Edirne’ye Yolculuk
Yazar: Sude Nur Tugay
Kasım ayının son pazar günü sabahı “Kültür ve Medeniyet Gezileri” kapsamındaki Edirne yolculuğumuz için İLEM öğrencileri ve hocaları olarak Üsküdar’dan yola çıkıyoruz. Bizler için hazırlanan ikramlıkları yiyerek, ilahi ve ezgiler eşliğinde üç saatlik yolculuğumuzun ardından Edirne’ye ulaştık. Serhat şehri Edirne’de ilk durağımız Saray-ı Cedid-i Amire oldu. Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rus ordularının saraya yaklaşması üzerine sarayın cephaneliği ateşe verilerek pek çok bölümünün yok edildiği ve günümüze kalıntılarının ulaştığı Sarayın hikayesini dinliyoruz.
Saray-ı Cedid-e’den sonra ikinci durağımız şifahane, medrese, cami, imarethane ve mutfak gibi bölümleri bulunan II. Bayezid Külliyesi’ydi. II. Bayezid zamanında inşa edilmiş olan cami ve külliye döneminin en önemli eserlerindendir. Külliyenin bölümlerini ve işlevlerini dinlerken ilk hünkar mahfilinin II. Bayezid Camii’nde yapıldığını öğreniyoruz.
Padişah hünkar mahfiline çıkarken kendisine “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah vardır!” denmesini istermiş. Külliyenin yapılarından biri olan ve şifa kapısı anlamına gelen Darüşşifa’da hastalar güzel kokular, musiki ve su sesi ile tedavi edilmekteydi. Bu anlamda yapının anahtar kelimesinin meşguliyet olduğunu anlıyoruz. Döneminin tıp mektebi olan medresede erkekler eğitim alırken kızlar eğitimlerini sarayda tamamlamaktaydı. Medrese-i Tıbba’dan mezun olanlar ise aynı külliye içerisindeki Darüşşifa’da göreve başlardı. Kulaklarımız dünyaya çiçek aşısının duyurulduğu yerde bulunduğumuzu işitirken gözlerimiz külliyenin mimarisiyle büyülenmekteydi.
II. Bayezid Külliyesi’nden sonraki durağımız Hıdırlık Tepesi oldu. Burada askeri savunma yapısı olan, istihkam ve askeri barınma amacıyla yapılan tabya bulunmaktadır. Tabya, nizamiye ana giriş binası, koğuş binası, topçu odaları, top mevzi, hendek ve avludan oluşmaktadır. Hıdırlık Tabyası restorasyon sonrasında Edirne Balkan Müzesi ismiyle ziyarete açılmıştır. Tabyadaki odalarda top, tüfek, tabanca gibi birçok savaş araç gereçleri ve askeri kıyafetler sergilenmektedir. Savaş sırasındaki sefaleti, ölümleri, kaçmaya çalışan anneler ve bebeklerinin hikayelerini gözlerimiz dolu dolu dinliyoruz.
Kulaklarımız dünyaya çiçek aşısının duyurulduğu yerde bulunduğumuzu işitirken gözlerimiz külliyenin mimarisiyle büyülenmekteydi.
Edirne’deki duraklarımızdan bir diğeri “Küçük Paris” diye de isimlendirilen Karaağaç oluyor. Karaağaç, 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile Yunanistan’dan savaş tazminatı olarak alınmıştır. Meriç köprüsünden geçerek Lozan Anıtı’nı ve istasyon binası Mimar Kemalettin Bey tarafından inşa edilen Tren Garı’nı ziyaret ediyoruz. İstasyon binası günümüzde Trakya Üniversitesi Rektörlük Binası olarak hizmet vermektedir. Gezdiğimiz yerler arasında en büyülendiğim yerlerden bir oldu Tren Garı. Karaağaç mahallesi şehir özelliğini taşımakla birlikte sakin bir muhit olması ve harika mimarisiyle bizleri oldukça cezbetti. Yemyeşil doğal güzelliği içerisinde hem yürüyerek hem de bol bol fotoğraf çekerek keyifli bir vakit geçirmiş olduk.
