Elveda Saraybosna
Yazar: Mahmud Sami Karaca
“Yol düşüncesi çeker insanı. Bilinmeyeni aramak, kurcalamak, keşfetmek insanlık hikayemizle başlar. Yol olmasaydı bilinmeyene kanat çırpmak bu kadar cezbedici olmazdı belki de…” Merhum Akif Emre’nin Çizgisiz Defteri’nin ilk cümlesi. Böyle bir alıntıyla başlamak istedim. Çünkü Akif Emre tam anlamıyla benim değinmek istediğim noktaya temas ediyor. Bilinmeyeni aramak düşüncesi… Yol olmasaydı ne yapardık sorusu… Kendimce bu sorulara sürekli bir cevap ararım. Somut bir şekilde ifade edemesemde yola çıktığımda bu soruların kendiliğinden cevaplandığını görürüm. Yol, sorularımıza cevap olmak bakımından değerlendirdiğimizde çok daha farklı bir anlamı ihtiva ediyor benim için. Yolda bir şeyler buluyoruz. Bu da bizi zihnen ve manen geliştiriyor. Kendi hayatımda bu düşüncelerle yola çıkıyor ve çıktığım yolun bana hayırlar getirmesini umuyorum.
Bosna’da manevi bir tazelenme yaşadık esasında. O coğrafyaya kendimizden bir şeyler bıraktık ve oradan kendimiz için bir şeyler aldık.
Bu düşüncelerle, geçtiğimiz sonbaharda bir arkadaşımla Bosna’ya gitmeye niyet ettik. Üç günlük kısa bir program kapsamında zuhurata tabi olacaktık. Konaklayacak yer haricinde program yapmadık. İşin içine türlü hesapların, çekincelerin ve aşırı plancılığın karışmadığı seyahatlerden hep haz duymuşumdur. Aksi yönde gelişen yolculuklarda ise bir yapaylık hissederim. Bu tam anlamıyla plansızlığı, vurdumduymazlığı, boş vermişliği savunduğum anlamına gelmiyor. Bilakis, yolun karşımıza yeni ve beklenmedik şeyler çıkarmasını seviyorum.
Yaklaşık bir buçuk saatlik uçak yolculuğunun ardından Sarejevo Uluslararası Havalimanı’na iniş yaptık. Havalimanı küçücük bir yerdi. Günlük belki de en fazla 15-20 uçak inip kalkıyordu. Terminal çıkışında bir büfeden makul bir ücret karşılığında sim kart satın aldık. Sonrasında bir taksi şoförü ile pazarlığa giriştik ve bizi Saraybosna’nın merkezi Başçarşı’ya götürmesi için bir anlaşmaya varabildik. Başçarşı’ya vardığımızda bizi hiç de yabancısı olmadığımız bir şehrin karşıladığını fark ettik. Anadolu’nun herhangi bir şehrinde de benzer bir manzara ile karşılaşabiliriz rahatlıkla. Doğası, havası, insanları yurdum insanını andırıyordu…
Öğlen saatlerinde varmıştık Başçarşı’ya varır varmaz Çevapici Ferhatoviç’e gittik ve meşhur Bosna köftesinden yedik. Çevapi (Ćevapčići) bizdeki ızgara köfte gibi ama kendine has baharatlar ile harmanlanmış olması, biraz kaymak ve soğan ile servis ediliyor olması çevapiyi özel kılıyor.
Çevapiden sonra Boşnak kahvesi (bosanska kafa) içtik. Türk kahvesine benziyor. Kulpsuz fincanla içiliyor. Bunun sebebi ise söylenenlere göre kulplu fincan ile içtiğinizde kahveyi, elinizin tutuş şekli itibariyle Sırp Çentiklerinin selamına benzeyen bir hareket yapıyorsunuz. Fakat kulpsuz olduğunda ise fincanı elinize aldığınızda, eliniz hilal şeklini alıyor. İşte bu yüzden Boşnaklar kahvelerini kulpsuz fincanda içerler.
Bosna’da olmak güzel bir duygu. Benim Bosna’ya ikinci gelişim. İlk gelişimde de ancak üç gün kalabilmiştim. Bir gün buraya gelip uzunca bir müddet belki birkaç ay kalabilmeyi çok isterim. Her ne kadar, stresli ve yorucu bir hayat yaşadığımı iddia etmesem de birkaç günlüğüne olsun olağanın dışına çıkmak insanı dinlendiriyor. Hayatımızdaki rutinler, heyecanımızı da götürebiliyor bir zaman sonra. Zaman zaman o rutini bozmak gerekebiliyor ki böylece dinlenelim ve yeni bir başlangıç yapabilelim.
Her yerde Türkiye’den gelmiş yaşıtlarımıza rastlamak mümkün. Bosna-Hersek’in hem ülkemize yakın olması hem de var olan kültürel ve tarihi ortak geçmişimiz, ülkemiz vatandaşları için burayı en olası seyahat rotalarından biri haline getiriyor. Morića Han’da, kahvelerini yudumlayan ve ağlayan çocuklarını sakinleştirmeye çalışan çiftleri görebilirken aynı zamanda bizim gibi arkadaş gurubuyla bir gezi planlayıp sırt çantalarıyla yola çıkanları da görebilirsiniz.
