 352 s.

Orwell, 1984 romanını yazdığında pek tutmadı, şimdi ne değişti de bu kadar okutulan, tartışılan, yorumlanan bir başyapıt haline geldi? Dünya otoriterleşti mi yoksa insana yakışır bir hayat mı var ufukta?

Orwell, Hindistan’da dünyaya geldi ve gözünü açtığında sömürge bir devlette çalışan bir memurun oğluydu. Oradan kaçarak İngiltere’ye geçiş yaptı ve bir karı kocanın yönettiği okula burslu ve yatılı olarak yazıldı. Hayatın acımasız yönüyle burada karşılaştı aslında. Küçük Eric (Eric Arthur Blair asıl adıdır.) diktatörlükle bu okulda tanıştı ilk olarak. Daha 8 yaşındayken bu olgudan nefret etti. 1984’ün ana kahramanı Winston “Sınırsız bir gücün altında ezilerek sürekli kendini kapana kısılmış gibi hisseder.”  der. İşte aynen Winston gibi hisseden küçük bir çocuk vardı karşımızda. (O zamanları işte o günler adlı yazısında anlatmıştır.)

Daha sonra İngiltere’nin en prestijli okulunu burslu kazandı. Burada Aldous Huxley’den Fransızca dersleri aldığı bilinmektedir fakat bu iki karakter sınıf ve ders dışında fazla görüşmemiş ve aralarında yakın bir dostluk gelişememiştir. (Huxley Cesur Yeni Dünya’nın yazarıdır.)

Mezun olduktan sonra Burma’da yerel güvenlik muhafızlığı yapan Orwell, işte burada Big Brother’a itiraz edenleri neyin beklediğini gördü ve totaliter rejimlerden nefret etti. (Sömürge olmayı reddeden yerel  halkların İngilizlere karşı mücadelesi) İnsana layık görülen muamele bu olamazdı.

Parti için çalışmak zorunda olan ve bundan utanan Winston; Orwell’ın Burma’da geçirdiği günlerin bir yansımasıdır. Yazar burada ilk defa sivil halka işkence yapıldığını, sorgusuz sualsiz tutuklandığını ve insan hayatının ne kadar değersiz olduğunu en ön sıradan seyretti. Üstelik nefret ettiği hatta utandığı taraftaydı.

Burma’ da hastalanan ve muhafızlığı bırakan Orwell, alt sınıfların hayatına eğilmek için onların arasına uzunca bir seyahate çıktı. Diyar diyar gezdi, bu konuda Jack London’dan etkilenmiş olma olasılığı yüksektir. Bu geziler sırasında kitabına yardımcı olacak gözlemler yapan Orwell, aslında çarkın dişlilerinin nasıl döndüğünü kısmen de olsa görmüş oldu. Kapitalizm, sosyalizm fark etmez; bütün totaliter rejimlerin dişlileri arasında öğütülen “insan”dı. Daha sonra İspanya İç Savaşı’na da katılan Orwell, burada Franco’ya karşı mücadele etti, “Faşizme karşı” mücadele verirken vurulan Orwell, nihayet her şeyi bırakıp ülkesine dönüp yazarlığa sarıldı.1984 ve Hayvan Çifliği’ni kısa sürede tamamladı. İspanya İç Savaşı’nda da gördükleriyle beraber proletaryanın hep ezildiğini, kaybettiğini gören Orwell işte tam bu sebepten ötürü bir ütopya değil distopya kaleme aldı.

Bu arada kendisi ölümünden iki gün evvel değiştirdiği vasiyetinde biyografisinin yazılmamasını istemiş ama eserin sahibinden bahsetmeden eseri anlamak da mümkün değildir. O yüzden biraz uzun da olsa biyografisinden bahsettikten sonra kitapla alakalı birkaç küçük bilgi paylaşıp arkasından incelemesine geçilecektir. Öncelikle kitap ilk başta The Last Man in Europe ismiyle yazılmış olup daha sonra basılırken pazarlama taktiklerinden dolayı 1984 ismiyle basılmıştır. Kitapta geçen kavramlardan biri olan Çiftdüşün tekniği ile karşıt kavramlar beraber verilerek kişinin bariz gerçeğe aykırı olanı kabul etmesi amaçlanmıştır. Okyanusya ülkesinin resmi dili olan Yenikonuş dilinin amacı ise kelime sayısını azaltmak değil kelimeleri karşıtları ile açıklamak suretiyle onları anlamsızlaştırmaktır. Bu dil sistemin istediğini yapan ne dediğini bilmeden konuşan insanlar üretir. Yani dil bir şeyi yıkmak için devlet büyüklerinin elinde halka doğrultulabilen etkili bir silahtır -Bkz. Türk Dil Devrimi(!)-  Bu iki kavramla beraber Big Brother, düşünce polisi, düşünce suçlusu kavramları kitaptan ayrı olarak günümüz terminolojisinde sıkça kullanılmaktadır.

