Tarihe Terk Edilen Kavram: İslamcılık

Değerlendiren: Hilal Ersoy

Alev Erkilet, ülkemizde birbirinden farklı üniversite ve projelerde, çok farklı alanlarda çalışmalar yapmış bir akademisyendir. 1983 yılında Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji bölümünden mezun olmuş, yüksek lisans ve doktorasını da araştırma görevlisi olarak çalıştığı aynı bölümde tamamlamıştır. Daha sonraki süreçte meslek ve aile yapısı, kentsel tasarım, medya ve aile algısı gibi farklı konularda çalışmalar yürütmüştür. Erkilet, Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Ele Geçirilemeyen Toprak Kuzey Kafkasya, Eleştirellikten Uyuma, Toplumsal Yapı ve Değişme Kuramları, Mazlum Doğu’nun Mağrur Çocukları, İstanbul Halkının Dilencilik Olgusuna Bakış Açısı, Kenti Dinlemek kitaplarının yazarı olmasının yanı sıra çeşitli kitap ve dergilerde makaleler yayınlamıştır. Biz ise bu yazıda Mazlum Doğu’nun Mağrur Çocukları kitabını analiz edeceğiz.

Bugün İslamcı kavramı toplumda ne çağrıştırmaktadır? Bu sorunun tek bir doğru cevabı olduğunu söylemek oldukça zordur. Tıpkı literatürdeki diğer birçok kavramın tarihten kopup kendine tutunan olayların, olguların etkisiyle zamana ve mekana göre değişiklik göstermesi gibi, İslamcılık kavramı da ortaya çıktığı günden bu yana değişimden ve dönüşümden payını almıştır. Kimin zihninde nasıl canlanıyorsa öyle kendini göstermiş, kim neyin peşinden gidiyorsa İslamcılık da onun savunucusu olmuştur. Bu kavramsal dönüşümü Bediüzzaman’dan Namık Kemal’e, Muhammed İkbal’den Aliya İzzetbegoviç’e birçok farklı isimle, sosyal ve siyasi alanda hangi meselelerle İslamcılık kavramının altının doldurulduğunu Alev Erkilet, birçok makalenin derlemesi şeklinde Mazlum Doğu’nun Mağrur Çocukları eseriyle ortaya koymuştur.

Erkilet, eserine kavramın siyasi anlamda tarih sahnesinde nasıl ortaya çıktığıyla başlamıştır. Namık Kemal’in İslamcılık anlayışı bu bölümde dönemin şartları göz önünde bulundurmuş, yakın dönemlerde yapılan yorumlara da yer vererek tartışılmıştır. Namık Kemal ve arkadaşlarının bu noktada özellikle üzerinde durulması gereken özelliği, değişimin pergel ayağını yerel olana, yerli olana, İslami ya da gelenekte olana yerleştirmek konusundaki ısrarlarıdır (Erkilet, 2015, s. 9). Bir diğer anlamda Namık Kemal, “Kendi olarak kalınırken modernleşmek nasıl mümkün olabilir?” sorusunun cevabını arar. Elbette dönemin şartları bu düşüncenin yalnızca entelektüel arayışlardan ibaret olmasını imkansız kılmaktadır. Bu arayış asıl olarak işgale, yenilgiye ve parçalanmaya karşı durmanın bir yoludur.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde Namık Kemal’in yerli savunusundan farklı olarak Sait Halim Paşa’nın Batı kurumlarını İslami değerlere uyumunu karşılaştırdığı düşüncelerine yer verilmiştir. Osmanlı Devleti yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda İslamcılık eskiden olduğu gibi yenilgiye ve parçalanmalara karşı durmak için değil, ortadan kalkan hilafetin ve İslam devletinin yeniden tesis edilmesi ve Batı’ya dönmüş olan toplumsal yapıya İslami bir yön oluşturması bakımından var olmuştur. Erkilet, İslamcılığın siyasi anlamda dönüşümünü “O dönemde İslamcılık ‘kurtarıcı’ bir ideolojidir. İmparatorluk yıkıldıktan sonra ‘kurucu’ bir ideoloji haline gelecektir.” şeklinde açıklamaktadır ( 2015, s. 20).

İslamcılıktan muhafazakarlığa dönüşen hayat biçimi, örtünün anlamını sorgulamayı ve anlamayı bırakmalarına sebep olmuştur.

