Sen Bir Düş İmişsin Kuşluk Çağında

Yazar: Fatih Alibaz

Düş Düşe Uğultular kitabı üzerine bir inceleme…

“O gidince şehir kendini hatırlattı. Egzoz sesleri, lastik sesleri, köpek ulumaları, tek tük sarhoş nidaları ve başkaca sesler dolmaya başladı arabaya. O gidince içimdeki boşluğun kanatlanarak göğsümü sıkıştırmaya başladığını hissettim.”

Düş Düşe Uğultular, Maraşlı Türkçe öğretmeni İbrahim Aslaner’in ilk kitabı. Bir roman, anlatı ya da düşler kitabı; tam ne isim verilir bilmiyorum. Aslında kitap arka kapağında verilen bilgiden ve girizgâhından anladığımız kadarıyla geleneksel roman algısına bir yenilik getirme iddiası taşıyor ya da bunu deniyor diyelim.

Hassaten “Rhythm 0” başlıklı gösterisiyle epeyce meşhur olan Marina Abramovic’i duymuşsunuzdur. Kendisinin yaptığı işi hakiki manada sanat olarak görmesem de ortaya koyduğu işin enteresanlığı ve seyircilerden aldığı tepkiler açısından dikkate şayan bir örnek olduğu fikrindeyim. Kitabın arka kapağından anlaşıldığı üzere, Abramovic’in performansında seyirciyi de işin içine katarak özne-nesne/sanatkâr-sanatçı konumlandırmalarını geçişken hale getirmesiyle bir benzerlik kurulmuş. Yani romanın kendisi de bizzat sahnenin bir parçası olmuş, seyirci-okur da bir nevi müdahil olarak hikâyeye şekil vermiştir.

Yukarıda zikredilen hadise kitabın ilk bölümü olan “Uğultular”da görülüyor. Kitap 1. perdeyle kendini okura açıyor. Perde, tek tek karakterlerin konuşmalarının verilmesi gibi noktalara bakarak romanın aslında bir piyes kitabı olduğunu düşündürüyor ancak gerek tablo şeklinde yazılmış olması gerekse sonrasında akışı değiştirmesiyle meselenin öyle olmadığı anlaşılıyor.

Kitabın ilk kısmı, okuru alışılmadık bir anlatım biçiminin karşılaması sebebiyle biraz zorlayıcı. Ancak sonradan aslında o ilk kısmın ana kahramanımız olan Fikret’in dünyasında bize de yer açan bir kapı mahiyetinde olduğu anlaşılıyor. Üst paragraflarda kabaca anlatılmaya çalışılan mevzu da okurun anlam dünyasında bir yere oturuyor.

Aslında hiçbir zaman tam manasıyla kim olduğu anlaşılmayan ana kahraman Fikret Temizsöz, kitabın ilk başlarında “reis” olarak anlatılmış. İlerleyen kısımlarda kendisine neden reis dendiğini anlıyoruz. Ancak belli ki Fikret, kendini kurguya teslim ederek riyaset iddiasından vazgeçmiş bir kahramandır. Buna dair ipuçları ilk kısımlarda görülüyor: Kitabın düş kahramanı Şeyda’yla kurgu üzerine muhabbet ediyorlar. Bu muhabbetlerde aslında bir yandan iki kahramanı tanırken diğer yandan da bizatihi okuduğumuz kitabın kurgusuna dahil oluyoruz. Esasında bu konuşmalar okuru bir miktar yormakla birlikte, romanın içine de çekiyor.

İbrahim Aslaner’in bu kısımları ustalıkla anlattığını söylemek gerekiyor. Bir yerde, Fikret biz oluyoruz, hikâyenin nasıl biteceğini düşünmeye başlıyoruz. Zira kitap bize sıradan bir olay akışıyla devam edip ardından tabii bir sonla bitmeyeceğini söylemiş oluyor. Hatta biraz daha ileriye giderek belli başlı bir son olmadığını, aslında her şeyin düşlerden ibaret olduğunu ve düşler sürdükçe hikâyenin de süreceğini söylüyor kitap: “Şeyda: Şu okuttuğun öyküye ne oldu? Bitirebildin mi? Fikret: Öykü değil artık o metin. (…) Oyun gibi başlıyor ama nasıl bitecek bunu hep birlikte göreceğiz.” (Aslaner, 2018, sf. 83)

Düş kahramanı Şeyda, aslında bizzat düşün de kendisi konuma geliyor hikâyede. Yani Şeyda, olayın hem öznesi hem de nesnesidir. Bunu Fikret’in kendisiyle kurgunun sonunu konuşurlarken iyice anlıyoruz: “Şeyda: Sonunun oyun olmayacağı ne malum? Bundan emin misin? Fikret: Hayır emin değilim, bu biraz da seninle ilgili.” (sf.84) Bu diyalogdan sonra Fikret’in iç sesi Kıvırcık araya giriyor: “Asla karaktere, oyunda olduğunu fısıldama!” (sf.84)

Bu konuşmalarda ayan beyan belirtildiği üzere aslında kitabın hikâyesi ve kitabın içinde yazılan kitabın hikâyesi, düşün nasıl ilerlediğine göre belirlenecektir.

Bu kısımdan sonra hem yazarımız hem kahramanımız hem de bir yerde kendimizi yerine koyduğumuz Fikret, iç dünyasına yöneliyor. Şeyda’yla arasında geçenleri düşünüyor, hissettiklerini kâğıda aktarıyor, kâh içten bir acıyla sızlayıp kâh buruk bir sevinçle yerinden doğruluyor. Ancak kahramanın yarımlık hissi geçmiyor bir türlü. Zira Şeyda zaten Fikret’in bir türlü tamamlanmayan ve bir ömür yarım kalacak yanıdır.

