İslamın Bugünkü Meseleleri
İslamın Bugünkü Meseleleri, Erol Güngör, İstanbul: Ötüken Yayınevi, Ekim 2011, 264 sayfa.
Erol Güngör’ün Hicret’in 15. senesine girerken kaleme almış olduğu kitap, Türkiye’deki ve dünyadaki siyasi ve sosyal olayların havasında kaleme alınmıştır. Güngör, kitaba başlamadan önce Müslümanların İslam davasının siyasi bir dava olmadığına inandığını belirterek, yeni bir medeniyet inşasını ortaya koymak ve bu inşayı yüceltmek mecburiyetinde olduklarını belirtiyor. Bu medeniyet inşasının var oluşunu fikir ve sanat alanlarındaki gayretlere dayandırıyor. Türkiye’de yeni neslin şuur açısından güçlenmesinin onun için ümit vaat ettiğini açıklıyor.
Yazar eserinde öncelikle İslam’ın gelişiminin ne şekilde olduğunu, nasıl bir uyanış içinde olduğunu belirtiliyor ve bu uyanışın batı dünyasındaki tesirini değerlendiriyor. İslam toplumlarının Batı’nın temsil ettiği medeniyete karşı bir silkinme hareketi içine girdiğini ve Batı’ya itiraz edemeyen bir konumdan sıyrılarak kendi değerlerini koruyan bir modernleşme ihtiva edecek konuma geldiğini; Batılı siyasal sistemlerin ideolojik iflası, İslam hareketinin çok merkezliliği ve devamlılığı ile temellendiriyor. İslam birliği (İttihad-ı İslam) fikri ile milliyetçi söylemlerin eş zamanlı yükselmesini Batı emperyalizmi nedeniyle açıklarken, İttihad-ı İslam anlayışının ve milliyetçiliğin birbirini destekler şekilde cereyan ettiğini ve bunun Batı emperyalizminin sonucu olduğunu bizlere gösteriyor. Allah’ın ipine sarılarak çokluk içinde bir birlik olmayı açıklıyor. İslam’ın uyanışı için öncesinde bir uyku hali olması gerektiğinden kaybedilen dönemlerin kazanılması gerektiğini, bu kalkınma için de öncelikle bir aydın kadrosuna ihtiyaç olduğunu vurguluyor. Bu yeni nesil İslam aydınlarının İslam ülkelerinin ilim ve sanat alanlarındaki eksikliğini doldurarak İslam ideolojisinin siyasi ve fikri sahada temsilini sağlayacaklarını beyan ediyor.
Kitabı muhtevası bakımından beş bölümde inceledim. Kitabın sonunda ek olarak yer alan Osman Yahya’nın İslam ve İnsan makalesi ile Mevdudi’nin İslam’da Siyaset Anlayışı makalesine bu yazıda değinmemeyi tercih ettim. İlk bölümde İslam’ın gelişinden bu yana yaşanan gelişmeler, duraksama nedenleri ve gerileme dönemi işlenmiş, akabinde bu dönemler yaşanılırken Hıristiyanlık’ta ne tür cereyanların vuku’u bulduğu karşılaştırmalı olarak açıklanmış ve İslam’ın dünyada temsil ettiği medeniyetin nasıl tekrar canlandırılacağı sorusuna cevap aranmıştır.