Türkiye’de İslamcılığın seyrini ele alırken bahsedilmesi gereken önemli hususlardan biri de 28 Şubat sürecidir. Cumhuriyet’in kurulması sırasında, Batılı yaşam tarzına bir alternatif sunmak adına toplumsal hayata dahil edilmiş olan İslamcılık düşüncesi zamanla kendine kültürel bir alan bulmuş fakat bu, kültürel alanın dışına çıkıp güncel meselelere dahil olması sorununu ortaya çıkarmıştır. 80’ler ve 90’larda bilginin İslamileştirilmesi tartışmaları bu açıdan anlamlıdır. İslam toplumlarında geleneksel alimlerin modern disiplinleri bilmemesi, Müslüman bilim adamlarının ise geleneğe yabancı olması, hatta zaman zaman bu birikimin diline bile sahip olmaması, sorunun temel kaynağı olarak tanımlanmış ve bu nedenle iki alanın da bilgisine sahip genç kuşakların yetiştirilmesi hususu üzerinde hassasiyetle durulmuştur (Erkilet, 2015, s. 117). Ancak bu doğrultudaki çalışmalar 28 Şubat süreci sonrasında zamanla ortadan kalkmıştır.

28 Şubat sürecinde geri plana atılan yalnızca bilginin İslamileştirilmesi değildir. Müslüman kadınlar; eğitim, işe erişim, fikir beyanı, siyasal katılım gibi birçok haktan mahrum bırakılarak kamusal alandan dışarı itilmiştir. Tüm kamusal alanlardan dışlanmış olan kadınlar bir anlamda eve kapatılmışlardır. Kapanmanın bir getirisi olarak “modern kadın olabilmek için” terk edilmesi gereken ev hanımı ve anne olmak üstelenebildikleri sınırlı rollerden bazılarıdır. 90’ların İslamcı kadını, kamuda pay alamadığı ölçüde modern iş hayatında, akademide ya da kamuda yer alan hemcinslerinden geride bir pozisyonda algılanmış; bu algı gelenekteki ontolojik gerilik algısını beslemiş/canlandırmıştır (Erkilet, 2015, s. 121).

Bu kadınlar daima edilgen, renksiz, ruhsuz, iradesiz ve son tahlilde kişiliksiz birer nesne gibi sunulur. Dolayısıyla Müslüman kadın seçim yapmaz, düşünmez, özgür olmaz ve özgürlük talep edemez; eşit değildir. Örtüsüne iğne takıp takmayacağına, nasıl bağlayacağına, örtünün ne uzunlukta olacağına dair yorum yapma hakkı “tam vatandaş” olanlarındır (Erkilet, 2015, s. 147). Bu süreç kadının git gide İslami değil, muhafazakar biçimde algılanmasına sebep olmuştur. Yaşanan muhafazakarlaşmanın tek sebebi, elbette bu değildir. Siyasi alanda sahip olduğu varsayılan iktidara güven, toplumsal yapıya ve İslam’ın siyasal boyutuna getirilen eleştirileri hafifletmiş ve demokratikleşme eleştirileriyle sınırlı hale getirmiştir. Politik alanda temsil edildiklerine inanan Müslümanlar, her alanda seslerini alçaltarak daha pasif biçimde etkinlik sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu anlamda muhafazakarlaşmanın beraberinde getirdiklerine bir göz atmakta fayda vardır.

Muhafazakarlaşmadan bahsedecek olursak İslamcı tutum ile arasındaki farktan söz etmek gerekir. Burada temel fark geleneğe yaklaşımdır. Muhafazakar düşünce bunu olduğu gibi kabul eder, sorgulamaz. İslamcı düşünce ise, tam tersine atalardan gelmiş olan düşünce ve pratiklerle Allah’ın vahyi arasında bir tutarlılık olup olmadığını sorgular (Erkilet, 2015, s. 129). Bugün muhafazakarlaşmanın etkisini en açık şekilde görebildiğimiz alanlardan biri de Müslüman kadının giyimidir.

Bugün İslamcı kavramı toplumda ne çağrıştırmaktadır? Bu sorunun tek bir doğru cevabı olduğunu söylemek oldukça zordur.

