Süleyman Berk ile Hat Sanatı ve Tarihi Üzerine
Röportaj: Hüseyin Öztürk, Muhammed Emin Vatansever
Prof. Dr. Süleyman Berk ile hat sanatının tarihsel süreç içerisindeki yerine ve güncel durumuna ilişkin, verimli bir röportaj gerçekleştirdik. Bizi evinde misafir ettiği için hocamıza teşekkür ederiz…
Hocam, ilk olarak sizi yakından tanımak isteriz. Kendinizi ve hat sanatına olan ilginizi anlatır mısınız?
Bendeniz 1964 yılında 1 Nisan günü Bursa İnegöl’de dünyaya gelmişim. Doğumuma yakın zamanlarda babam Hasköy’de görevli imiş. İlk görev yeri babamın, şimdiki Koç Müzesi’nin olduğu yerin az iç tarafında, Kırmızı Minareli Mescid diye bilinen yer. Daha sonra Eyüpsultan’a taşındık. Eyüpsultan’daki tarihî ve mâneviyatı bol bir mekân olan, Murâd-ı Buhârî Dergâhı’nın olduğu yerde Nişancı Mustafa Paşa Camii’nde göreve başladı babam. Oraların benim rûhi hayatıma tesiri çok büyüktür. En son olarak da babam, Sultanahmet’te göreve başladı; Sultanahmet’te on üç sene oturduk. Lise ve üniversite yıllarım bu dönem içerisinde geçti. Ortaöğretimimi Gaziosmanpaşa İHL’de tamamladım. Bu okulun da benim hayatım üzerinde tesiri çok büyük olmuştur. Önemli hocalardan dersler aldık ve hayatımız şekillendi. Bu yıllarda Bâyezid Camii İmam Hatîbi Hâfız İsmail Biçer’den Tashîh-i Hurûf dersi, Emin Saraç hocadan da Hadis dersi aldım. Bu hocalar sayesinde fikir yapımızı sağlam bir zemin üzerine oturttuk. Lise mezuniyetimizin akabinde Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde, yükseköğretimime başladım ve buradan mezun olduktan sonra da Diyanet İşleri Başkanlığı’nda dört sene İlçe Müftüsü olarak görev yaptım. İlerleyen yıllarda artık üniversiteye intisap ettim ve aynı zamanda İsmek Üsküdar’da ihtisas merkezinde çalıştım. Daha sonra akademi de Profesörlüğe kadar uzanan sürecim de başlamış oldu.
Hat sanatı ile olan münasebetime gelirsek, bu sanata olan ilgim ortaokul yıllarından başlar. Geçmişe dönüp baktığımda, bu sanata olan ilgimi Cenab-ı Allah’ın bir yönlendirmesi olarak görmekteyim. Çünkü o dönemlerde Müslüman câmia arasında ve diğer kesimlerde, İslâm sanatlarına karşı pek bir ilgi yoktu. Tabi o dönemlerde hat dersi veren kişi sayısı da bir elin parmaklarını geçmezdi ve nerede olduklarını da bilemiyorsunuz, bulmak da kolay değil. O yıllardaki güzel yazıya olan merakım sebebiyle iki sene boyunca hoca aradım. Bu süreç içerisinde hat sanatıyla ilgili kitaplar elime geçti, merakla onları okudum ve oradaki yazıları taklid ederek yazmaya çalıştım. Bu kitaplardan bazı teknik bilgiler öğrenmeye çalıştım. Sonra hiç unutmuyorum Fatih’te bir ev sohbetinde, merhûm Hattat Yusuf Ergün (1955- 1985) diye birisinin Vefa Yurdu’nda kaldığını ve ders verdiğini öğrendim. Emin Saraç Hoca da orada ders veriyordu ve Yusuf Hoca da onun talebesiydi. Yusuf Hocamın yanına gittim ve ondan ders almaya başladım.
Fakat fakülte yıllarımda bu alanda, daha çok nazariyat üzerine yoğunlaştım. Hatta rahmetli Mustafa Miyasoğlu da bu alandaki eksikliği bildiğinden benim bu çabamı desteklemişti. Üniversite yıllarımda Bâyezid Kütüphanesi’ne çok gider ve genellikle alan okumalarımı burada yapardım. Üniversiteden mezun olduktan sonra da yüksek lisans sürecim başlamış oldu ve bu yola böylelikle iyice intsab etmiş oldum.
Hocam, hat sanatının tarihsel süreç içerisinde doğuşu ve gelişimi hakkında bizi bilgilendirir misiniz?
