Bir Kaybın Yeniden İnşası
Değerlendiren: Ümmügülsüm Uluşan
Ömer Türker başta İslam Düşüncesi ve Felsefesi olmak üzere muhtelif alanlarda çalışmalar yapan bir akademisyendir. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktorasını tamamlamış, İSAM’da araştırmacı olarak çalışmış ve halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Felsefesi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görevine devam etmekte; aynı zamanda muhtelif kurum, televizyon ve radyoda İslam Düşünce alanında dersler vermektedir.
İbn Sînâ Felsefesinde Metafizik Bilginin İmkânı, İslam’da Metafizik Düşünce, Erken Dönem Tefsirlerinde Tevil Sorunu, Varlık Nedir? ve Anlamı Tamamlamak başlıklı eserlerinin yanı sıra Fârâbî, İbn Sînâ, Gazzâlî, Fahreddin Razi ve Seyyid Şerif el- Cürcâni gibi önde gelen filozof ve düşünürlerin çevirileri bulunan Ömer Türker’in çalışmaları, metafizik ve bilgi teorisi üzerine yoğunlaşmıştır. Biz bu yazımızda “İslam Düşünce Gelenekleri” adlı eserini değerlendireceğiz.
İslam bir dini düşünce, dini gelenek ve ilahi emirler buyruğundan öte bir varoluş sürecidir. İnsanın varoluşunu anlamlandırma yolunda bir amaçtır. Bu gayeyi gerçekleştirme noktasında Müslümanlar tarihin her döneminde siyasi, iktisadi, dini, vb. birçok alanda problemler ile baş başa kalmışlardır. Problemlerin çözümüne her asırda muhtelif öneriler sunulmuş fakat en önemli ve en temel çözüm önerisi göz ardı edilmiştir. Bu temel meselenin göz ardı edilmesi İslam düşünce geleneğinde bütün sorunları beraberinde getirmektedir. Tüm meseleleri ilgilendiren temel nokta Akıl- vahiy ilişkisidir. İslam, salt vahyi merkeze alan aklı bertaraf eden bir din değildir. Aynı şekilde aklı merkeze alıp vahyi sarfınazar edemez. Bu ikisi arasındaki muvazene ve birlikteliği esas alır. Bu iki temel kriter birbirinden uzaklaştıkça problemler çağdaş dönemde de olduğu gibi baş göstermektedir.
Belirtmekte fayda olacak bir diğer husus ise İslam Düşünce Geleneği- Gelenekleri terkibidir. İslam, tarihten günümüze külli ve evrensel bir din olduğu için karşılaştığı zaman ve mekanda hem etkin hem de edilgin bir konumdadır. Dolayısıyla İslam Düşüncesinde tek bir gelenekten bahsetmek mümkün değildir. Ömer Türker “İslam Düşünce Gelenekleri” adlı eserinde İslam düşünce geleneğinden hareketle çağdaş meseleleri nasıl ele alacağımız sorusu ekseninde Kelam, Felsefe ve Tasavvuf geleneklerinin genel ve öz bir anlatısını sunmaktadır. Bu üç geleneğin varlık, bilgi, insan, Tanrı ve Tanrı-alem ilişkisi hakkındaki görüşlerini ve bu geleneklerin gücü ve sınırlarına ilişkin değerlendirmelerde bulunmaktadır.
Kitabın giriş bölümü Türker’in temel sorun olarak gördüğü Akıl-Vahiy ilişkisi ile başlamaktadır. Aklın muhtelif anlamlarını belirtmekle birlikte “belirli bir dönemde mevcutlara ilişkin bilimsel bilgiler bütünü”( Türker, 2020, 13) anlamına gelen aklı esas almakta ve değerlendirmelerini bu anlam doğrultusunda yapmaktadır.
Zengin ve köklü kadim düşünce mirasımız ile neden çağdaş dönemde irtibat kuramamaktayız?
