“Velhasıl Bursa Sudan İbarettir”
Bir tavsiye üzerine, yola çıkmadan evvel Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir yapıtındaki Bursa’da Zaman başlıklı bölümü okumuştuk. Üslubuna her daim hayran bırakan yazar bu ruhaniyetli şehri uzun uzadıya anlattıktan sonra Evliya Çelebi’nin Bursa’yı tanımlayışına da değinir, onun şu meşhur cümlesini hatırlatır: “Velhasıl Bursa sudan ibarettir.” Biz de suyun kelamını işitme ümidi ve heyecanıyla bekliyorduk 26 Kasım Pazar’ını.
Günün ilk ışıklarıyla erkenden başlıyor yolculuğumuz. İLEM Yönetim Kurulu Başkanı Süleyman Güder, kısa ve öz bir konuşma yaparak bize günün amacını ve kıymetini anlatıyor. “Derslerle sizin zihninizi doyurmak istiyoruz; bu gezilerle de inşallah kalbinizi ve ruhunuzu doyurma niyetindeyiz. Ecdadın izinde sürdürdüğümüz gezilerin Bursa ayağını gerçekleştiriyoruz şimdi” sözleri özellikle İLEM ile yeni tanışmış birinci kademe öğrencileri için ayrı bir önem taşıyor.
Şehre giriş yaptığımızda rehberimizle gerçekleştirdiğimiz kısa bir tanışma faslından sonra evvela başı karlı Uludağ’ı görüyoruz. Tepelerinden aklar eksik olmayan Uludağ’ın görkemi dikkat çekiyor. Eteklerinde kurulmuş Cumalıkızık köyü ilk durağımız. UNESCO tarafından koruma altına alınmış bu tarihi köy, Ertuğrul Bey’in emriyle Oğuz boyları tarafından imar edilmiş. Bu emir neticesinde tam altı farklı kızık köyü kurulmuş olmasına rağmen köy vasfını koruyarak yaşadığımız yıllara değin gelebilen tek kızık köyü burasıdır: Cumalıkızık. “Ertuğrul bey böyle yaparak oğlu Osman için Bursa’nın yolunu açmaya niyetlenmişti.” diyor rehberimiz.
Güne Cumalıkızık ile başlamak enerji veriyor hepimize. Cumbalı evleriyle, sokaklarında kaynağına kadar çıkamadığımız fakat sürekli akan ince uzun bir su yoluyla, hemen her kapının otantik bir restorana açılmasıyla, daha ilk adımlarımızda bizi karşılayan gözleme kokuları, taşlı yolları ve bu yolları arşınlayan birçok turisti ile bu yerleşim yeri bizlere kendini epey sevdiriyor. Toplanma alanına dönerken bir canlı müzik sesi duyup şaşırıyoruz, “Unutamadım, unutamadım, ne olur anla beni…” sözlerindeyken buluyoruz şarkıcıyı; başında şapkası; bir gitar, bir mikrofon ve gülen bir yüz eşliğinde uğurlanıyoruz ilk durağımızdan.
“Gideceğimiz yer asıl Bursa’dır: Tophane. Tophane dediysem orada nargile yok, Orhan ve Osman gazilerin türbeleri var.” Cümleleriyle ikinci durağa hazırlanıyoruz. Tophaneye vardığımızda bizi ilk karşılayan Saat Kulesi oluyor. Şehirlerin gizli süsüdür saat kuleleri; en dikkat çekici yapısı değildir belki fakat olmayışı eksikliğini hissettirir. Ardından İstanbul’un Pierre Loti tepesini andıran bir siluetle karşıyoruz, tüm Bursa karşımızda duruyor o an. Sisler altında kalmış dağlar, binalar, ne yazık ki küçük bir alana sıkıştırılmış yeşil araziler… Şehrin tamamı beş tane giriş kapısı bulunan surlarla çevrili. “O dönemde şimdi bizim yaptığımız gibi rastgele giremezdiniz şehre, ancak bu beş kapıdan girilebilirdi” diyor rehberimiz. Manzaraya bakarak şehirle biraz söyleştikten sonra asıl önemli yerlere yöneliyoruz: Orhan ve Osman Gazilerin türbeleri. Osman Gazi’nin türbesindeyken bir miktar tefekkür ve hayretten alıkoyamıyoruz kendimizi: hemen her şey buradaki şahsiyetle başlamıştı işte! Biz onun asırlar sonraki torunlarıydık ve kabrini ziyarete gelmiştik şimdi. Ne kadar büyümüş, ne kadar çoğalmıştık küçük bir beylikten başlayıp. “Beni şol gümüşlü kubbeye gömün” vasiyeti vardı Osman Gazi’nin. On yıl kuşatma altında tutmasına rağmen sağlığı zamanında fethedilememişti Bursa. Osman Gazi o dönemde bir manastır olan bu küçük mabedi kendine özel istemiş, beni oraya gömün diyerek Orhan Gazi’ye şehrin fethini farz kılmıştır tabiri caizse. Gümüşlü kubbe toplam yirmi üç yıllık bir kuşatma sürecinin nihayetinde tıpkı nazlı bir güzeli bekler gibi beklemişti buraları Osmanlı. Nihayet kan akıtılmadan teslim almıştı Bizans’ın ellerinden. Şehir fethedildikten sonra mescide dönüştürülrek Osman Gazi’nin defni buraya taşınmış, böylece vasiyeti yerine getirilmiştir.
