Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla
Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, İstanbul, İletişim, 2011, 338 s.
Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla adlı eserinde Leo Huberman kendine has bir dünya tarih yazarlığı yapmıştır. Bu bağlamda tarih yazarlığını Avrupa’nın feodal döneminden başlatmıştır. Daha sonra feodal dönemi kapitalist dönemle ikame etmiş ve son olarak da kapitalist dönemden sosyalizme bir geçiş yapmıştır. Kuşkusuz bu geçişler gerekli mantıki açıklamalar çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Huberman, eserinin henüz önsözünde yapıtının amacını ortaya koyar. Der ki: “Bu kitabın iki amacı var; Tarihi, ekonomi teorisiyle ve ekonomi teorisini tarihle açıklamak.” Gayet eğitsel amaçlarla kaleme aldığını belirttiği eserinin içindekiler kısmında ise merak uyandırıcı bir nokta vardır. İki bölümden oluşan eserinde yazar ilk bölüme “Feodalizmden Kapitalizme” başlığını vermişken ikinci bölüme ise “Kapitalizmden ?” başlığını yakıştırmıştır. İşte bu ikinci bölümün başlığı lafzen incelendiğinde yazarın “kapitalizmden bir yere” demeye çalıştığı anlaşılıyor. Ama neresi olduğunu içindekiler kısmında söylememiş. Acaba yazar neden direk “kapitalizmden sosyalizme” gibi bir başlık vermemişte onun yerine sadece bir soru işareti koymakla yetinmiş? Bu değerlendirme yazısında, ben bunun nedenini, yazarın söylediğinin aksine başka bir amacı olduğuna bağladım. Bu amacı, burada kısaca “sosyalizmi yüceltmek” olarak belirtiyorum. Kanaatimce yazar eseri boyunca dünya tarihini onu sosyalizme ulaştırmak amacıyla okumuştur. Hatta bunu yaparken gerekli argümanlar bulabilmek için öylesine derinlere inmiş ki, ilk bölümden ikinci bölüme geçmeyi başka bir kitaba geçmek gibi hissettirmiştir okuyucuya. Bu nedenle de içindekiler kısmında sosyalizmin adını zikretmek yerine, onu bir kurtuluş, insanlığa bir hediye ve mucize olarak sona saklamıştır.
Feodal dönemin sınıflarını dua edenler, savaşanlar ve çalışanlar oluşturur. Bu dönem parçalanmış siyasi yapının neredeyse tüm Avrupa’ya hakim olduğu bir dönemdir. Feodal bey kendisine bağlı olanları korur, onlarda bunun karşılığı olarak onun hesabına çalışır ve üretir. Ürettiklerinden de yaşamalarına yetecek kadarını kendine saklar. Vasal-süzeren ilişkisinin toplumun temelini oluşturduğu her alanda kendini belli eder. Öyle ki, toprağa bağlı köylü olan serf toprağın tasarruf hakkını lorddan, lord konttan, kont dükten, dük ise kraldan alıyordu. Hatta kralın başka bir kraldan toprağın tasarruf hakkını aldığı bile görülüyordu. Bu dönemin karakteristiği “malikâne sistemi” adını alır ve içe kapanık kendine yeten sadece sınırlı üretimin mevcut olduğu bir yapıyı ifade eder. Tek zenginlik kaynağının toprak olduğu bu dönemde para fazla önem arz etmez, zira parayı harcayacak yer bulunmaz. Sınırlı bir trampa ekonomisi hakimdir. Zamanla para ve ona bağlı olarak tüccar ortaya çıkar. Haçlı seferleri vs. etkisiyle ticaret iyice canlanır ve aktif ticaretin yapılmaya başlandığı panayırlar ile zamanla sınırlı ticaret ve kapalı ekonomi etkisini kaybeder. Lordun duvarları içerisindeki kaleden ticaretin canlı olduğu şehirlere kitleler akmaya başlar. Ama ticaretin önünde büyük engel olarak lordların vergilendirmeleri vardır. Zamanla onların da işine gelmesi suretiyle vergiler azaltılır yahut kaldırılır. Çünkü lordlar aralarında rekabete girerler. Zira ticaret şehir oluşturur ve zenginlik meydana getirir. Bundan lord da yararlanır. Bu nedenle en çok serbestliği sağlayan lordun toprağında en çok sayıda şehir kurulur.
Aslında bu mantık feodal sistemin sonunu getirecek olan aristokrasinin tasfiyesine neden olacaktır daha sonra. Toplum katmanları artık değişmeye başlamıştır. Zira artık bağımsız, ticaret yapan bir kesim oluşmuştur. Bu kesimin elinde para vardı ama bu parayı elinde tutmayı sağlayacak kudreti yoktu. Feodal beylerin yasa yapma gücü henüz yeni yeni oluşmakta olan burjuvayı yıpratıyordu. Bu nedenle feodal siyasi birimlere karşı mutlak monarşi desteklendi. Böylece lordun kısıtlı topraklarına oranla monarkın geniş topraklarında ticaret yapılabilir hale geldi. Kısacası hem monark hem burjuva kazandı. İlim ve fendeki gelişmeler doğrultusunda zamanla üretim tekniklerinde ve usullerinde de gelişmeler meydana geldi. Feodal sistemdeki “malikâne tipi üretim” den geniş şehirlerdeki “lonca sistemi üretim” e, bundan “eve iş verme sistemi ”ne ve bu usulden de “fabrika sistemi” ne geçildi.