İkinci bölümde ise, zihnin ve hayatın düzeni başlığı altında bizlere İslam felsefesi ile Batı felsefesinin bir kıyasını yapıyor. Batı’da bilginin varoluşunu akılcılığa indirgeyen yaklaşıma karşı geliştirilen aklın tek başına yeterli gelmemesi yaklaşımı, estetik yani sezgicilikle karşımıza çıkıyor. Batı’da da salt bir akılcılık yaklaşımı olmadığını, bilginin teorik ve estetik unsurlarının bir arada ilerlediğini anlıyoruz. Realitenin akılcılıkla kavranamayacağını bizlere açıklayarak irade kuvvetini ön plana çıkaranların yanı sıra Kirkegaard; hakikatin akıl ve insanın kendine itimadının son bulduğu ümitsizlik noktasında kavranacağını, Tanrı’nın çözümlenmesinin bu noktalarda meydana geleceğini tasvir ediyor. İlmin ve teknolojinin put haline geldiği bu ortamda Müslümanların bu putların karşısında durması için İslam düşüncesi gibi bir cevhere sahip olması çok kıymetlidir. Sistemin bütüncül hakikat ihtiyacını karşılayabilecek potansiyele sahip ve insani değerler bakımından haysiyeti koruyacak mefhumlarla müteşekkildir. İslam’ın bir inanç ve sosyal organizasyon olarak taşıdığı değerin değerlendirilmesi gerekmektedir. İslam’da evrendeki her şeyin Allah’a ait birer ayet olduğu inancı realitenin eşyanın tabiatı itibariyle bilinmesini Müslümanlara farz kılmıştır. İslam’da realite hem teorik hem de sezgisel kavramlarla anlaşılır.
Kapitalizme ön ayak olan Protestan ahlakı eşitsiz, sınıflı ve sermaye odaklı bir sistem getirmiştir. Ancak İslam’da ne sınıf mücadelesi ne ırk ayrımı ne de kölelik mevcuttur. Ancak İslam dünyasının ortaya çıkardığı medeniyet günümüzde mağlup olmuş olsa da bu bizlere İslam’ın terakki potansiyelinin son bulduğunu ifade etmez. İslam esas itibarıyla bir değerler sistemidir ve tarihi şartlara bağlı olarak uygulanmıştır. İslam hukukunun hızlı bir şekilde ilerleyen gelişmelere yetişemeyip öncesinde ise büyük bir medeniyet ortaya koymasının nedeni, İslam’ın geliştiği dönemlerde terakkinin yavaş olmasıydı. Ancak değişen dünya düzeni Avrupa’da değişiyor ve İslam hukuku bu değişime ayak uyduramadığı için oluşan hukuk boşlukları Batı’da yaşanarak ortaya çıkan hukuk kuralları ile dolduruluyordu. İslam devletlerinin Batı hukukunu ülkelerinde uygulaması sadece siyasi sebeplerden değil aynı zamanda sosyal sebeplerden de meydana gelmiştir. İslam dünyasının Batılı hukuku almasıyla ortaya çıkan kargaşa sadece İslam hukukundan değil, gelenekle dinin iç içe geçmiş olmasından da kaynaklıdır. Batı hukuku bazı meselelere çözüm bulsa da İslam hukukunda özel olarak yer edinmiş aile ve miras hukukunun değiştirilmesi ile toplumdaki her soruna çözüm getirememiştir.
Müslümanlarda hukuk ve ahlak birbirinden ayrılan şeyler olmadığı gibi Batı hukukundaki laiklik, ahlakı bertaraf etmiştir. Sosyal vicdanın bulunmadığı durumlarda insanlar hukuka dayalı bir ahlak anlayışı benimseyerek Güngör’ün tabiri ile ‘laik ahlak’ anlayışını şüpheli bir ideal olarak ortaya çıkarmışlardır.