Erkilet’in Simmel’den aktardığına göre moda aynı sınıftan olanları birleştirirken onları diğerlerinden ayırma işlevi görür. Kadınlar tarih boyunca bir örnek hayat yaşadıklarından modada farklılaşmak istemişlerdir ve bu yönleriyle erkeklerden ayrılırlar. Çünkü ona göre erkekler çok yönlü hayatlar yaşadıklarından mutlu olmak için giyimlerini değiştirmelerine gerek yoktur. Bu açıdan bakacak olursak Müslüman kadınlar kamusal alandan itilip evlerine kapatıldıktan sonra Simmel’in savunduğu bir örnek hayata mahkum olmuşlar, bu sebeple de modayla kendilerine bir alan yaratmaya çalışmışlardır. Bu süreçte muhafazakarlaşmanın etkisi gözle görülür biçimde açıktır.

İslamcılıktan muhafazakarlığa dönüşen hayat biçimi, örtünün anlamını sorgulamayı ve anlamayı bırakmalarına sebep olmuştur. Bunun bir sonucu olarak da başörtüsü bir moda nesnesi haline gelmiş, muhafazakarlaşmıştır. Yine Erkilet’in İbn-i Haldun’dan aktardığına göre yenilen halklar kendilerini yenenlerin giyim kuşamdan, atlarını süsleme biçimine, evlerine ve mobilyalarına kadar taklit etmektedirler (2015, s. 165). Bu aktarım, başörtüsünün modayla geçirdiği zamanla Batılı bir görünüm alışının doğru orantısı göz önünde bulundurulduğunda oldukça manidardır. Tıpkı İbn Haldun’un verdiği örnekte olduğu gibi, bu benzeyiş yalnızca başörtüsü ya da giyimle kalmamış hayat tarzına ve bireylerin zihniyetine de yansımıştır.

Bütün bunlardan sonra en başta sorduğumuz soruya geri dönecek olursak, bugün İslamcı kavramı toplumda birbirinden farklı birçok anlam çağrıştırmaktadır. Bugüne kadar geçirdiği dönüşüm sürecinde kurtarıcı rolünden kurucu rolüne geçişiyle toplumsal hayata adapte olmuş bir kavram olan İslamcılık, devamında yaşadığı değişmeler sonucu yerini muhafazakarlık kavramına bırakmak zorunda kalmıştır. Kavramların bu yer değiştirmesi sırasında anlam farklılaşmaları yaşanmış, birçok değerin içi boşaltılmış ve sıradanlaşmıştır. Bu sebeple İslamcılık kavramına bugünden bakıldığında geride, tarihte bir yerde sıkışmış bir şeye bakıyormuş izlenimi yaşamak olağandır.

Buraya kadar içeriğinden bahsedip önemli gördüğümüz bazı konularını tartıştığımız kitabın biçimselliğine ve niteliğine bakacak olursak İslamcılık kavramının Türkiye’deki seyrinin İslamcı isimler tarafından özetlendiğini görürüz. Türkiye’de İslamcılık kavramını farklı dönemlerde ele almış birçok kişinin yazıları belirli konu başlıkları altında verilmiştir. Yazarın açık bir kronolojik kaygısı bulunmamasının yanı sıra verilen düşünceler belli bir sıraya ve kronolojiye göre dizilmiştir. Erkilet, konuda daha önce dönemin şartlarının da getirisiyle yanlı, bu yüzden yanlış bir şekilde yazılanları da eleştirerek tartışmıştır. Anlaşılması kolay, akıcı bir dille yazdığı akademik yazılar okuyucuya keyifli bir okuma deneyimi sağlamaktadır. Yazarın kendi makalelerine yer verdiği bölümlerde zaman zaman konuyu dert ettiğini anladığımız, kişilik paltosunu çıkarmakta zorlandığı, objektifliğinin kırıldığı bölümler dikkat çekmektedir. İşlenen konunun çetrefilli oluşu sebebiyle bu durum normal karşılanabilir. İslamcılığın ülkemizdeki seyrini görmek, farklı açılardan okumak isteyen okuyucular için kıymetli bir eserdir.

Erkilet, Alev. Mazlum Doğu’nun Mağrur Çocukları: İslamcı portreler ve Türkiye’de İslamcılığın seyri. Büyüyenay Yayınları, 2015.

Hilal Ersoy
Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji bölümünde 3. sınıf öğrencisidir. İLEM Kademe Eğitim Programı’na devam etmektedir. Göç, kentleşme ve kadın araştırmaları ilgi alanları arasındadır.

Leave a Comment