Kitapta baskıcı bir sistemin hayatınızın her saniyesini kontrol ettiği bir kâbusu anlatıyor Orwell. Önce halk korkutuluyor ve olmadık sebeplerden savaşlar çıkartılıyor. Devlet kendi halkını sindirmek için onlara saldırıyor ve suçu uzaktaki bilinmez bir ülkeye atıyor. Savaşın getirdiği yıkımdan sonra kurulan medeniyet, baskıyla her şeyi kontrol ediyor. Dünya 3’e bölünüyor ve savaşta olduklarını zannettikleri ülke hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Bu ülke gerçekten var mı o bile belli değil. Avrasya’ya karşı savaşıyorlar. Her sabah ülkenin her yerinde hipnotize eden görüntülerle “nefret seansları” yapılıyor. İnsanlar takım elbiselerinin içinde nefretle ekrandaki çekik gözlü yabancı askerlere küfür ediyorlar. Bilmedikleri bir dilde konuşan bu barbarlardan sebebini bilmeden nefret ediyorlar. Gerçek düşman çok daha yakınlarda bir yerde ama bunu düşünmek gibi bir şansınız bile yok. Tıpkı şimdilerdeki Avrupa ve Amerika’da medyanın yoğun kampanyasıyla çizilen Ortadoğulu tiplemesi gibi… Sakallı koyu tenli Arapların intihar bombacısı olma ihtimaline karşı her gün karakollar Arap asıllı komşularını şikayet eden vatandaşlarla dolu. Şüphelenilen kişi çoğunlukla hemen gözaltına alınıyor eğer suçsuz bulunursa serbest bırakılıyor. Ama önce tüm haberlerde ve gazetelerde resmi yayımlanıyor. “Terörist olma ihtimali bulunan bir Ortadoğulu gözlem altına alındı” başlığıyla. Korku… İşin sırrı korkutmakta. Her ne olursa olsun halkı daima korku içinde bekletin. Bırakın titresinler ve asla dokunamadıkları maskeli düşmanlardan nefret etsinler. Kitapta Okyanusyalıların düşman olarak belledikleri taraf her an değişebiliyor. Aslında sürekli değişiyor. Bir gün dost olduklarıyla yarın aniden düşman olabiliyorlar. Medya tamamen sansürün esiri olduğu için her şey sistemin onayından geçiyor. Gerçek bile olmayan ama insanları öldüren bir savaşın kıyısında yokluğun pençesinde yaşıyorlar.  Her adımlarının izlendiği bir toplumda 1984 yılında ana kahraman evindeki kameranın onu göremeyeceği bir noktada ilk defa bir günlüğün kapağını aralıyor. İşte tüm hikâye böyle başlıyor. Öyle bir sistem ki bir günlüğün kapağını aralamak bile bir isyan hareketi.

Sistem sonunda üzerinizde öyle bir hâkimiyet kuruyor ki mahremiyetiniz sıfıra iniyor. Her evde bir tele-kamera var bu kameralardan sizi seyredebiliyor ve duyabiliyorlar. Canlarının istediği zaman… İnsan her an her saniye evinde gözlendiği gerçeğine alışabilir mi? George Orwell’e göre; evet alışıyorsunuz ve bir süre sonra yüzünüzde şüphe çekmeyen sakin bir gülümseme ifadesiyle hayatınızı hiçbir şey düşünmeden bir robot gibi yaşamayı kabulleniyorsunuz. Şu an için böyle bir fikir bize gerçek dışı gelebilir. Henüz kimse böyle bir şeye inanmaya hazır değil. Evet, televizyon ekranlarındaki her şeyi görebiliyoruz ama onlar bizi henüz göremiyor. Biz hala gözetleyeniz. Fakat artık sokaklarımız eskisi gibi güvenli değil. Ülkemizde ve dünyanın pek çok bölgesindeki büyük şehirlere binlerce kamera yerleştirildi. Şu anda seyrediliyoruz çünkü korkuyoruz. Katiller, teröristler, her an ensemizde olan kapkaç kâbusu… Sonuçta sessizce o kameraların varlığına alışıyoruz. Sokaklarımıza böylesine sessizce giren kameranın bir gün evlerimize girme ihtimali çok mu bilim kurguya kaçıyor?