Üretim aşamalarındaki bu geçişte önemli olan bir faktör olarak “aracı” denen kimseler önem arz eder. Zira ham maddeleri üreticilerin ayağına kadar getiren bu aracılar tarihin bilinen ilk kapitalistleri olmuşlardır. Zamanla parası olan insanlar bu parayı istedikleri yerde, istedikleri zaman ve istedikleri biçimde kullanmayı arzuladılar. Genişleyen ticaret ve endüstrinin bütün fırsatlarından yararlanmak istediler ve laissez-faire dediler. Serbest ticaret ve ekonomi, insan hakları ve anayasalar, hepsi, yani bir toplumu saran sarmalayan her şeyin temeline liberallik katıldı. Çünkü kapitalist, üretim araçlarına sahip olan kimsedir ve özel mülkiyetine, yatırım yapacağı alana karışılmasını istemez. Bu yüzden 16. ve 17. yüzyılda destekledikleri mutlak monarşinin 18. yüzyılda karşısına çıkarlar. Demokratik parlamenter görüşleri savunurlar. Nihayetinde parlamenter sistemi getirirler de. Böylece mülkiyet hakkına karışılmasını önleyen yasalar çıkarırlar. Toplumun menfaatinden daha ön planda tutulmasını sağlarlar. Çünkü derler ki, özel mülkiyet girişimciliğin temelidir. Bu yolla dolaylı olarak toplumun kalkınmasını sağlar. Bu yüzden temel söylemleri “bırakın yapalım, bırakın edelim” olacaktır.
Huberman buradan sonra ikinci bölümde kapitalizmi kötüleyen ama bunu gayet rasyonel bir şekilde argümanlarla sunan bir yaklaşım seyreder. O, işçileri ezmeyi sık sık dile getirir. Bu bağlamda kapitalistlerin “ücretin demir yasası” fikrinden bahseder. Emeğin doğal fiyatı emekçiyi ve ailesini geçindirecek gerekli şeylerin ve besinin fiyatına bağlıdır der. Zira bu emekçilerin sattıkları sadece emekleridir.
Daha başka olarak İngiltere’nin bencil kapitalistçe hamlelerine örnekler verir. Sanayileşmesini tamamlayan ilk devlet olması hasebiyle diğer dünya devletlerine serbest ticareti tavsiye etmesini sinsice bulur. Çünkü buradaki oyunu fark etmiştir ve Friedrich List’in ağzından yapılması gerekeni söyler: “Sanayileşmekte olan ülkelerin ulusal pazarlarını korumaları gerekir.”
Bir ülkeyi büyük yapan şeyin değerler üretme yeteneği olduğunu söyler. Ama kapitalist ülkelerde üretim araçları özel mülkiyette olduğu için büyüyecek olan kapitalistlerdir, devletler değildir. Bunu sosyalist devlet anlayışıyla yaptığı karşılaştırmada ima eder ve der ki: “Sosyalist devlette toplumun menfaati özel mülkiyet tarafından budanamaz.”
Kapitalizmin rekabetini iyi anlamda kullanmaz ve erdemden yoksun olduğunu ifade eder. “Kölelik çağında emekçinin yani kölenin haksızlığa uğradığını görmek zor değildir. Feodal dönemde de emekçinin yani serfin haksızlığa uğradığını görmenin zor olmadığı gibi. Ama kapitalist toplumda işçinin haksızlığa uğradığını görmek hiç de kolay değildir” der. Çünkü bizzat anayasa tarafından özgür kılınmıştır ve çalıştığının karşılığını alır. Ne köleye ne de serfe benzer, zira çalışmak veya bir yere bağlı yaşamak zorunda değildir. Hatta oy hakkı bile vardır. İşte bu noktada kapitalist sisteme verebileceği en büyük zararı şu şekilde verir: Der ki; kapitalistler iş gücünü bir meta olarak görüyorlar ve emekçileri de buna inandırıyorlar. Zira iş gücü bir meta değildir, iş gücü metadan katbekat daha değerlidir. Çünkü kendi değerinden daha fazla değer üretebilme yeteneğine sahiptir. Bu bağlamda kapitalistleri işçinin en değerli varlığını çalmakla suçlar. Tabi Huberman bunları hep Marx’ın ağzından ifade etmekte ama kullandığı üslup hasebiyle okuyucuya neredeyse bu ayırımı unutturacak bir yoğunluk yaşatmaktadır.
Huberman Marx’tan pek çok alıntı yapıp okuyucusu için bunlardan anlamlar çıkartıyor. Mesela, Marx demiştir ki: “Modern devletin yürütme organı, burjuvazinin olağan işlerini düzenleyen bir kuruldan başka bir şey değildir.” Yani kapitalist sistemlerde devletin egemen gücü mülk sahiplerinden yana olacaktır. Oysa sosyalist ülkelerde devletin birini diğerine yeğleyeceği bir sınıf yoktur. Zira tek yatırımcı devletin (hükümetin) kendisidir. Bu yüzden devletin egemen gücü tamamen toplum menfaatinden yana olacaktır.