Karaağaç’ın ardından heyecanla beklediğim Kilise ve Sinagog ziyaretimizi yapıyoruz. Öncelikle Sveti Konstantin-Elena Kilisesi’ne gidiyoruz. Doğu Ortodoks mimarisine sahip olan Sveti Konstantin-Elena Kilisesi bir Bulgar kilisesidir. Rehberimiz bu kilisenin Osmanlı’nın Bulgarlara sempati göstermesi amacıyla yapıldığını ifade ediyor. Kilisenin bahçesinde kısaca tarihini dinliyoruz. Ardından içerisine girerek burada bulunan ikonaların anlamlarını öğreniyoruz. İçeriye girdiğimizde bizi yoğun bir koku karşılıyor. Buhur ya da tütsüden geldiği bilinen bu kokuya kutsal bir değer atfediliyormuş. Kiliseden sonra ise geçmişi Sefarad cemaatine dayanan Büyük Sinagog’a gidiyoruz.
Artık iyice yorulmuş bir halde olduğumuz için yemek ve alışveriş molası veriyoruz. Üç Şerefeli Camii’nde kıldığımız ikindi namazının ardından Edirne’ye has tava ciğer yemek için Kaleiçi’ne gidiyoruz. Buraya gelenlerin de muhakkak tava ciğerini denemelerini ve Arasta Çarşısı’ndan kavala kurabiyesi, badem ezmesi ve lokum almadan şehirden ayrılamamalarını tavsiye ederiz.
Yüzölçümüne bakıldığında küçük bir şehir olmasına rağmen şehirde pek çok kilise, sinagog ve caminin bir arada bulunduğu görüyoruz. Çok dinli ve çok kültürlü yapısı şehrin atmosferine de yayılmış. Şehir içerisinde yürürken farkı kültürlere temas etme imkanını buluyoruz. Mesela nüfusunun çoğunluğu gayrimüslimlerden oluşan Karaağaç’ın sokaklarında yürürken hem mimarisiyle hem şehir kültürüyle bir Rum esintisi yaşıyoruz. Yahut Eski Camii’ye gitmek için akşam vakti camii ışıklarının eşliğinde yürürken Selimiye, Eski Camii ve Üç Şerefeli Camii’yi birlikte görüyor olmak bizi mest ediyor.
Osmanlı’ya başkentlik yapmış bir şehir olarak Edirne, kilise ve sinagoglarıyla, camileriyle, medreseleriyle, şehir planıyla harikulade bir mimariye sahip olduğunu hissettiriyor.
Gezimizin son durağı ise Eski Camii oluyor. Ulu Camii olarak da bilinen Eski Camii’nin Edirne’de yapılan ilk anıtsal mekan olduğunu öğreniyoruz. Selimiye’de aynı anda üç müezzinin birbiriyle rastlaşmadan şerefelere çıkarken Eski Camii’de de aynı anda iki müezzin birbirlerini hiç görmeden şerefelere çıkabilmektedir. Rehberimiz bizlere Enes bin Malik’ten (ra) rivayet edilen “Kim sabah namazını cemaatle kılar, güneş doğana kadar Allah’ı zikreder ve sonra iki rekat namaz kılarsa, o kimseye hac ve umre sevabı vardır.” hadis-i şerifini aktarıyor. Bu hadis sebebiyle halkın sabah namazını cemaatle kılmayı devam ettirdiğini öğreniyoruz. Yere oturup bir halka oluşturuyor ve hem rehberimizden hem de Yunus hocamızdan Eski Camii’nin tarihini ve mimarisini uzun uzun dinliyoruz.
Osmanlı’ya başkentlik yapmış bir şehir olarak Edirne, kilise ve sinagoglarıyla, camileriyle, medreseleriyle, şehir planıyla harikulade bir mimariye sahip olduğunu hissettiriyor. Yeterli vaktimiz olmadığı için gidemediğimiz Mimar Sinan’ın “ustalık eserim” dediği Selimiye Camii kalbimizde bir ukde olarak kalırken gezinin sonuna gelmiş oluyoruz. Tekrardan otobüslerimize binerek Üsküdar’a yol alıyoruz.