İlk öncelikle biz İslâm harflerinin estetik bir endişe ile yazılmasına “Hüsn-i Hat” diyoruz. Bu sanatın köklerinin Abbasîlere kadar gittiğini ve Arap yazısının ilk başlangıcında imlâsı üzerine durulduğunu da biliyoruz. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in doğru tespiti çok önemliydi ve bu doğru tespiti yapmak içinde, Nebatîlerden gelen yazının imlâ olarak geliştirilmesi gerekiyordu. Yani işte, o zaman yazının noktalaması yoktu, harekeleri yoktu,ha harfler şimdiki kadar estetik görünüme sahip değildi. Dil bilginleri, bunlar üzerine büyük çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmalar tamamlandıktan sonra Abbasîlerden itibaren milâdî onuncu asırdan itibaren üslûb sahibi, öncü hattatların ortaya çıktığını ve İslâm yazısının güzelleştirilmesi üzerine büyük çalışmalar yapıldığını görüyoruz. Hat sanatında ilk hareketlenmenin Abbasîler zamanında olduğunu söylemiştik. Abbasîler’de hat sanatı alanı üzerine çalışmalar yapan öncü isimlerin ise İbn Mukle, İbn Bevvâb, Yakut el-Musta’simî olduğunu görmekteyiz. Bu isimler sayesinde hat sanatı erken dönemlerden itibaren, her yüzyılda bir estetik gelişim göstermiştir. Bunlar eliyle hat sanatı belli bir seviyeye ulaşıyor ve Osmanlılar’a gelince, II. Bâyezid’den itibaren üslûb sahibi hattatların elinde yazı, estetik olarak çok büyük bir terakkî gösteriyor. Levha olarak da Hattat Hâfız Osman Efendi ile XVII. asırdan itibaren, Hilye-i Şerîfe’nin yazılmaya başlanmasıyla birlikte çok güzel örneklerin ortaya çıktığını görüyoruz. Yani levha olarak, hat sanatının evlerin, iş yerlerinin, dînî mekânların duvarlarına asılmasıyla da böyle çok farklı bir mecrâya girdiğini de görmekteyiz. Tabi Kur’ân-ı Kerîm’in güzel yazılmasıyla birlikte tezhip sanatı ve cilt sanatının da onunla birlikte ayrıca büyük bir gelişme gösterdiğini söylemeliyiz.
Hocam, sizin de bildiğiniz üzere “Kur’an Mekke’de nâzil oldu, Kâhire’de okundu, İstanbul’da yazıldı” diye meşhur olmuş bir söz vardır. Bu sözü nasıl anlamalıyız, eskiler neden böyle söylemişlerdir?
Evet, az evvel söylediğim gibi hat sanatında bayraktarlık Osmanlılar’a geçtiğinde, özellikle II. Bâyezid döneminden sonra yazıyla ilgili çok büyük gelişmeler yaşanmıştır. Şehzâdeler şehri olarak isimlendirilen Amasya’da Bâyezid, vali olarak bulunduğu dönemde, Şeyh Hamdullah da oradaydı ve Bâyezid yazıyla burada tanışmıştır. Onların birbiriyle bu sebepten ötürü bir tanışıklığı da söz konusu idi. II. Bâyezid, sultan olarak İstanbul’a geldiğinde, Şeyh Hamdullah’ı da yanında İstanbul’a getirmiştir ve akabinde ciddi bir şekilde yazı meclisleri kurulmaya başlanmıştır. Sultan Bâyezid İstanbul’dayken Şeyh Hamdullah’tan bir istekte bulunuyor ve Abbasî/Yâkut uslûbunda yazılan yazının Osmanlı renginine büründürülmesini talep ediyor. Hattat Şeyh Hamdullah, Padişahın bu isteğine olumlu cevap veriyor. Kendisine hazinede bulunan Hattat Yâkut el- Mustasımî murakkalarından veriyor. Hattat Şeyh Hamdullah Efendi, Alemdağ Köyü’ne yazı inzivâsına çekilerek, tasavvufî tabirle “Erbaîn Çıkarma” durumuna giriyor ve yazı tedkîkine başlıyor. Hattat Şeyh Hamdullah Efendi, Yâkut harflerinden seçmeler yapmak suretiyle, bir “Osmanlı Üslûbu”nun ortaya çıkmasına vesile oluyor.