Orhan Gazi türbesine girmeden evvel rehberimiz Orhan Gazi döneminin özelliklerinden ve devletin kuruluşunda bu dönemin öneminden bahsetmişti. “Kadılık sistemi kuruldu, adalete zemin oluşturacak. Külliye açıldı, eğitimin temeli atılacak. Bursa fethedildi, İstanbul fethine yol açacak…” Türbeyi incelerken diğer sandukaların isimleri bizi tarih sahnesine çekiyor, lise yıllarında öğrendiğimiz bilgileri tazeliyor: Cem Sultanın oğlu Abdullah, Musa Çelebi, Şehzade Korkut… Orhan Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun! Onun hikâyesi ayrı bir öneme ve güzelliğe sahiptir. İzdivaçtan önce bir tekfurun kızı olan Holofira, İslam ile şereflendikten sonra Nilüfer ismini alır. Adına şiirler yazılmıştır Nilüfer Hatun için; Aşık Paşazade, Neşri, Lütfi gibi şairlerimiz tarafından.
Türbelerden sonra yürüyerek Üftade hazretlerine doğru gidiyoruz. Yol üzerinde Darül-kurra haziresini geçiyoruz, surların beş büyük kapısından biri olan Yerkapı’nın hemen yanındadır. Sonra Sadiyye Dergahını geçiyoruz, girişinde “Dondurma tekkesi” başlığı altında kitabe bulunuyor. Kitabenin tam ortasında bir tuğra boşluğu olduğu anlaşılıyor fakat Cumhuriyetten sonra kitabenin tuğra kısmı diğer birçok kitabe gibi kazınmış ne yazık ki.
Tam ismiyle Mehmet Muhiddin Üftade hazretleri türbesinde soluklanıyoruz, duraklarımızdan bir diğeri burası. Hemen yanında Kuran Kursu var. Kurs görevlilerinden bir amcayla konuştuk, burayla ilgili ne söyleyebilirsiniz diye sorduk. “Allah buradan ölüme dek ayırmasın beni” diyor mutmain bir çehre ile. Onu öğle vakti için cemaate uğurlayıp rehberimize kulak kesiliyoruz biz de. “İstanbullular Üftade hazretlerinin mekânına, ruhuna aşinalar aslında. Çünkü Üsküdar’ın manevi sahibi Aziz Mahmud Hüdai de burada yetişti, bu velinin terbiyesini alıp geldi İstanbul’a.” Evet, Osmanlı maneviyatının mayalanmasını sağlayan birçok hoca burada yetişti. Tamamına yakını hicretle bu şehre gelmiş olmasına rağmen hem şehri hem Osmanlıyı derinden etkilediler. Bu hocalardan biri ismine hemen hepimizin aşina olduğu Somuncu Baba’dır. Kendisinin meşhur bir duası vardır bu şehre: “Yeşili ve velisi eksik olmasın Bursa’nın.” Bursa’da doğup büyümüş olan Üftade hazretlerinin bizlere bıraktığı iki büyük mirası anmadan geçmemeli; biri Celvetiye tarikatı, kendisi tarikatın kurucusudur, diğeri İstanbul’daki en büyük değerlerden biri olan Aziz Mahmut Hüdai. Türbeye giriş yapar yapmaz el değmemiş tarikat ruhunun manevi havası çarpıyor sanki yüzümüze. Sanki mürşidin ve müritlerin zikirleri henüz susmamış; türbeyi dolduruyor, açık duran kapısından çıkıp yavaş yavaş göğe süzülüyor hâlâ.
Bursa denince akla gelen ilk yerlerden biri de Kozahan’dır. Hemen yanında Osmanlının ilk mabedi Orhan Gazi Camisi bulunuyor; diğer bir yanında ise adına yaraşır haliyle Ulu Cami. İç çarşıda yemeğimizi yerken Bilal Kemikli hoca konuğumuz oluyor. Hepimizin görüp duyabileceği bir yere geçip güzel bir konuşma yapıyor. “Sabırla açıldı Bursa’nın fetih kapısı savaşla değil. Sokaklarında gezerken bile bu sabrın izlerini göreceksiniz. Bursalı insanlarda da böyledir, hakikaten bir sükûnet hali bulunur sanki onlarda. Evliya Çelebi ruhaniyetli bir şehir demiş burası için, bence şiir şehridir aynı zamanda. Başlangıcında, kuruluşunda bile şiir var sanki”. Hocamız sözlerini duayla bitiriyor. Yemekten sonra serbest geçirdiğimiz zamanda kimi Kozahan’ın çarşısını geziyor, çeşit çeşit kumaş ve desenlere hayran kalırken kimi de çarşının ortasında, ağaçların altında o rengarenk masalardan birinde kahvesini veya çayını yudumluyor keyifle. Közde kahve bir yana, dondurmalı irmik helvası da illaki denenmelidir burada!