Guru ve Acının Harman Olduğu Payitaht-ı Edirne
Yazar: Habip Genç
Tarih, vatan topraklarında nakış nakış işlenmiştir. Nakış sadece güzelliklerle, sevinçle değil, yeri gelir acıyla yeri gelir gözyaşıyla işlenir. Bir zamanlar Payitahtın, şimdi ise Trakya’dan Anadolu’nun koruyucusu olan “Serhat şehri Edirne”, fethin sevincini ve işgalin acısını yaşamış bir şehirdir. “Acı çeken insanın gülüşü güzel olur” diye bir söz vardır. Acı sadece insana ait bir duygu değil ruhu olan tüm varlıklara aittir. Şehirlerin de bir ruhu vardır. İşte Edirne bir yandan tebessümüyle yüzümüzü güldürürken, diğer yandan sarmış olduğu yarasının acısını da bizlere hissettiriyor.
Edirneliler, Edirne’yi “Fatih’i İstanbul’un fethine gönderen şehir.” olarak tanımlarlar. Belki de hiç dikkat etmediğimiz, bildiğimiz bir gerçeği tekrardan hatırlamış oluyoruz böylelikle.
Bir zamanlar Payitahtın, şimdi ise Trakya’dan Anadolu’nun koruyucusu olan “Serhat şehri Edirne”, fethin sevincini ve işgalin acısını yaşamış bir şehirdir.
Gezimizde ilk durağımız Yeni Saray, Saray içi oldu. Sultan Murad-ı Hüdavendigar’dan ta ki İstanbul’un fethine dek Devlet-i Âli Osman’a payitahtlık yapan Edirne’de bulunan bu saray, Topkapı’daki bazı unsurlarla benzerlik göstermektedir. Bunlara Adalet kulesi ve saray mutfaklarının bacaları örnek gösterilebilir. Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye öğüdünde: adaletli olması ve halkını doyurmasının ehemmiyetli olduğunu bildirmesiyle evlat, ecdadının sözüne binaen bu unsurları da yapılarına işlemiştir.
Gezimizde bir sonraki durak İkinci Bayezid Külliyesi oldu. Osmanlı, külliye yapımında camiden evvel şadırvan inşa eder ve ardından halkı doyurmak için imarethane inşa eder. Böylece caminin her bir taşı abdestli eller, niyazlı dillerle inşa edilirken; doyurulan halkın duasıyla camii muhkem bir yapı halini alır. Taşa ruh, ruha mana inşa eden ve böylece ihya olan bir medeniyettir Osmanlı. İkinci Bayezid Camii kolonsuz, dört duvardan ve gövdeden ayrı iki minareden müteşekkil bir yapıdır. İlk sultan mahfili bu camide uygulanmıştır. Külliyenin kapısından içeri girdiğimizde karşımızda cami, solumuzda imarethane ve sağımızda medrese ve şifahane kalmaktadır.
Bayezid Külliyesi’ndeyken akla aşçı Yahya Baba gelmezse olmaz. Yahya Baba akla gelmişse tüyler ürpermeden olmaz. Ah! o pirinçleri ayıklayan bereketli eller…
Medrese 13-18 talebe ve bir müderristen müteşekkildir. Her bir öğrencinin devlet tarafından verilen harcırahı vardır. Medresede bir müderris 13-18 talebeyi kısa sürede rahatlıkla tanıyabilir, yönlendirebilir. Peki ya bugünkü eğitimde: bir üniversitede bir sınıfın 60 kişi olduğunu ve bir öğretmenin 5 sınıfa öğretim verdiğini düşünürsek, bu durumda bir öğretmen 300 kişiye eğitim vermiş olur ve 300 kişiyi tanımak kolay değildir. Medresede eğitim süresince tek bir kitaba bağımlı kalınmadığına ve çeşitli kitaplar okunduğuna da şahit olduk.
Taşa ruh, ruha mana inşa eden ve böylece ihya olan bir medeniyettir Osmanlı.