Huberman kapitalist sistemin değersizliğini bu gibi örneklerle açıkladıktan sonra ve sosyalizmin erdemlerini saymaya henüz geçmeden önce bir de dönemin siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarının da sosyalizme hazır olduğunu ifade ediyor. Üstelik bunu bir zamanlar burjuvanın kapitalist sisteme geçişte kullanmış olması, daha da önemli hale getiriyor. Eski düzenin yerine yenisinin gelmesi için yeni üretici güçler ortaya çıkmalı ve görevi yerine getirecek devrimci bir sınıf olmalıdır. Marx’a göre de zaten feodalizmden kapitalizme geçiş böyle olmuştu. Dolayısıyla kapitalizmden sosyalizme geçiş de böyle olacaktır. Çünkü yeni bir üretici güç ortaya çıkmış ve devrimci bir sınıf da mevcut hale gelmiştir. Huberman hangi yoldan gidilirse gidilsin sosyalizme ulaşılacağını ifade ediyor. Çünkü zaten kapitalizmden sosyalizme geçiş bizzat kendi içinde yatıyor, geçişin aracı proletaryadır. Devrimci sınıf proletaryada kendini buluyor, yeni üretim tarzı da tüketim değil de üretim araçlarını komün bir şekilde üretmekte kendini buluyor. Bu da demek oluyor ki eski düzen artık gidebilir.
Kapitalist sistemi kötüdür (nasıl kötü olduğuna yukarıda değinildi), üstelik dönemin koşulları da yeni bir sistem oluşturmaya olanak veren araçları üretti. Dahasına gerek var mı? Huberman’a göre gerek yok. Ama üstüne üstlük bir de bu yeni düzenin erdemleri var. İşte bu noktada, yazarın dünya görüşü hakkında en ufak bir fikri olmayanların dahi hatasız bir tespitte bulunabilmelerini sağlayan ifadeler kullanılmış.
Kapitalistler yalnızca kazanma fırsatını görürlerse işe girişirler ama sosyalist ülkede yapılması gereken yapılır. Sosyalist sistemde bir insan diğerini sömürmez. Sosyalist devletin bir planı vardır. Bu planın amaçladığı tek hedef uzun vadeli azami güvenlik ve refahtır. Bu plan halkın bütün sosyal yaşantısını eğitimini, işini, ulaşımını, eğlenmesini, barınmasını, beslenmesini düzenler. Bu plan yabancı sermaye yardımı görmeden sanayileşmeyi sağlayabilir. Bu plan kapitalist ülkelere karabasan gibi çöken buhrana karşı ülkesini korur. Planlı bir sistemde güvenli, aklı başında, düzenli bir hayat yaşamayı plansız ekonominin krizlerine ve patlamalarına tercih eder. Ama kapitalist devlet ekonomik krizi atlatabilmek için ürün stoklarının büyük miktarını imha etme yoluna gidecek kadar bencildir. Dahası, Rusya’da kısa zamanda ciddi bir sanayileşme baş gösterip krize karşı yetkin bir mücadele verilebildiğinde, Avrupa halkları arasında sosyalist eğilimlerin artması üzerine kapitalist sistem faşizme sığınacak kadar düşmüştür.
Huberman bir sosyalistti. Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla adlı eserini aslında söylediğinden farklı bir amaç için yazmıştır. Feodal dönemden itibaren tüccarın da dâhil olduğu bütün olayları sosyalizmin doğum sancıları olarak eserinde incelemiştir. Bu nedenle sadece fikrini destekleyecek örnekleri seçmiştir. Örneğin sosyalizme muhatap eleştirileri açıklamaya yönelik bir çabasının olduğunu hiç görmüyoruz. Ama ifade etmek istediklerini yalın ve anlaşılır bir dille ifade edebilmiştir. Şüphesiz analiz ve yorumlamaları konu hakkında bilgi sahibi olmayan okuyuculara sıfırdan başlama imkânı vermiştir. Fikirlerini geniş bir zaman aralığında uygun bağlamlara oturtabilmiştir. Yani mesajını okuyucusuna kanımca kolayca ulaştırabiliyor. Fakat yazarın “sosyalizm antidemokratik uygulamaların yoğunlukta olduğu bir sisteme evrilir mi” yahut “insan haklarına saygı konusunda liberal toplumdan geride midir” gibi sorularla sosyalizme getirilen eleştirilere bir cevap vermemiş oluşu eserinde es geçtiği büyük bir boşluğa sebep oluyor. Zira amacı sosyalizmi savunmaksa bu sorulara onu destekleyecek şekilde cevaplar verebilirdi. Ama böyle bir izaha girilmemiş olması, eserin tamamında hiçbir kaynakçanın belirtilmemiş olmasıyla birleşince eserin değeri hakkında okuyucuyu şüpheye düşürmüyor da değil.