İbrahim Aslaner’in buradaki anlatımını hakikaten kuvvetli buldum. Şeyda’nın bir düş olarak karşımıza çıkması, ucuz bir romantizm ögesi olarak karşımıza konmuş değildir. Bana kalırsa Şeyda, Çobanoğlu’nun “Sen bir düş imişsin kuşluk çağında” dediği düştür. Zira yanılsamalar dünyasında aşk, tıpkı diğer bütün duygular gibi yanılsamadan ibarettir. Buraya bir şerh düşmek gerekirse, kitabın “Bunların hepsi düşten ibarettir, hakikatin bununla alakası yoktur” tarzında bir iddiası olmadığını söylemek gerekiyor. Aslında kitap, “Hangisi daha gerçek, kurgu mu hayat mı?” sorusunun peşinden gidiyor. İfadeyi biraz daha klişelikten çıkarıp İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nda sarfettiği o meşhur cümlesini aktaralım: “Dünya bir düştür. Evet, dünya… Ah, evet! Dünya bir masaldır.” Bu durumda, bir düşe “aldanmak” zaten alnımıza yazılmıştır. Tek soru, “hangi düş” sorusudur. Kitabın temel hikâyesi bu soru üzerine kuruludur.

Kitabın ilk kısımlarındaki alışılmadık biçemden dolayı okura verdiği sakillik, ilerleyen bölümlerine düş düş açılmaya başlamasıyla yerini duygu yoğunluğu yüksek, her ne kadar yarımlıkları ve hatalarıyla var olsalar da aslında hakiki kahramanların olduğu bir metne bırakıyor. Aslında iş-güç ve aile sahibi olan, muhtemelen olgunluk yaşlarındaki Fikret’in Şeyda karşısında çocuklaşıp “nâmakul” davranışlar sergilemesine mukabil olarak Şeyda’nın dünyaya ve yaşamaya olan alışkanlığını kolay kolay terk edememesi tam isabet olmuş. Şeyda, tıpkı Dünya Ağrısı’nda yaşamanın ağırlığını bir türlü sırtından atamayan Mürşit ve onun aslında çok iyi bir insan olmasına karşın kocasını bir türlü anlayamadığı için üzülüp kahrolan, pişmanlık duyan hanımı Şükran gibi hakiki bir kahraman. Elbette bir düş olduğu için Şeyda, Şükran kadar bu dünyadan değil. Ama netice itibariyle bir kadın, yani “eşyanın dünyaya en çok benzeyeni”dir.

“Düş Düşe”

Bu kısımda; Fikret’in oğlu Tolgay ve hanımının gelişiyle birlikte, Fikret’in kurgu içinde ustalıkla gizlenmiş bu dünyaya ait yaşantısı gün yüzüne çıkıyor denilebilir. Burada Fikret’in oğlu Tolgay’ın kendi iç muhasebeleri “her tercihin bir bedeli vardır” diyerek okunabilir: “Şimdi anlıyorum. Babamdı yarım cümleler. Babamdı. Yutulan kelimeler. Ve. Babamdı annemden günden güne silinen. Ve. Yine babamdı annemin silinen şeylerle kurduğu koca bir boşlukta gezdirdiği.”

Yani “kendi tehlikesinin peşinden gitmek” herkesin harcı değildir. Gidersen de karşılığını ödersin. Ya ardında bıraktıklarının pişmanlığı sarar seni ya da vücudun istikbal kaygısıyla tarazlanır.

Her ne kadar bu ifadeleri kitaptan istinbat etsek de Fikret’in yaşadıkları için tam olarak aynı kelimeleri sarf etmek güçtür. Zira kitap bittiğinde okuru çok farklı bir noktaya getiriyor. Yani aslında bir şekilde okuma serüveni boyunca zihinden geçen bütün bu düşünceleri aynı anda hem doğrulayıp hem yanlışlıyor denilebilir. Kitabın satırları okunurken akıldan çıksa da “netice itibariyle bu bir düş ve kurgulayan da sensin” vurgusu yapılıyor. Bir yerden bakıldığında aslında okuru epeyce güç bir işin altına sokuyor. Kesin doğrular vererek zihin konforuna müsaade etmiyor.

Düş Düşe Uğultular, klasik kurgunun dışına çıkmayı başarmış bir eserdir. Özgün bir biçimle kaleme aldığı kitabında İbrahim Aslaner, az sayıda karakter ve olayla; okuru zinde tutan, temposu gayet yerinde, üslup ve dil açısından iyi, duygu yoğunluğu yüksek bir anlatı oluşturmayı başarmıştır. İlk kısımlarda bütün hikâyenin düşlerden ibaret olduğunu söylediği halde en sonunda okuru ters köşe etmeye de muvaffak olmuştur. Bunların yanında, kitabın kolay sindirilebilir bir kitap olduğu söylenemez. Zira kitap başlarda okuru büyük bir karmaşanın içinde bırakıyor. Eğer okur, sabredip de kendini kurguya kaptırmayı başarırsa, kitabın kalan kısmıyla mükâfatlandırılıyor. Bir ilk kitap olmasına karşın, “Düş gibi bir yarında buluşmak isteyen” okurları hedefleyerek çıtayı zor ama nitelikli bir yerden açan “Düş Düşe Uğultular” umarım hak ettiği kıymeti görür.

** Başlık; Süleyman Çobanoğlu, Tekfurun Kızı şiirinden alıntıdır.

Leave a Comment