Kelam geleneği Müslümanların ilk bilimsel aklı olarak kabul edilir. Kelamcılar İslam geleneğine has bir varlık anlayışı geliştirmişlerdir. Onlara göre mevcut, zât-sıfat ve kadîm- hâdis ayrımına dayanır. Bu ayrım beraberinde alem tasavvurlarını da etkilemiş ve varlık anlayışları bir fizik teorisi gerektirdiği için buna uygun olarak Atomculuk, Arazcılık ve Zuhûr ve Kümûn teorileri ortaya çıkmıştır. Bunlar kendi teorileri ekseninde alemi açıklama yoluna gitmişler fakat hicri üçüncü yüzyıldan sonra Arazcılık ve Zuhûr-Kümûnculuk terk edilmiştir.
Atomculuk ise Kelam geleneğinin en yaygın ve resmî teorik fiziği haline gelmiştir. Kelamcılar bu varlık anlayışları doğrultusunda insan, Tanrı ve Tanrı-alem ilişkisi hakkında açıklamalarda bulunmuşlardır. Münhasıran nefsi (ruhu) açıklama ve tanımlama konusunda ilk anlaşmazlıklar tezahür etmiştir. Kelam geleneği çeşitli dönemlerde hakikate ulaşma ve araştırmada zirvede olsa da bugün bu konumunu yitirmiş durumdadır. Belki de bu sorunun en temel problemi Kelam ilminin kendine özgü bilimler mecmuasını ortaya koymamış olmasından dolayıdır.
Tercüme hareketiyle birlikte kadim bilimsel mirasın Arapça’ya aktarılması önemli iki sonucu doğurmuştur. Birincisi kadim bilim geleneği yeniden hayatiyet kazanmış ikincisi ise yeni bir bilimsel akıl doğmuştur. İntikal eden felsefe geleneğinin etkisi ve dönüşümü sanılanın aksine hızlı olmuştur. Kindi ile alem tasavvuru felsefî bağlamda yeniden şekillenmiş, Farabi ile yeni metafizik kabuller ve teoriler ortaya atılmış, İbni Sina ile Felsefe geleneği zirveye ulaşmıştır. Gazali ve Fahreddin Razi derin bir felsefe eleştirisi yapmış, bilhassa Razi ile tahkik denilen dönem başlamış bilahare Razi düşüncesini bilmeyenin kelam ve felsefe alanında uzmanlaşması imkansız hale gelmiştir. Felsefe geleneği, Kelam geleneğinin sınıfta kaldığı noktada kendine özgü bilimler mecmuasını tahsil etmiştir. Tercüme hareketinin bu denli başarıya ulaşmış olması İslam medeniyetini kadim mirasa varis kılarak 10. ve 17. yüzyıl boyunca İslam dünyasının hakim bilim ve düşünce geleneğini temsil etmesinde önemli rol oynamıştır.
Mantık, teorik fizik, metafizik, musiki, astronomi tıp ve bilim alanında yenilikler sağlanmış, kusurlar giderilmiş daha önce Kelam ve Tasavvuf ile kesişen ve kriz yaşanan meseleler Felsefe geleneği tarafından kendine özgü yeni teoriler istihsal edilerek çözüme kavuşturulmuştur. Tasavvuf gerek Kelam gerekse Felsefe geleneği ile yakından ilişkilidir. Fakat Kelam ve Felsefe geleneğin aksine Tasavvuf geleneği istidlal yöntemini eksik olduğunu ifade etmekte ve hakikate ulaştıran asıl yöntemin “inşa edici taklit” olduğunu iddia etmektedir. Bu dini düşünce geleneğini Hz. Peygamber şahsında tecelli eden ilahi hakikatle yeniden nasıl irtibat kurulacağı sorusuna cevap mahiyetinde ortaya çıkmıştır. Mutasavvıfların alem tasavvurları İbnü’l Arabi öncesi dağınık ve parçalıdır. Fakat İbnü’l Arabi sonrasında müstakil bir alem tasavvuru oluşmuştur. Bu alanda en büyük girişim İbnü’l Arabi’nin Sudûr teorisini tevarüs edip Tasavvuf geleneğinde yeniden yorumlamasıdır. Ona göre sudûr eden ilk mevcut ile diğer tüm mevcutların var olduğunu söylemek, Varlık’a nispetinin bulunduğunu söylemek demektir. İbnü’l Arabi bunu Vahdet-i Vücûd teorisini inşa ederek temellendirir. İbnü’l Arabi sûfîlerin tecrübeleri ile kadim dünyanın bilimsel kozmolojisi ile uzlaştırıp kapsamlı bir kozmoloji geliştirmiştir.