“Göğsünde merhamet adlı bir çınar vardır.” Sözü akla geliyor şifahanede. Avrupa’da, 18-19. yüzyıla dek akıl nimetinden bir nebze eksik olanlar, “içine cin kaçmış” deyip yakılırken; merhamet medeniyetinin temsilcisi ecdad, su ve musiki ile hastaları tedavi etme yöntemi kullanmıştır. Çeşitli buluşlar, yöntemler de geliştirilmiştir burada. Şifahanede hala su ve musikinin sesini duyabilirsiniz. Ruhun dinginliğine birebir…
“Edirne şehri mi bu yâ gülşen-i Me’vâ mıdır
Anda kasr-ı pâdişâhî cennet-i alâ mıdır “
Nef’î’nin bu sözleri akılda dolanır olmuştu, ta ki tabyalara gelene dek. Tabyalar, Tunca ve Meriç Nehri’ne göre şekillenmiş olan Edirne’nin en yüksek ve müstahkem mevkiindedir. Tabyalar, şanlı direniş, acı, zafer…
Mehmet Şükrü Paşa komutasında bir müdafaa. Şehrin kırk gün savunulması emri verilmiştir fakat şehir kahraman ordu ve halk tarafından beş ay boyunca müdafaa edilmiştir. Gururun ve acının harman olduğu yerdir tabyalar. Tabyaların içerisinde Arif Nihat Asya’nın Edirne kasidesi dikkate şayandır. Kasidenin bir bölümünde şöyle yazmaktadır:
“Aksa da Tunca’yla Meriç yine kıvrıla büküle,
Ne yapı kalmış, ne nüfus, göçe göçe, öle öle…
Bülbüller ağıttır artık, Bülbüladasın’da bile!
Ne Sarayiçi’nde saray,ne Kaleiçi’nde kale!
Yıkmaya gel,yıkmaya gel;bir sen eksiktin zelzele!
Yıkılmış eski konaklar, kırk odalı, kırk sofalı…
Hıçkırıklar var boğulmuş, çeşmeler var ağlamaklı.”
Rabbim vatanımızda bir daha böyle acıları yaşatmasın inşallah.
Mimar Sinan’ın “ustalık eserim” dediği, Edirne denince akla gelen Selimiye Camii. Selimiye’yi şehrin her bir yanından görmek mümkün fakat caminin tadilatta olması hasebiyle biz uzaktan görmekle yetindik.
Hacı Bayram-ı Veli’nin mukim olduğu yer: Eski (ulu) camii. Hazretlerin makamı, caminin bir köşesinde yer almakta. Eski Cami hat süslemeleri ile meşhur. Sosyal medyada sıkça karşılaştığımız, cami duvarında yazan “Allah” ve “Muhammed” lafızları işte bu camide…
Hasan Sezai Hazretleri, bir ağacın gölgesinde istirahatgahında. Kendisine iftira atanların, uyuz hastalığına kapılmasıyla, boynuzla hastalıklarına derman olması hikayesi sarıyor etrafımızı o manevi mekanda.
Sultan ikinci Abdülhamid Han tarafından yaptırılan bir sinagog gezi rotamızdaydı. Bir de Ortodoks Bulgar kilisesi. İslam’ın bir hoşgörü dini olduğunun göstergeleriler adeta.
Edirne’ye gelinir de ciğer yenmez mi. Meşhur Arnavut ciğeri mısır unuyla kızartılır ve afiyetle yenilir.
Şunu da söylemeden olmaz. Edirne’de alfabe 28 harften ibaret. Bunu Edirneli olan Ender abi (Ekim) söyledi. Edirneliler “h” harfini söyleyemiyorlar, bazen de “h” harfinin söyleyecekleri kelimede olup olmamasından tereddüt ettiklerinden, yanlış yere “h” harfi koyabiliyorlar.
Kah sevindiren kah hüzünlendiren kah gururlandıran bir Osmanlı Payitahtı Edirne’den akşam namazına müteakip şehirden ayrıldık.
Yollarımızın bir daha kesişmesi ümidiyle…
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Sosyoloji bölümü 3. sınıf öğrencisidir. İLEM’ de II. kademe öğrencisi olarak eğitimine devam etmektedir.
İstanbul Sultanbeyli’de 2003 yılında doğdu.
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi 2. sınıf öğrencisi ve hâli hazırda İLEM’de 1. Kademe öğrencisidir.
Çeşitli dergilerde yazılar yazmaktadır.