İSTANBUL’UN SANATIN MERKEZİ OLMASI
Osmanlı Sarayı sanatla çok ilgilidir. Yani sadece hat sanatıyla ilgili değil tezhip, minyatür, cilt sanatları da bunun yanındadır. Saray’da bu sanatlarla ilgili olarak “Ehl-i Hiref” teşkilatı vardır ve ayrıca atölyeler de kurulmuştur. Burada çok kıymetli sanatkârlar istihdam edilir ve bunların kayıtları da mevcuttur. Meselâ çok meşhur “Karahisari Mushafı” vardır. Üç padişah döneminde süren bir gayretin sonucunda, iki önemli hattatın ve birçok saray teşkilatında çalışan müzehhibin çalışmasıyla ortaya çıkan bir eserdir. Tezhibiyle, cildiyle, hattıyla çok önemli bir eser. Saray’da ehl-i hiref, Kur’ân-ı Kerimi çok güzel bir şekilde tezhibliyor ve XVI. yüzyılda bir tezhib uslubâ da ortaya çıkıyor. Böylelikle Saray’dan neşet eden güzel sanatlara meraklı bir toplum da meydana geliyor. Özellikle payitahtın olduğu yerde bunu görebiliyoruz. Saray, sanatla ilgileniyor ve padişahların da hemen hemen çoğu yazı sanatıyla ilgilenmiştir. Tabi sarayın yazıyla ilgilenmesi, toplumu da etkiliyor ve böylece toplumda yazıyla ilgilenen çok ciddi bir grup oluşuyor. Kur’ân-ı Kerim’in güzel yazılması gayesiyle oluşan bir sanat olan hat sanatında, daha önceleri Muhakkak ve Reyhâni hat, Kur’ân yazımında kullanılırken, Şeyh Hamdullah ile birlikte Nesih yazı artık Kur’ân-ı Kerim yazımında kullanılmıştır.
Toplumun sanatla ilgilenmesinde, tabi ki sarayın da sanatla ilgili olması büyük bir etkendir. Saray bir şeyle ilgilendiği vakit, toplum daha çok alâkadar oluyor. Çünkü sarayın bu sanatkârlara karşı desteği oluyor. Toplum da yaygın bir şekilde güzel sanatlara ilgi duyuyor. Bu tabi hat, tezhib, ebrû, minyatür olduğu gibi şiir ve edebiyatta da kendisini gösteriyor. Osmanlı padişahları arasında çok kuvvetli altı tane hattatı da biliyoruz bunlar; Sultan II.Bâyezid, III.Ahmed, III. Mustafa, Abdulmecid, II. Mahmud ve Sultan II.Abdulhamid; bu padişahların çok ciddi şekilde hat sanatıyla ilgilendiğini söyleyebiliriz.
Özellikle II. Bâyezid dönemindeki bu üslub değişikliğinden sonra Kur’ân-ı Kerîm’in artık Nesih hattı ile yazılması sebebiyle, çok güzel ürünler meydana çıkıyor ve dolayısıyla bu meşhur söz de ortaya çıkmış oluyor. Burada padişahların ilgilenmesi ve desteği ile çok geniş bir kitleye yayılınca, İstanbul’da hat sanatı ve tezhib sanatında kuvvetli bir gelenek de oluşuyor. Yani ders almanın bile bir geleneği oluşarak, usta- çırak ilişkisi içinde sürüp gidiyor. Böylelikle yazı sanatında nesilden nesile, tarikatlerdeki icâzet müessesi gibi zinciri kopartmadan bir silsile oluşmuştur. İkincisi ise malzeme İstanbul’da, yani en güzel örnekler burada. Bir hocadan meşk almak çok önemli ama ondan da önemlisi eski güzel örneklerin incelenmesi önemlidir. Şimdiki gibi matbaa yok, her şeyin her yerde görülmesi mümkün değil. Öyleyse bunları görüp, tetkik etmek İstanbul’da mümkün olduğu için İstanbul hat sanatkârlarının ilgi odağı olmuştur. Çünkü bunlar birbirini tamamlayan hususlardır. Yani bir hocadan ders almak ve bunun yanında güzel örnekleri incelemek… Biri olsa biri olmasa bir ayak eksik kalmış olur. Dolayısıyla bu iki ayak burada tamamlandığı için bu söz haklı bir temele dayanmıştır. Ve bu söz hâlâ güncelliğini korumaktadır…
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra “Harf İnkılâbı” yapılarak Latin harflerine geçildi. Bu durum hat sanatını nasıl etkiledi hocam ?