İslam Medeniyeti gibi tarihte bu denli zengin ve köklü başka bir gelenek yok desek yanlış olmayacak. İslam dünyası özellikle 10. ve 17. yüzyıl dönemlerinde dünyanın hakim bilim ve düşünce geleneğinin temsilî konumundadır. İslam Medeniyetine bu temsiliyet hakkını veren ve belki de başka geleneklerden ayıran temel kriter, her zaman ve mekanda hem fail hem de münfail konumda olmasıdır. Bu nedenle İslam, bir şemsiye gibi döneminin ve hatta önceki asırların düşünce ve bilim hareketlerini bünyesinde barındırmaktadır.
İslam bir dini düşünce, dini gelenek ve ilahi emirler buyruğundan öte bir varoluş sürecidir.
Tarihin neredeyse tüm dönemlerinde söz hakkına sahip olan İslam Düşünce Geleneği ne oldu da modern çağda sesini bile çıkarmamakta hatta çıkaramamaktadır? Zengin ve köklü kadim düşünce mirasımız ile neden çağdaş dönemde irtibat kuramamaktayız? İslam Düşünce tarihi bu zamana kadar Kelam, Felsefe ve Tasavvuf olmak üzere üç ana gelenekten taşınmıştır. Bunlar her ne kadar birbirinden ayrı bir gelenek olarak gözükse ya da iddia edilse de birbirlerine su taşımışlar, dönemlerinde kendilerine özgü paradigmalar üreterek problemlere çözümler sunmuşlar ve alemin, insanın, Tanrı-insan-alem ilişkisinin anlaşılmasında statik bir tavır sergilememişlerdir. Özellikle teorik fizik, matematik, astronomi, tıp, metafizik ile yakından ilişkiler kurarak şahsına münhasır bir evren resmi oluşturmuşlardır.
Tüm bu söylediklerimizi neden modern çağda iddia edememekteyiz? Gerek Kelam gerek İslam Felsefesi gerekse de Tasavvufi açıdan günümüzdeki problemlerin çözümüne niçin doğrudan katkıda bulunamıyoruz? Tüm bu sorunlara pek çok cevabımız olabilir, fakat en ehemmiyetli iki sorunu zikredebiliriz. Kadim mirasımızın bugünle irtibat kuracak şekilde anlaşılmaması, anlaşılmadığı için yeniden yorumlanamaması ve Akıl-Vahiy birlikteliğinin sağlanamamasıdır. Bu denge ve birliktelik için tarihimizde somut ve otantik veriler mevcuttur. Bu iki temel parametrenin birlikteliğinin en zirvede olduğu dönemde İslam düşüncesi neşet etmiştir. Hz. Peygamber dönemi bunun en elzem örneğidir. O şahsında vahyi insan aklının anlayabileceği, yorumlayabileceği şekilde tebliğ etmiş ve bunun asırlarca sürebilmesi için Müslümanların ellerine temel bileşenleri vermiştir.