Kitabın en baskın karakteri aslında Big Brother yani Büyük Birader. Sizi kaydeden ve sürekli dinleyen onun kapanmayan gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Tele kamera aynı zamanda sürekli olarak belli haber anonslarını çalıp duruyor. Sesi kısabiliyorsunuz ama asla tamamen kapatamıyorsunuz. Kitabın ana karakterinin işi devletin daha önce yaptığı hataları örtmek. Eski makaleleri, dergileri kısaca tarihi sürekli olarak değiştiriyor. Eğer başkan fiyatların düşeceğini vaat ettiyse ve tam tersi fiyatlar arttıysa hemen eski demeçler değiştiriliyor tüm resmi kayıtlar silinip değiştiriliyor. Bunun sonucunda her ne kadar saçmalarsa saçmalasın başkan asla yanılmıyor ve saçmaladıklarını bir süre sonra kimse hatırlamıyor. Geriye dönüp bakıldığındaysa o saçmalama hiç var olmamış oluyor. Netanyahu Orwell’ın Okyanusya’sına kaçabilse pek mesut bir başkan olabilirdi ve hepimizi aslında Filistinlilerin terörist olduklarına inandırabilirdi.

1984 dünyada ve ülkemizde oynanan politik oyunların seyir defterini yıllar önce çizmiş. Ayrıca Orwell’ın kitabını sadece siyasi bir propaganda romanı olarak kabul edenlerin gözden kaçırdığı en önemli şey duygudur. Bu kavramla Orwell, okurları için; insan doğasının en anlaşılmaz tarafına eğiliyor. Gerçek dostluk nedir? Sevgi, aşk bunların gücü nasıl tasvir edilir? Ya da doğrudan asıl konuya gelinirse: Bir tarafta hayatta en çok değer verdiğiniz insan ve uğruna her şeyi kaybetmeyi göze aldığınız idealiniz, kişiliğiniz, özsaygınız, diğer tarafta ölesiye korktuğunuz tek şey…

Kahramanlık hikâyelerinde asıl adam asla sevdiği kadını satmaz, yoldaşlar en ağır işkence altında bile konuşmaz ama bu hikâye koltuğa sizi oturtuyor. Gerçekten bir seçme şansımız var mı? Yoksa aslında çoğumuzun hayatı işkence sırasında ‘’Fareler beni değil, Julia’yı ısırsın’’ diyen Winston gibi mi? Onun en korktuğu şey fareydi, bizlerin ise para mı makam mı şöhret mi? Neye değişirdiniz sevdanızı, neye değişirdiniz davanızı?

Baskıya ve sömürüye karşı insan onurunun ne olursa olsun yine de galip geleceğine inanan; nihayetinde umutlarını kaybeden ama tekrar tekrar onları düştüğü çamurdan çıkarıp yeniden can veren ama en sonunda altın vuruşu yapan Orwell karamsar kabul edilebilir. O 1950 yılında hayata veda ettiğinde henüz 47 yaşındaydı ve “fantastik” kabul edilen dünyası bilim-kurgu severlerin saygı duyduğu bir kitap olarak hatırlandı. Distopik yazarların anlaşılamama nedeni genelde gezegen üzerindeki tüm yaşamış ergenlerle aynıdır: “ Kimse beni anlamıyor.” Eğer Orwell gibi bir yazarsanız ömrünüz boyunca ergen öfkesini içinizde taşıyacaksınız demektir. Çünkü dünya sizi hep geriden takip eder. O yüzden bu adamların kitapları hep bilimkurgu raflarının yakınlarında bulunur. Albert Caraco bunu en güzel şekliyle açıklayan isimdir. “Ben ütopya vaaz etmiyorum, bir hakikati hayal meyal seçiyorum.” diyerek telafisiz zamanların gölgesinden bize seslenmektedir.

Leave a Comment