Öğle namazı için en güzel duraklardan birindeyiz şimdi, ismiyle şehrin özdeşleştiği yer: Ulucami. “Her kim beş vakit namazı Ulucami’de kılarsa en az bir vakti Hızır (a.s.) ile aynı safta kılmış olur; çünkü Hızır’ın beş vakitten muhakkak birini bu camide kıldığına inanılır.” diye başlıyor söze rehberimiz. Tanpınar’ın “Ecdat inşa etmemiş adeta ibadet etmiş” sözünün gözler önüne serildiği bir yapı burası. 33 oluklu büyük şadırvanı ve onun her yeri kuşatan huzur verici sesi kulaklarımızda temaşa ettiğimiz her biri ayrı bir hikayeye sahip olan zengin hat yazılarıyla aynı anda hem gözlere hem kulaklara böylelikle ruha hitap ediyor Ulucami. İkindi namazını burada eda ettikten sonra tadı damağımızda, ayrılıyoruz ondan.
Beş Şehir’de de ismi geçen yapılardan biri olan Emir Sultan türbesinde soluklanıyoruz bu sefer. Her türbede olduğu gibi orada da Kur’an-ı Kerim kıraati yapılıyor, velinin ruhuna dualar ediliyordu. Bahçedeki şadırvanın sesi, Bursa’nın genel havasını oluşturan parçalardan biri. Son durağımıza doğru yürüyoruz artık adım adım.
Yeşil Cami ve külliyesine varıyoruz. İbrahim Halil hocamızın da dikkat çektiği gibi sahiden çok özel bir camidir burası; kendine has süslemeleri ve Osmanlı ileri sanat anlayışını temsil eden mermer, çini ve ahşap işçilikleriyle akşam saatlerinin soğuk havasına tezatlık oluşturan sıcacık bir atmosfere sahiptir. Zamanında hükümet konağı olarak da kullanılan camide simetrik olarak karşılıklı odalar bulunur. Devlet işleri konuşulduğunda yankı hasebiyle ses dışarıya çıkmasın diye zarif bir şadırvan kondurulmuş ortaya. Namaz kılınan kısımlar ise genel zemine göre dört basamak üstte kalıyor. Din ile devlet işlerinin bir arada bulunduğu dönemleri anlatıyor bize tüm bu özelliklerin varlığı. Cami içinde rehberimizin samimi sunumunu dinledikten sonra türbeye geçiyoruz. Bursa’nın sembol yapılarından biri olan Yeşil Türbe, tarihi açıdan büyük değere sahip olmasının yanında, döneminin en yüksek teknolojisiyle oluşturulmuş. 1421 yılında Sultan Mehmet Çelebi tarafından yaptırılmış bu yapının dışında turkuaz çinileri, içinde sekizgen bir planla tasarlanmış mimarisi ile kendine hayran bırakıyor. Türbe içerisinde Sultan Mehmed Çelebi, oğulları Şehzade Mustafa, Yusuf ve Mahmut, kızları Sitti Hatun, Selçuk Hatun, Ayşe Hatun ve dadısı Daya Hatun’a ait sekiz sanduka bulunmaktadır.
Tanpınar Beş Şehir’de coşkuyla bahsediyor Bursa’dan. Bizde onun bu sevgisine özenerek düşmüştük yollara. Niyetimiz gerek mimari eserleriyle gerek genel atmosferiyle yeşil kalan Bursa’nın o kendine has rengini, tonunu keşfetmekti. Hemen her yerde karşımıza çıkan; gözümüzle görmesek de bazen bir kaldırım kenarında ince ince akan, bazen bir bahçede şadırvan oluklarında boy veren sesini işittiğimiz su, gün boyu yalnız bırakmadı bizi. Cumalıkızık’ın taşlı yollarını adımlarken de bizimleydi, Kozahan’da kahvemizi yudumlarken de ve Ulucami’de namaz kılarken de beraberdik onunla. Yeşil Türbe’yi sahiplenircesine çevrelemiş, şimdi usul usul yapraklarını döken ağaçların altında minik ellerindeki bir telefonla, türbenin karşısındaki o özel camiyi fotoğraflamaya çalışan küçük çocuğun hayranlığıyla hissettik Bursa’yı, soluduk havasını. Vesile olan İLEM ekibine gönülden teşekkürlerimizi sunuyoruz.