Şimdi şöyle, olayları biliyorsunuz latin harflerinin kabulü ile İslâm harflerine karşı da bir yasak başladı. Tabi bu yasak ile birlikte hattatlar bütün çalışma sahalarını da kaybettiler. Nihayetinde, bir mesleğin profesyonelce yürüyebilmesi için onu meslek olarak edinmek gerekiyor. Bu meslek sahibi hattatların o dönemlerde işsiz kaldığını görmekteyiz. Çok trajik hikâyeler ortaya çıkmıştır bu zamanda. Meselâ Hattat Halim Efendi (v. 1964) harf inkılâbından sonra her şeyi terk ediyor ve Topkapı tarafında bir bağ satın alıyor ve kendisi orada bağ işleriyle ilgilenmeye başlıyor. Bir ara hattatların durumuyla alâkalı Yedigün dergisinde bir yazı çıkmıştır. Kestane pişiren kitapçı, peynir satan hattat diye çeşitli meslekler ile geçimini sağlamaya çalışan insanları görüyoruz. Tabi devlet desteği kesildikten sonra ve ayrıca insanların da ilgisi kesildikten sonra hat sanatı çok ciddi darbe yiyor. Fakat yine zamanın fedâkar hattatları, Hattat Necmeddin Okyay, Hattat Hamit Aytaç, Hattat İsmail Hakkı Altunbezer ve Kâmil Akdik gibi hattatlar, gayretlerini eksik etmiyorlar ve bu milletin hat sanatıyla olan irtibatını kopartmıyorlar. Hattat Hamit Aytaç matbaa işleriyle ilgilenmeye başlıyor ama yine de meraklılarına yazı dersi veriyor, yani yazıdan tamamen kopmuyor. 1980’den itibaren artık güzel sanatlar fakültelerinde, bu yazı dersi konulduktan sonra üstatlardan yetişmiş hattatlardan ders alanlarla birlikte zincir tamamlanmış oluyor. Şükür ki bugün şunu çok rahat bir şekilde ifade edebiliriz; geleneksel sanatlarımız tarih olmaktan kurtulmuştur. Yani tezhib sanatında, yazı sanatında eski günleri aratmayan örneklerin yeniden ortaya çıktığını görmekteyiz. Özellikle İslâm ülkelerinden de -tabi bir ayakları Türkiye’de olmak şartıyla- çok kuvvetli sanatçıların ortaya çıktığını görüyoruz. İnşallah bu ivmenin artarak devam etmesini de ümit ediyorum.
Hat sanatının güncel durumunu da konuşacak olursak, bu sanatın popüler kültürün içine çekildiği dile getirilmekle beraber nitelikli hattat adaylarının çıkma yüzdesinin de giderek düştüğü söylenmektedir. Siz bu mesele hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu konuyla ilgili çok çeşitli görüşler var ama temel kâide olarak şunu görüyorum. Eliti çıkarmak için sanatın tabana iyice yayılması gerektiğini düşünüyorum. Anlaşılması için bunu şöyle ifade edelim: Beş tane çok kuvvetli hattatın çıkması için belki yüz kişinin yazıya çalışması gerekmektedir. Yani aradan eliti yakalayabilmek için mutlaka çok fazla sayıda insanın bu sanatla ilgilenmesi gerektiği kanaatini taşıyorum. Yüzde yüz randıman hiçbir yerde olmaz. Rahatsız edici birtakım örnekler olabilir ama “sû-i misal emsâl olmaz” diye bir söz vardır. Tabi popüler kültür yaygın, turistlere satılan birtakım hat örneklerini görüyoruz bunların sanatla alaâası yok ama bunlar da oluyor. Bu hiçbir zaman olmadı değil. Eskiden de vardı ,şimdi de var, gelecekte de var olacak. Bizim uğraşmamız gereken saha, elit sanatkârları yetiştirmektir. Bunlar kendi mecrasında yürüyecek bu taraftakiler de kendi mecrasında yürüyecektir. Ben o kadar önemli görmüyorum bunları.
Modern sanatın hat sanatına etkisini göz önünde bulundurarak, yeni ekollerin ortaya çıkma ihtimali söz konusu mudur?