Üçüncü bölüm ise, İslam ülkelerinde söz konusu olan sosyalizmdir. Sosyalizmin gündem haline gelmesi ise iktisadi ve siyasi olarak Batı hegemonyasından yeni çıkan ülkeleri ‘geri kalmış veya yeni ülkeler’ olarak ifade etmesidir. İslam ülkeleri bu geri kalmış ülkelerin içindedir. Osmanlı’nın çöküşüne yakın dönemlerde sömürge haline gelen Müslüman toplumlar I. ve II. Dünya Savaşları’nın ardından milliyetçiliğin getirdiği bağımsızlık içgüdüsü ile bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Bağımsızlık kazandıkları ülkelerin kapitalist düzende olmaları, onlara alternatif olarak bulunan sosyalizm ideolojisini benimsemelerine yol açmıştır. Arap ülkelerinde ortaya çıkan sosyalizm milliyetçilikle paralel bir gidişat seyretmiş, kendine bir hüviyet arayan devletlerin siyasal sistemleri haline gelmiştir. Geri kalmış ülkelerde görülen kapitalizme karşı devletleşen ekonomi bir milli benlik tercihi haline gelmiştir. Liberal ekonomiye imkân vermek eski sömürge ve himayeci devletlerin hakimiyetine göz yummak anlamına gelmiştir. Ancak önemli bir nokta olarak karşımıza çıkan hadise de şudur: Sosyalizm kapitalizm vakasına karşı bir hareket olarak ortaya çıktı ve Arap ülkelerinde kapitalist sistem mevcut değildi. Bu nedenle sosyalizm bu yeni kurulan ülkelerde mevcut dinamiklerini hiçbir zaman barındırmadı ve baskıcı rejimlere dönüştü. Ekonomik açıdan da bir refah getirmedi. Arap devletleri petrole bağlı bir zenginleşme içine girmeye çalışsalar da bir kalkınma gerçekleştiremediler. Aynı şey Afrika ülkeleri olan Cezayir ve Gana’nın başına da geldi. Sosyalizm ülkeleri kalkındırmak ve çözüm getirmekten ziyade bağımsızlığın ardından büyük bir iflasa sürükledi. İslam’la sosyalizm arasında bağ kurma gayretleri başarısızlıkla sonuçlandı.
Dördüncü bölümde yazar Allah’ın ipine sarılmayı İttihad-ı İslam ve Hilafet ile eşdeğer görüyor. İslam aleminde milliyetçilik ve İslam birliği çağrılarının birbiri ile eş zamanlı olmasının nedeni emperyalist Batı’ya karşı eş zamanlı ve birbirini destekler nitelikte görülüyor. Osmanlı aleyhine Batılı devletlerin İslam topraklarında başlatmış olduğu söylemlere karşılık olarak II. Abdülhamid’in İttihad-ı İslam çağrısı, Türk aydınlarının düşündüğü aksine geniş yankı buluyor. Cemaleddin Afgani ile fikir temeli bulan İslam birliği düşüncesinin modernleşme hareketlerine İslami çözümler bularak İslami bir gelişme fikri ortaya atması dönemin İslamcıları tarafından da dikkatle takip ediliyor. Abdülhamid’in çağrısı Afrika’da Osmanlı halifeleri adına hutbe okutulması ile karşılık bulurken kim İslamcılık yankı uyandırmadı diyebilir? Halifeye olan bağlılık I. Dünya Savaşı zamanında verilen Cihat Fetvası ile düşünüldüğünde Hint Müslümanlarında dahi görülüyor. Hintli Müslümanların halifeye bağlılıklarını kesmek isteyen İngilizler, halifeye ve İslam saltanatına dokunulmayacağına dair Lordlar Kamarası’nda açıklama yapıyorlar. Mesele, İngilizlerin fısıltı milleti olması ile bağlantılı olarak tahlil edildiğinde İslam birliğinin amacına ulaşmadığı düşünülemez.