Vahiy Hz. Peygamber’in vefatı ile son bulsa da bırakılan mesaj evrensel ve günceldir. Her zaman ve mekanda hakim olabilecek kodları bünyesinde barındırmaktadır. Kur’an’ın bu mucizevi yönü bizlere onun sadece bir yazılı metin, bilgi kaynağı veya tilavet edilen lafız olarak takyid edilmemesi gerektiğini göstermektedir. Vahyin bu genişliği bizlere hakikate ulaşmada onu anlamada farklı yorumlar yapabilme olanağı tanımaktadır. Kelam, Felsefe ve Tasavvuf geleneklerinin asıl ortaya çıkış sebebi de budur. Akıl ve vahyin uyumu esasen hayatın tanzim edilmesi, hem iç dünyamızda hem de dış dünyada dengenin sağlanmasıdır. Bugün bu birlikteliği ve dengeyi sağlamak için yanlış yöntemler sergilemekteyiz. Bilimsel akıl ve vahiy iki kollu terazi gibidir. İslam Medeniyeti bu iki kefeye birbirine tam zıt olan değil birbirini tamamlayan, biri diğerinin karşıtı değil yakını olan değerler koymuştur. Asıl sorunumuz bu temel değerlerin yanlış tanımlanması, yerlerine yanlış parametrelerin konulması ve doğru şekilde yorumlanmamasıdır.
Bugün bizler vahiy yerine geçmişte kalan düşünceleri, Müslümanların bu alanda yapılan tartışmalarını koymaktayız. Aynı şekilde bilimsel akıl da yanlış tanımlanmaktadır. Tüm dönemlerde muhtelif geleneklerin temsil ettiği bilimsel akıl bulunmaktadır. Bilimsel akıl dakikleştirilen, sorgulamadan geçirilen, zamanın hakim bilim ve düşüncesine uygun olana tekabül etmektedir. Çağdaş dönemde bu kefeye özne temelli bir aklın ürettiği, onun kabul ettiği değerleri koymaktayız. Vahiy denilince İslam dünyasının ortaya koyduğu değerler, bilimsel akıl denilince ise Batı’nın ürettikleri aklımıza gelmektedir. Halbuki kadim geleneğimize baktığımızda bir seviyede kıyas akla- , istihsan vahye, başka bir seviyede Mutezile akla Ehl-i sünnet vahye tekabül etmekteydi. Kıyası yapan ile istihsanı yapan da Müslüman idi. Mutezile de hakikat araştırması yapmaktaydı, Ehl-i sünnet de aynı amacı gütmekteydi. Sanılanın aksine bu temel iki değer birbirinin zıttı olmamıştır, olmayacaktır. Bu iki değeri kutuplaştırmaya devam ettiğimiz sürece modern çağda yüz yüze kaldığımız problemlerin gerçekliğini anlamada ve bu problemlere çözümler üretmekte yetersiz kalacağız. Halbuki kadim geleneklerimizin bize bıraktığı bu miras ve çeşitlilik gelecekteki çalışmalarımız için bir imkandır.
Genel olarak özetlemek gerekirse Ömer Türker, bu eserinde bizlere modern çağda yaşadığımız problemlerin İslam Düşünce Geleneklerinden hareketle nasıl ele alacağımız hususunda çıkış yollarını göstermekte ve unuttuklarımızı hatırlatmaktadır. Türker, bunu gösterebilmek adına sahaya ilişkin tüm vukûfiyetiyle hem genel okura hem de uzmanına hitap etmekte ve çağrıda bulunmaktadır. Son olarak eseri biçimsel açıdan değerlendirdiğimizde son derece yalın, akıcı bir dil kullanarak anlaşılması zor ve karışık konuları sistemli bir şekilde izah ettiğini görürüz. Üç geleneğin temel bileşenlerini başlıklar halinde değerlendirmesi çalışmayı daha anlaşılır kılmakta ve verilen mesajın daha iyi kavranabilmesine olanak sağlamaktadır. Kitabın kaynakçasının sağlam bir şekilde verilmesi, dipnotların eklenmesi, uzmanına ve ilgilisine ileri okuma listesinin olması çalışmayı daha elzem hale getirirdi.