Bunu zaman gösterecek. Meselâ Osmanlı’da Ahmed Karahisari ekolü vardır. Bu ekol, ana akımdan farklılık arz eder. Yani bir ayağı ordadır ama Karahisari çok farklı örnekler ortaya koymuştur. Yine ana damardan gelen Mehmed Şefik Bey bu harflerin yapısını bozmadan çok farklı istifler ortaya koymuştur. Sonra özellikle Kûfi yazı üzerinden ilerleyerek farklı istifler ortaya konmuştur. Meselâ Ahmed Karahisari’nin beş yüz yıl öncesinden ortaya koyduğu örnekler, çok ilginçtir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, günümüzdeki modern grafik sanatının ulaştığı desen anlayışını beş yüz yıl öncesinden ortaya koymuş bir sanatkârdır. Harflerin yapısını da bozmamıştır ama Karahisari ekolü, kendisinden sonra devam ettirilememiştir. Geçen yüzyılın başlarında yine yazıyla ilgili birtakım arayışlara girilmiştir. Kûfi yazıyla ilgili denemeler çok basitte kalmıştır ama Cumhuriyet döneminde güzel sanatlarda yazı Profesörü olan Emin Barın eliyle yine bir hareketlenme görülmüştür. Kendisi Kâmil Akdik’ten ders almış, Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer’e yetişmiş. Ayrıca Emin Barın, Dîvânî, Kûfi ve Makilî hatla çok güzel örnekler ortaya koymuştur. Emin Barın, grafik anlayışıyla çok farklı örneklerle bir bakıma Karahisârî’yi tekrar tekrar ortaya koyan birtakım örnekler meydana getirmiştir. Onun talebesi Savaş Çevik’te de aynı şeyleri görürüz ama biz günümüzde Hattat Ali Toy’da temeli sağlam, çizgileri kuvvetli yeni bir nefesin ortaya çıktığını görebiliyoruz.
Bu durumun olması gerekmektedir yoksa sanat durağanlaşır. Bu konuda da birçok eleştiri yapılıyor, yani bazı hattatların yaptıklarının çizgi dışına çıktığına dâir eleştiriler var. Bu olacak ama yüz tane deneme oluyorsa bunlar içerisinden bir iki tanesi tarihe kalacak örnekler olacaktır. Bunlar bir arayıştır. Çünkü arada büyük kopukluk oldu tarihî bir ârıza oldu o tarihî ârızadan sonra ayağa kalkmaya çalışan bir sanatta bunlara yeni nefesler, yeni arayışlar diyebiliriz. Ali Toy ve Savaş Çevik bey bu konuda iyi örneklerdir. Bazen yeni arkadaşların da çok çarpıcı örnekler ortaya koyduğunu görüyorum, bundan kaçış yoktur,olacaktır bunlar… Bir yerde bir gelişme, hareketlenme yoksa orada durağanlaşmadan sonra geriye gidiş söz konusu olur. Artık Sâmi Efendi ve Şevki Efendi gibi yazamazsın ne yapacaksın sonra doğal olarak geriye gideceksin. Hayır, bu üslûpları çok iyi özümsedikten sonra yeni birtakım üslûpların ortaya çıkacağını düşünüyorum. Günümüzde resim sanatına ilgisi olan bazı arkadaşların resimle hattı birleştirmek suretiyle, bazı çabalar ortaya koyduğunu görüyoruz. Bunlar bir ümittir. Meselâ geçen yüzyıldan Hattat Mehmed Şefik Bey’in bir Farsça beyti harflerin yapısını bozmadan, ağaç şeklinde istiflediğini görmekteyiz. Bu çok ilginçtir. Yani kısaca o tarihî ârızadan sonra böyle birtakım gelişmelerin yaşanması mümkündür. Bunların da sonunda ben iyi bir yere varacağını düşünüyorum.
Hocam son olarak da genç arkadaşlarımıza tavsiyeleriniz nelerdir?
Ben öğrencilere hep Süheyl Ünver’in bir sözünü hatırlatırım. “Herkesin bir mesleği olmalı bir de meşgalesi. O meşgale de bütün bir kültürümüzdür” diye bir nasihat Bizim geleneğimizde, gençlerin mesleğinden ayrı olarak bir sanatla uğraştırılması geleneği vardır. Ben de her öğrencinin kendi meşrebine göre ve kendini yönledirebileceği bir sanat ile meşgul olması düşüncesini taşıyorum. Ebru, tezhib, hat veya mûsıkî vs. mutlaka bir sanatla ilgilenmelerini tavsiye ediyorum. Hem boş vakitlerini doldurmuş olurlar hem de rûh sağlıklarını korumuş olurlar. Çünkü boş insanın arkadaşı şeytandır. Boş kaldıkça zararlı, gereksiz işler ortaya koyacaklardır. Üretmek insana çok büyük bir keyif verir.
Hat sanatıyla da ilgilenen genç kardeşlerime de tavsiyelerim dijital yeniliklerinin getirdiği imkânlardan faydalanmaları. Artık hat sanatında bile uzaktan hocadan ders almak mümkün bunu görüyoruz. Ayrıca hat sanatıyla ilgilenen arkadaşlar nazarî bilgi açısından da kendini geliştirsinler. Ve son olarak da üniversite okuyanlar mutlaka Yüksek Lisans ve Doktora yapsınlar ki eğitim sahasındaki boşlukları dolduralım.
Rabbim, hepimize feyizli ve bereketli bir ömür nasip etsin…