Ancak sosyalizmin hâkim olduğu Arap milliyetçiliği İslam birliğinden ziyade Arap birliğini tercih ederek bu yönde çalışmalar yapmışlardır. Mısır’da Nasır’ın devrinde bu ideal doğrultusunda İhvan-ı Müslimin liderlerinin çoğu idam edilmiş, İslamcılara karşı büyük bir tasfiye gerçekleştirilmiştir. Keza mevcut Baas rejimleri aynı şekilde hareket etmişlerdir. Ancak Sovyetler tarafından desteklenen Arap milliyetçiliği de başarıya ulaşamamıştır. Nitekim bu milliyetçilik cereyanları Sovyet işgali altında bulunan Müslüman milletlerin görmezden gelinmesine ve bağımsızlıkları için herhangi bir girişimin oluşmamasına neden olmuştur. Müslüman ülkelerin hiçbiri birbiri ile dayanışma içinde olmamış, hiçbir devlet bir diğerinin gelişimine Osmanlı’ya olduğu gibi karşı hayranlık beslememiştir. Müslümanların Sovyet ve Batı blokundan ayrı bir blok oluşturmaları ve iş birliği içinde kalkınmaları gerekmektedir. Ancak yazar Arap devletlerindeki para ve petrol düşkünlüğünün bu ümidi kırdığını dile getirmiştir.
Son bölümde ise, geçmişin ve geleceğin kurucularının aydınlar olduğunu belirterek, bu aydınlara olan ihtiyaç ortaya koyulmuştur. Aydınlar ya Batı’da yetişerek ülkelerinde Batı tipi bir modernleşme oluşturmaya çalışmışlar ya da laik eğitime uzak durarak kendi içlerinde bu tip aydınlara karşı bir isyan tavrına girişmişlerdir. Yapılması gereken ise, bu parçalanmayı ortadan kaldırarak İslam düşüncesini temsil edecek ve geliştirecek aydınlar yetiştirmektir. Bu iki aydın zümresi arasındaki ayrılık devam ettikçe bunların birbirine karşı kayıtsızlığı artacak ve husumetleri devam edecektir. Din hayatındaki gerilemenin ideolojik olduğu düşüncesinden sıyrılıp onun sosyal bir mefhum olduğu kanaatiyle hareket ederek çözüm bulunulması gerekmektedir. İslam davasının asıl yükü fikir adamlarına yüklüdür.
Erol Güngör bu kitabı 1981 tarihinde yayınladığı için geçmişten günümüze değişen birçok şey onun döneminde yoktu. Dönemsel olarak baktığımız zaman yazar İslam’daki meseleleri şeffaf ve derinlemesine incelemiş ve tarihsel gelişmeleri tüm detayları ile açıklamıştır. Ancak değişen dünyadan baktığımız zamansa kitap bizlere yetersiz kalmaktadır. En öncelikli değişim ise Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Türki cumhuriyetlerin kurulmasıdır. Osmanlı’dan sonra Müslümanların sıkıntı duyduklarında başlarını çevirdiği bir lider gelebilmiş midir sorusuna ise bir dönem de olsa Erdoğan’ı örnek gösterebiliriz. Ancak İslam ülkelerinin birbiri üzerinde ağabeycilik oynama yarışı neticesinde Türkiye kadar İran ve Suudi Arabistan da İslam dünyasında sözleri geçen bir konuma gelmişler ve İslam dünyası kendi içinde mezhepsel ve siyasi kutuplara ayrılmıştır. Yaşanan süreçte Arap Baharı, Mısır Darbesi, Suriye, Irak, Yemen ve Afganistan iç savaşı ve dahi bu savaşları bir vekalet savaşına çeviren Batı dünyası neo-sömürgeciliğe devam etmekte olup yazarın beklediği ümidin gerçekleşmediğini bizlere göstermiştir.
Kitap, Müslüman okuyucu kitlesi tarafından okunurken günümüzle kıyaslanarak okunmasının yanı sıra içinde de belirtilen Batı düşüncesi ile birlikte okunmalıdır. Zira Batı’da da gelişen süreçlerde farklı değişimler yaşanmıştır. Ve dahi dünyanın tamamı şu an iç savaşlardan ötürü bir mülteci krizi ile karşı karşıyadır. İslam dünyasının en büyük sorunu ise vatansız Müslümanların kimlik, din ve kültür kaybına ne derece uğradıkları, nesillerini ve yaşamlarını nasıl devam ettirecekleridir.