Saraybosna Aliya İzzetbegoviç’in memleketi. Aliya bu topraklardan çıkmış ciddi bir müceddid esasında. Yenileyen, yeniden yorumlayan, alışılmışın dışında ve kalıp yargılarından uzak bir mütefekkir. Aliya’nın ilk okuduğum eseri “Doğu Batı Arasında İslam” idi. Michelengelo’nun Feristapel Şapelleri’nde kastettiklerine kadar fikir sahibi, ilgili ve bilgili bir Müslümanın varlığı beni çok etkilemişti. Daha sonra okuduğum kitapları da onun hakkındaki fikirlerimi perçinleştirdi.
Yol, sorularımıza cevap olmak bakımından değerlendirdiğimizde çok daha farklı bir anlamı ihtiva ediyor benim için.
Saraybosna’ya bakış açım biraz da Aliya üzerinden şekilleniyor. Onun şehri olarak görüyorum burayı. Bu yüzden Saraybosna sokaklarında yürüyüşe çıktığımda bu sokaklarda Aliya’nın da yürümüş olduğu gerçeği beni heyecanlandırmaya yetiyor. Gazi Hüsrev Bey Camii’ne vakit namazı için gittiğimizde Aliya ile saf tutuyoruz sanki.
Balkan coğrafyası savaş ile hemhal olmuş bir coğrafya. Hayatta kalma ve bağımsızlık uğruna çok canlar yitirilmiş, çok insan vatanından olmuş. Rum’u, Makedon’u, Arnavut’u, Boşnak’ı, Sırp’ı bu coğrafyada yüzlerce yıl huzur içinde birlikte yaşamışlar. Fakat Osmanlı’dan sonra bu barış ortamı bozulmuş ve yaşanan savaşlarda, binlerce insan ölmüş veya vatanından olmuş.
“Elveda Saraybosna”, Atka Raid ve Hana Schofield tarafından yazılmış bir Saraybosna romanı. Bu iki hanımefendi, savaş yıllarına tekabül eden çocukluklarını konu aldıkları romanda, savaş yıllarının dehşet verici yanlarını ve mülteci olarak Yeni Zelanda’ya nasıl gittiklerini anlatıyorlar. Tüyler ürpertici hikayelerini düşünmeden Saraybosna sokaklarında adımlamak imkansız. Saraybosna’ya veda etmek çok zor, birkaç günlüğüne gelmiş olan bizler için bile. Vatanından ayrılmak kim bilir onlar için ne kadar zor olmuştur.
Bosna’da savaş, birçok insanda travmatik izler bıraktı. 40 yaş üstü Bosnalılar savaşı bizzat yaşadı. İnsanların yüzlerinde o savaş yorgunluğunu görmek mümkün. Biz Türk milleti olarak savaş kavramına her ne kadar aşina olsak da dışarıdan bir gözlem, savaşın ruhunu anlamakta çok yardımcı oluyor. Belki de Balkan Harbi yaşanmasaydı iç hatlar uçuşuyla, pasaport kontrolünden geçmeden, Prizren’e, Saraybosna’ya, Tiran’a yahut Üsküp’e gidebilecektik. Bu, kulağa biraz duygusal ve yanlı gelse de hakikat bu, kader farklı tecelli etmiş orası ayrı. Şu an görünürde farklı isimlerle anılan ülkeler olsak da Evlad-ı Fatihan ile münasebetimiz, suni sınır çizgilerinin ayıramayacağı kadar güçlü. Fakat bu güçlü bağ, bu coğrafyayı sıkça ziyaret etmekten, tarihi ve kültürel ortak geçmişimizi unutmamaktan geçiyor.
Mostar’ı, Drina’yı içselleştirmekten geçiyor. Onlar sıradan birer köprü değiller ve Balkan şehirleri bizim yabancısı olduğumuz şehirler değil. Türkiye’de özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerinde yaşayan ailelerin soyağaçları incelendiğinde birkaç kuşak ötede dedelerimizin Balkan göçmeni olması çok doğaldır, yadırganmaz. Biz de birkaç kuşak öteden ailecek Bulgaristan göçmeniyiz. Bir gün ata diyarına vizesiz gidebilmeyi ümit ediyorum.
Saraybosna sokaklarında yürüyüşe çıktığımda bu sokaklarda Aliya’nın da yürümüş olduğu gerçeği beni heyecanlandırmaya yetiyor.
Çokça heyecanlı geçen üç günün ardından nihayet Türkiye’ye döndük. O alışmış olduğumuz ve zannımca beni olumsuz etkileyen rutini üç günlüğüne de olsa bozmuş olduk. Bosna’da manevi bir tazelenme yaşadık esasında. O coğrafyaya kendimizden bir şeyler bıraktık ve oradan kendimiz için bir şeyler aldık. Özleyeceğiz, ama fırsat buldukça da bu coğrafyayı ziyaret edeceğiz. Kıymet verdiğim bir dua ile bitireyim: Allah yolda olmanın kadrini bilenlerden eylesin, âmin.
Çocukluğu Balıkesir’de geçti. Kadıköy İmam Hatip Lisesi için İstanbul’a geldi. Şu sıralar Sabahattin Zaim Üniversitesinde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler 3. sınıf öğrencisi.